Bir diktatör ülkesini felâkete sürükledikten sonra bir çukurda yakalanıp işgalciler tarafından yargılanıyor.
Saddam’dan söz ettiğimi anlamışsınızdır.
Ülkesi Irak ise bir işgalin tüm iğrençliklerini unutmuşçasına bir kardeş kavgasının içinde, bir savaştan diğerine yuvarlanıyor.
Havadaki gök taşından, yerdeki tesise kadar adını veren, insanların saçından ağızlarındaki dişe kadar karışıp, kendince ilâhî kitaplar yazıp,—hâşâ—peygamberlik dâvâsı güden bir başka diktatör de birkaç saniyeliğine duran kalbine sözünü geçiremeyecek kadar aciz olduğunu ancak öldükten sonra fark edebildi.
Türkmenistan Devlet Başkanı Niyazov hayatını kaybetti. Her tek adam yönetiminde olduğu gibi şimdi Türkmenistan’ın karışıp karışmayacağı merak ediliyor. Ruslar mı hâkim olacak, yoksa turuncu devrimlerinin başarısızlığını yaşayan ABD’mi galip gelecek türü sorulara cevap aranıyor.
Aynı durum İngiltere’de olsa ne olurdu? Anayasa ve yasalar ne diyorsa o yapılır, ülkenin bir iç savaşa sürüklenmesi, iktidar kavgaları gibi ortaçağ korkuları yaşanmazdı. İşte demokrasi ile diktatörlük arasındaki fark bu. Öngörülebilirlik.
Peki sorarım size bizim anayasa ve kanunlarımızda nasıl seçileceği belli olmasına rağmen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde neden sancılar yaşanıyor. Bir yüzümüz İngiltere, diğer tarafımız Niyazov olduğu için mi?
Abarttığımı düşünmeyin. Aşağıdaki satırların daha ağırları yaşandı bu ülkede.
“Meclise yaklaştığımda şöyle bir durum gördüm: Büyük Millet Meclisi askerî birliklerle ve silâhlarla çevriliydi. Meclis’e rahmetli Gürler’in bir yakınından, yeğeni miydi, oğlu muydu hatırlamıyorum, ondan başka sivil giyimli tek kişi alınmıyordu. Yakın gazeteciler vardı sivil giyinmiş olarak. Fakat Meclis’in giriş, koridorları tıklım tıklım yüksek rütbeli generallerle, subaylarla doluydu. Hepsi gelmişlerdi. Nitekim sonradan Meclis açıldığında da bütün balkonların yine yüksek rütbeli generallerle ve subaylarla doldurulmuş olduğunu gördük. Koridorda hangimizi görseler, bazıları nezaketle, bazıları ağır dille, gerektiğinde tehdit ederek baskılarda bulunuyorlardı…”
Ecevit, 12 Mart’ın kendi özgü şartlarında Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı seçtirilmesi için yapılan baskıları bu sözlerle aktarmıştı. Sivillerin alınmadığı bir parlamentoda Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ile 52 generalin birlikte izlediği bir cumhurbaşkanlığı seçimi düşünün.
Böylesine bir ortamda yapılan seçimlerde, Genelkurmay Başkanlığından cumhurbaşkanı seçilmek üzere ayrılan Gürler Paşa, demokrasi duvarına çarpmıştı.
Demirel ve Ecevit’in liderliğinde başarılı bir demokrasi sınavı veren parlamento asker baskısını geri çevirecekti.
Şair Can Yücel,
“Em. Org. Gürler’e” başlığını taşıyan şiirinden olayı şöyle tasvir edecekti:
“Karakaşlı bir bulut geldi, geldi, geldi...
Gürledi, ama yağmadı değil,
Yağmadı, ama gürledi gitti”
Ancak baskılar bitmemişti. Bu kez de Cumhurbaşkanı Sunay’ın görev süresinin uzatılması gündeme getirildi.
12 Mart’ın Başbakanı Ferit Melen, askerlerin teklifini “İstanbul’da Çamlıca’da televizyon kulesi açıldığı zaman kumandanlar arasında bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Sunay’ın görev süresinin uzatılması, Gürler’in bir süre daha ordunun başında kalması kararlaştırılmış” diye aktardı AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’e...
Demirel’in “Bizim Sunay’ın şahsı ile bir meselemiz yoktur. Mesele, kaide ve ilke meselesidir. Normale dönüş mütemadiyen anormal yollara müracaatla mümkün değildir. Sunay’ın süresinin uzatılması mümkün değildir” şeklinde direnmesine rağmen, teklif anayasa değişikliği olarak Meclise getirilmişti. Sunay formülü hem Cumhuriyet senatosunda, hem de Parlamento da açık bir farkla reddedildi.
BBC haber bültenlerinde bu durumu, “Ordunun ikinci kere reddedilmesi” olarak duyurdu bütün dünyaya.
12 Mart ara rejiminin baskısına karşı AP ve CHP liderlerinin öncülüğünde verilen demokrasi mücadelesini aktarırken, Demirel’in, “Hükümet kuramayan, hükümet düşüremeyen, Cumhurbaşkanı seçemeyen bir parlamento var oluş sebebini nasıl izah edecektir” sözünün altını çizmek gerekiyor.
12 Mart’ta silah zoruyla devrilen partiler cumhurbaşkanlığı seçimini, 12 Mart’ın rövanşını alma ve parlamentonun itibarını iade etme mücadelesine dönüştürüp, demokrasi destanı yazarken, acaba diyorum, o günkü şartlarda Demirel ve Ecevit’in yerinde Erdoğan ve Baykal olsa ne yaparlardı.
Kara Kuvvetleri Komutanının Genelkurmay başkanlığına atanması kararnamesini Yüksek Askerî Şûrâ toplantısına dahi sokmadan, yeni yöntemler icat ederek yerine getiren bir iktidar bu tür bir baskıya direnebilir miydi? Hiç sanmam.
Hatta Gürler’i Kontenjan Senatörü atamadan, o henüz Genelkurmay Başkanıyken cumhurbaşkanı seçer, Genelkurmay’dan doğrudan Çankaya’ya çıkarırdı.
Meclise uğramasın diye onun yerine yemin de ederler miydi, o kadarını bilmem ama “Bu durumda Parlamentoyu kendi ellerimizle kapatmış oluruz” diyebileceklerini hiç sanmıyorum.
Çankaya ile ilgili tartışmalar artık Cumhurbaşkanlığı seçiminden çıkıp, “Cumhurbaşkanlığı Senfonisi”ne dönüşmek üzere. Başbakan Erdoğan’ın bu konuda azamî ölçüde uzlaşma arayışı içinde olacağına ilişkin sözleri bir anlamda aday olacağı konusundaki son tereddütleri de giderecek çapta bir itiraf aslında.
Uzlaşma aramak elbette ki bir sağduyu örneği.
Ancak her 7 yılda bir Çankaya sancısı ile kıvranan ülke olmaktan kurtulmamız lâzım.
Ara rejim alışkanlıklarından artık kurtulmamız lâzım. Belki dün öyle değildi, ama bugün artık AB’ye tam üyelik sürecinde bir Türkiye var.
12 Mart’ta askerler Cevdet Sunay’ın görev süresinin 2 yıl daha uzatılması teklifini götürünce, Demirel, “Bu çocuk hiç büyümeyecek mi? “diye tepki göstermişti.
Artık bu çocuk büyüsün, bu senfoni sussun…
22.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|