Bundan birkaç yıl önceydi sanırım. Yer, Taceddin Dergâhı; İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yer. Mehmet Âkif’i anma dolayısıyla toplanmış minik ve büyük yürekler hep birlikte Ankara’nın yüksek yerlerinden birinin en mütevazı yerinde bulunan bu mânâ yüklü yapıda Âkif’i dillendiriyor mısralarda. Minik yüreklerin dilinden bir çağlayan olup akan “İstiklâl Marşı” ve mümtaz şâirlerimizin dilinde şahlanan “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiir, bir yankı olup gökkubbede çınlıyordu sanki. Hemen herkes bir araya gelerek, yeni Âkiflerin doğuşunu müjdeleyecek fecri bekleyen gözcü rolündeydi sanki.
İmanla yoğrulmuş ahlâkın duygu ve düşünce imbiğinden süzülmüş parıltılarıydı ortada rakseden. Ve bu raks, “Şi’r için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız / Aczimin giryesidir bence bütün âsârım / Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem / Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım / Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa / Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa” deyişlerinin hisli yürek çarpıntıları eşliğinde, uhrevî bir âhengi yaşatıyordu sanki: Saf, temiz, parlak ve bir o kadar da ışıltılı…
Bu tablo çoğumuz için çok da şâirane gelebilir. Yahut hele, “Mehmet Âkif’in şiirleri sadeleşmeli mi, sadeleşmemeli mi?” gibi soruların yer yer ortaya çıktığı bu hengâmda, sözünü ettiğim ortam pek de gerçekçi gelmeyebilir. Ama son günlerde şâhit olduğum olaylar, söylediğimin Mehmet Âkif için az bile olduğunu, en azından toplumun büyük çoğunluğunun da bu görüşte olduğunu bana gösterdi.
Evet, yetmişinci vefat yıldönümü dolayısıyla yapılan faaliyet bu açıdan sevindirici. Açıkoturumlar, belgesel-film gösterileri ve şiir dinletisi gibi faaliyetlerden bahsediyorum. Özellikle okullar arasında düzenlenen şiir dinletisi yarışmasının birinde karşılaştığım manzara, beni tarifi imkânsız duygular içinde bıraktı. Ezberlenemez, anlaşılması zor olduğundan okunamaz, diye tereddüt içinde kaldığımız nice şiirler, körpe dimağlardan pınar olup aktı. Meselâ “Necid Çöllerinde” şiiri, peygamber sevgisinin şâirâne duyuşunu tattırdı bize âdeta. “Çanakkale Şehitlerine” şiiri, nasıl bir emanet aldığımızın en açık göstergesiydi. Yüreğimizi alıp hudut boylarına kadar götürdü. “Seyfi Baba” manzum hikâyesi, açlık ve sefalet içindeki hayatın mısralardaki gözyaşlarıydı sanki. “Küfe”, vefat eden bir babanın ardından hayatın ağır yükü altında ezilmişliğin verdiği ruh ıztırabını yaşattı. Bu kadar şiirin arasında, “Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak” diye başlayan şiir ise, hayatın çalkantıları içinde güzel nağmeler peşinde koşan gönül telimizi bambaşka bir yönden titretmeye yetti. Hele, “Davransana… Eller de senin, baş da senindir” sözlerinden sonra utana sıkıla başımı eğip de tembellikten kambura dönmüş sırtımı koltuğa yaslama ihtiyacı hissetmişken, “His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?” sözleri bir balyoz gibi bütün duygu ve düşünce dünyamı târümâr etmeye yetmişti. Bu sözler, geri kalmışlığın ve yerinde saymanın yanında, şuursuzca sürülen hayatın orta yerine şaklayan bir şamardı sanki.
Şimdi bundan birkaç yıl önce ile son günlerde yaşadıklarımı karşılaştırdığımda, her ne kadar olumsuzluklar bir ur gibi etrafımızı sarmış da olsa, Âkif’le parlayan olumlu gelişmelerin hiç kesintiye uğramadan ilerlemesi beni sevindiriyor. Dün olduğu gibi, bugün de daha fazla değerlendirilme imkânı buluyor Âkif. Âsım’ın nesli tadında boy gösteren fidanlar âdeta, “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyulayı da er geç silecektir / Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma / Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” diyen Âkif’in sesine ses veriyor sanki.
Kim ne derse desin, Namık Kemal’in dediği gibi: Yere düşmekle, cevher kadir ve kıymetten düşmez…
24.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|