|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte Biz böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz o (İbrahim) Bizim mü'min kullarımızdandı.
Sâffât Sûresi: 110-111
|
24.12.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Yalnızlık, kötü arkadaştan iyidir. İyi arkadaş, yalnızlıktan hayırlıdır. Hayır konuşmak, susmaktan hayırlıdır. Susmak, kötü konuşmaktan hayırlıdır.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3842
|
24.12.2006
|
|
Takva, mânevî tahribâta karşı en büyük esastır
[Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.]
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefâhet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebîreleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır.
Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.
Risâle-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtiâmiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risâle-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.
Kastamonu Lâhikası, s. 110
—Devamı yarın—
Lügatçe:
menhiyat: Allah’ın yasakladığı şeyler.
içtinab: Kaçınma.
def-i şer: Şerri, kötülükleri def etmek.
celb-i nef': Faydalı şeyleri elde etme.
râcih: Tercih edilen, üstün olan.
def-i mefasid: Fesatlıkları,
bozgunculukları def etmek.
terk-i kebâir: Büyük günahları terk
etmek.
üssü'l-esas: En temel esas.
rüçhaniyet: Üstünlük, üstün oluş.
kebîre: Büyük günah.
|
24.12.2006
|
|
Son vazife: Düşmek
Bütün bir ömrü boyunca üzerine verilen her vazifeyi doğru yapmış olmasına rağmen son vazifesi yine de değişmemişti: Düşmek…
Ve onu da bugün istenilen biçimde, kararlaştırılan anda yaptı. Bunun son vazifesi olduğunun bilincindeydi sanki. Bu yüzden olsa gerek öyle rahat ve de huzurlu bir düşüştü ki… Yine de düşerken bile bütün ömrü boyunca yaptığı gibi hikmet diliyle dersler veriyor, O’nun güzel isimlerine ayna oluveriyor ve O’nun güzel isimlerini okutuyordu.
Ve düştü…
Ardında bıraktıklarını üzmeden sessizce ve kendi halinde bir düşüştü bu. Toprağa kavuşurken bir yaprak, solgun yüzünde son vazifesini de yapmış olmanın ferahlığıyla düştü…
Modern çağın en hakir gördüğü fiillerden birisi de düşmekti.
Düşmeseydi, inat etseydi, sonsuzluk beklentisini burada giderme çabasına girseydi, o zaman ne kış, kış gibi olurdu, ne de bahar… Hele baharda yine geçen senenin solgun ve eskimiş yaprakları karşılasaydı bizleri, kim bilir ne kadar çirkinlikler yakıştırırdık bahara bile… Ve kim bilir ne kadar gözden düşerdi bizim inatçı yapraklar…
Oysa bir sonraki güzeller de yeniden dirilmek üzere düşerlerken sonbaharda, insanların gözlerinden iğreti bir şekilde düşmekten de kurtuluyorlardı… Ve hayatlarını hafızalarda, havada bıraktıkları izlerde devam ettirmek yerine, nefretle karışık hoyratçasına bir hayatı tercih etmek ne kadar doğru bir seçim olabilirdi ki? Düşmemek uğruna….
Gariptir ki bu dünyada insanın da son vazifesidir düşmek.
Yükselme hırsıyla müptelâ insan da, ne kadar yüksekte olursa olsun bu son düşüşten kurtulamayacak ve düşecektir bu son düşüşe… Anlaşılan o ki; bu son düşüşü görmek istemeyenler, düşmek fiilini insana yakıştıramayanlar, hakir görenler bir yaprak kadar bile huzurlu kopamayacaklar dünya ağacından. Kuru bir inatla kuruduklarının farkına varamayacaklar. Düşmemek uğruna…
Bir yaprak bile sadece bir yerinden bağlıdır ağaca. Kopmak ve düşmek için zaten çok büyük bir çabaya gerek kalmayacaktır. Ama ya insan kaç yerinden bağlıdır dünyaya, kaç latifesini, duygusunu dünyaya hasretmiş, kaç gününü bu mukadder olan düşüşü düşünmeyerek geçirmiştir.
Son düşüşün habercileri kapıda belirmeye başladığında “Hayır, ben düşmeyeceğim işte” deyiverip bencil, sahte ve aynı zamanda korkak bir meydan okumaya girişirse… Ne kadar da anlamsız!
Bencil çünkü düşecek olan başka birisi gibi algılanır bu meydan okumada. Sahtedir çünkü, dönüp dolaşıp bu düşüşün kendisini bulacağından kuşkusu yoktur. Korkaktır da, çünkü düştükten sonrası için bir şey bilmez, meydan okunmuştur bir kere…
Bugün düşen yaprağa bir de düştükten sonra baktım… Yerdeydi belki ayak altındaydı, ama bana öyle geldi ki konuşabilseydi ne feryat ederdi, ne de bağırır çağırırdı. Öylesine sessiz ve sedasızdı ki… Gözleri olsaydı ağlamazdı da.. Artık o yapraklıktan soyutlanmıştı çünkü. Fenaya kavuştuğu anda beka bulmuştu. Yaprağın düşüşü yaprağın en son ve en güzel yükselişi olmuştu.
Hâsıl-ı kelâm: Hayatıyla en son düşüşlerini yükselişe çevirebilenler şüphesiz sonsuz baharlara lâyıktırlar.
|
Ahmet Tahir UÇKUN
24.12.2006
|
|
Risâle-i Nur’ları tanımak nasıl nasip oldu?
Zaman zaman gazetede “Risâle-i Nur’ları nasıl tanıdım?” başlıklı yazılar çıkar. Onlar benim çok ilgimi çekmiştir. Nurlara talebe olan herkesin bir tanışma hikâyesi vardır.
Bediüzzaman Hazretlerinin “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. Ben o yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” sözlerinde belirttiği yangınlara, gençlik hevesatıyla zaman zaman düştüğüm olurdu. Her zaman bir kurtarıcı, can simidi arar, nefsin tehlikelerinden kurtulmaya çalışırdım.
Günler böyle geçerken dükkâna bir arkadaşın tanıdığı geldi. Hoş sohbetten sonra cebinden bir kitap çıkardı. Biraz okudu, diyordu ki:
“Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarik-i hakikat, en makbul bir duâ-yı mânevî, en kerâmetli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır” diye devam etti ve bir iki sahife sonra Fatiha’yla son buldu.
İlk defa dinlediğimiz o kelimeler, o cümleler, o hakikatler, okuyandaki o samimiyet, sanki aradığımız oymuş gibi kitabın başındaki kendine has ‘İhlâs Risâleleri’ başlığı bana çok hoş geldi. Onun için yazının başında da ‘Risâle-i Nur’ları tanımak nasıl nasip oldu?’ demiştim ya; kesin kanaatim var, tamamen nasip, çünkü o dersin devamında da diyordu ki: “...gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş.” Ben de ‘âmennâ ve saddakna’ diyorum.
Neyse, bu satırları okuyan arkadaşımız veda ederken, “Biz Cumartesi günleri sohbete gidiyoruz. İsterseniz sizi de götürelim. Üniversiteli talebelerin kaldığı yerler var. Sohbet eder, çay içeriz” dedi. Biz de “İnşallah geliriz” dedik. Cumartesi geldi ve beraber gittik. Hatta hiç unutmam ilk gidişimi. Girince baktım içeride koltuklar var, hemen boş bir koltuğa oturdum. Biraz sonra yavaş yavaş oda kalabalıklaşmaya başladı. Herkes birbiriyle neşeli ve güler yüzlü bir şekilde konuşuyordu. Derken sohbet başladı. Risâle-i Nur kitaplarından gönlü fetheden satırlar dinledik. Dinlerken, bir köşede duran kitaplar gözüme çarptı. Sohbetten sonra satın almaya niyet ettim. Çay içmek için ara verildi. Çaylar geldi. Çayın şekerini karıştırırken herkes birbiriyle konuşuyordu. Ben de sağımdaki ve solumdaki insanlarla bir tanışayım diye kendimi tanıttım, onların ismini ve ne iş yaptığını sordum. Doktor ve mühendis olduklarını öğrendim. Biraz şaşırmıştım, gerçi orada her meslekten insan vardı, hatta benim kunduracılık mesleğinden bile birçok arkadaş vardı.
Ayaklarım uyuşmadı. Herkes nasıl rahat edecekse öyle oturmuş, bazıları koltukta, bazıları yerde oturuyordu. Kimse kimseye aşırı bir saygı gösterisinde bulunmuyordu. Herkes birbirine kardeşim, ya da ağabey diye hitap ediyordu. Çay dağıtan bile öğretmendi. Bu fıtrî hal gerçekten insanı etkiliyordu. Dersten sonra hemen kitapların hepsini, yani Risâle-i Nur Külliyatının tamamını satın almak istedim. Beni derse götüren ağabey “Şimdi bir kaçını al, sonra devamını alırsın” dedi. Ben de 5-6 kitap aldığımı hatırlıyorum. Sonraki derslerde hep yeni şeyler öğrenmeye başladık.
Aradan tam 30 sene geçti. Geriye dönüp baktığımda Risâle-i Nur ve şahs-ı manevî bizi çok tehlikelerden korumuş, çünkü Risâle-i Nur’un rotası sahil-i selâmettir. Ben de adeta Nuh’un (as) gemisinde idim.
Risâle-i Nur’lardaki temsillerin hayâlî hikâyeler değil hakikatin ta kendisi olduğunu anladım. Elhamdülillah dedim ve diyorum. Hatta bunu bazen sesli olarak da söylediğim oluyor. Hani Bilâl-i Habeşî (ra) arada bir aşka gelir, nârâ atarmış. Resûlullah’a (asm) şikâyet etmişler. Peygamberimiz Bilâl’e “Neden böyle yapıyorsun? Kardeşlerini rahatsız ediyorsun” dediğinde, “Ya Resûlullah, ben bir Habeşli köleydim. Düşünüyorum da hidayet ne büyük nimet. Eğer hidayet etmeyi Cenâb-ı Allah sana verseydi, bana sıra gelmezdi. Allah (cc) beni kölelikten aldı ve sana arkadaş yaptı. Bunun için aşka gelip arada bağırdığım oluyor” dediğinde, Peygamberimiz (asm) “Bilâl’e dokunmayın” diye buyuruyor.
Bilirsiniz Risâle-i Nur’lar Kur’ân’ın manevî bir tefsiri, yüce hakikatler manzumesidir. Hem de bizlerin anlayacağı, istifade edeceği şekilde yan tesiri olmayan ilâçlardır. Ayrıca şirket-i mâneviye yönüyle herkes hissedâr. Ahirete gitsen, arkandan sevap cihetiyle defter-i a’mâlin açık kalır. İmanla kabre girmek, hizmette ihlâs, sadakat şartıyla ebedî saadeti kazanmak büyük bir müjde. Ben de bu müjdelerden aşka gelip bazı Nur talebesi şair ağabeylerin yazdığı Risâle-i Nur’la ilgili şiirleri, nârâ atarak bazen sesli okuyuveriyorum. Her şiir değil; Üstadı, onun hatıralarını anlatan şiirleri çok seviyorum. Kardeşlerimin affını, Üstadımın himmetini, Peygamberimizin (asm) şefaatini ümit ederek, Allah (cc) bizleri hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeden ayırmasın duâsını ediyorum. Âmin.
|
Ömer ÖCALAN
24.12.2006
|
|
Sorularla Risale-i Nur
İlâhî şefkat ve merhamet, kâfirler
çin nasıl ebedî bir cezaya izin verir?
Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun--velev Cehennemde olsun--ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nev’î ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işârât-ı hadisiye vardır.
Maahaza, cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif, veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir.
Evet, dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir; ve isteyenler de vardır.
İşârâtü'l-İ'câz, s. 81
adem: Yokluk.
şerr-i mahz: Tam bir şer, kötülük.
masiyet: Günah.
hayr-ı mahz: Tam bir hayır, iyilik.
kesb-i istihkak: Hak kazanma.
ülfet: Alışma.
âzâde: Kurtulmuş, hür, serbest.
a’mal-i hayriye: Hayırlı işler, iyi ameller.
işârât-ı hadisiye: Hadisin işaretleri.
maahaza: Bununla beraber.
hacalet: Utanç, utanma.
tahfif: Hafifletme.
hüsn-ü rıza: Güzel bulup razı olma.
şe’n: İş, gerek, tavır, hal.
|
24.12.2006
|
|
|
|