Recep Peker, “ayak takımı” diyecek kadar halka tepeden bakan, daha bakanken, başbakanı izletecek kadar sertlik yanlısı ve muhalefete iki de bir İstiklâl Mahkemelerini hatırlatacak kadar da demokrat(!) bir başbakandı.
1947 bütçesi görüşülürken Demokrat Parti grubu adına Adnan Menderes’in yönelttiği eleştirileri, “Kötümser, psikopat, mariz bir ruhun ifadesi” olarak nitelendirince Mecliste kıyamet kopmuştu.
Açık oy, gizli tasnif yöntemine rağmen 1946 seçimlerinde Meclise 66 milletvekili sokan Demokrat Parti grubu bu söz üzerine Meclisi terk etti.
İşte sine-i millet sözü siyasî literatürümüze o zaman girdi.
Demokrat Parti milletvekilleri bir süre Meclisteki oturumlara katılmadılar, siyasî ortam iyice gerildi.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bunun üzerine DP Genel Başkanı Celal Bayar ve Fuat Köprülü ile CHP yöneticilerini alarak bir toplantı yaptı.
Tarihe 12 Temmuz beyannamesi olarak geçen ve “tek partili millî şef dönemi”nden çıkan Türkiye’nin kendini çok partili sisteme hazırlamasında önemli bir kilometre taşı olan dönem başladı.
İnönü, cumhurbaşkanı olarak tarafsız kalacağı güvencesini verirken, iktidar ile muhalefet arasında hakemlik yapacağını belirtiyordu. Buna karşılık muhalefet partisi de yasal sınırlar içinde kalmaya özen gösterecekti.
57 yıl sonra 12 Temmuz Beyannamesinin şartlarını hatırlatmamızı gerektiren olay, elbette ki son günlerde yeniden patlak veren sine-i millet tartışması.
İnönü’nün tarihî kişiliğine rağmen, Recep Peker 12 Temmuz Beyannamesinden memnun kalmamıştı. Aslında Recep Peker bir muhalif partinin varlığından dolayı memnun değildi.
Milletine, “ayak takımı” diyecek kadar jakoben bir kafa yapısının, iktidar-muhalefet ilişkileri, çok partili demokrasi, diyalog ve uzlaşma gibi çağdaş değerleri benimsemesi, bunlardan hoşlanması beklenebilir mi?
Türkiye’deki Çankaya sancısının temelinde de bu yatıyor aslında. Oraya, Ahmetlerin, Mehmetlerin temsilcisini lâyık görmeme olayı.
Olayı Recep Tayyip Erdoğan olarak düşünmemek gerek. Erdoğan’ı aradan çekip aldığımızda ‘Milletin temsilcileri Çankaya’da olur mu olmaz mı?’ mücadelesi bu.
Bu yüzden ne Celal Bayar’ı, ne Turgut Özal’ı içlerine sindirebildiler. Demirel, SHP’nin de desteği ile seçildiği için çok fazla itirazları olmamıştı.
Celal Bayar, Çankaya’ya çıktığında arkasında yüzde 50’den fazla halk desteği vardı.
Özal tek başına iktidarın temsilcisi, Demirel ise SHP’nin de desteğiyle yüzde 50’ye yakın bir oy oranı ile çıkmıştı. Peki sorarım size Cemal Gürsel’in, Cevdet Sunay’ın, Fahri Korutürk’ün arkasında yüzde kaç oy vardı? Milletin anasının ak sütü gibi helâl oylarla sandıktan çıkarak mı cumhurbaşkanı oldular? Onları Çankaya’ya sandık mı taşıdı, namlu mu?
AB’ye tam üyelik tarihi alan Türkiye, artık ikide bir Çankaya sancısı yaşamamak için cumhurbaşkanlığı seçimini de AB’ye uyumlu hale getirmeli.
Bu konuda 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in tespiti çok yerinde. Demirel, cumhurbaşkanı seçiminin halka yaptırılmadığı sürece bu sancının bitmeyeceğine işaret ediyor. Ve AB ülkelerinde devlet başkanlarının seçimle geldiğini hatırlatıyor.
Önümüzdeki seçimden sonra ilk gündem maddelerinden biri bu olmalı. Muhtarını, ihtiyar heyetini, azasını seçme yetkisi olan millete artık cumhurbaşkanını da seçebilme hakkı tanınmalı.
Bu konuda gerekirse referanduma gidilebilir. Her 7 yılda bir Çankaya sancısı ile kıvranmaktan kurtulmayı gündemimize almamız gerekiyor.
Bu konunun tepki çekeceğini de sanmıyorum.
Bir dönemler cumhurbaşkanı seçimine müdahale etmek isteyen güçler, asker-sivil-medya ortak cuntalar oluşturur, ülkeye olmadık gerilimler yaşatırdı.
Ülkemiz artık bir seviyeye geldi.
1965’ten sonra cumhurbaşkanını ve AP iktidarını devirmek için Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, Uğur Mumcu, Cemal Madanoğlu ve Celil Gürkan ile birlikte cuntalar kuran İlhan Selçuk bile umudunu erken seçime bağlamış görünüyor.
Ya İlhan Abi çaptan düştü, eskisi gibi cuntacılık işlerini gözü yemiyor ya da, İlhan Selçuk da bu işin çıkmaz sokak olduğunu anladı, çareyi demokrasi içinde arıyor.
Demokrasi adına en azından “elde var bir” demeli...
21.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|