Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

“(Ey İbrahim!) Sen rüyanda emrolunana uydun. İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte Biz böyle mükâfatlandırırız.”

Sâffât Sûresi: 105

21.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İlmini kötüye kullanan âlimden dolayı ümmetime yazık oldu.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3838

21.12.2006


Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

İ'lem eyyühe'l-aziz!

Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, Vâcibü'l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu'diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak Onun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyin anahtarı Ondadır. Bir insan Allah'a hâlis bir abd olursa, Allah'ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

***

İ'lem eyyühe'l-aziz!

Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa'y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

***

İ'lem eyyühe'l-aziz!

Cenab-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvanla fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.

***

İ'lem eyyühe'l-aziz!

Esmâ-i Hüsnânın herbirisi ötekileri icmâlen tazammun eder: ziyânın elvan-ı seb'ayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna, mir'at ve ayna gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.

Mesnevî-i Nûriye, s. 111

21.12.2006


Siz gidin, biz de geleceğiz

Babam Ali Şahin ve Hayriye Ablam hatırasına...

“Ve yumît:

“Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fânî dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fânî cin ve inse bağırır, der ki:

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”

Doğan her canlının alâküllihâl tadacağı ölüm hakikatini Bediüzzaman Hazretleri bu cümlelerle anlatıyor. Kur'ân'dan süzülen Risâle-i Nur Külliyatı’ndaki bu beşâret dolu cümleler olmasa idi, acaba ölüme bakış açımız nasıl olurdu? Ölüm hengâmında geride kalanların tesellisi ne ile olurdu? Ardında beşi bir bütün yürek bırakmış babanın acısı ne ile tesellî olurdu? Henüz 40’lı yaşları yeni devirmiş bir insanın geride bıraktığı 3 güzel çocuk ve gözleri buğulu, yüreği hüzünlü bir eşin tesellîsi ne ile olurdu? Annelerini, babalarını kaybetmiş çocukların, eşlerini kaybetmiş sevgililerin yüreğine hangi tesellî yeterli gelirdi?

Üstad Bediüzzaman Hazretleri 11 kelimeye ayırdığı ve ‘11 kelimesinde ayrı bir beşaret var’ diye ifade ettiği ve her bir müjdede insanlığa ayrı ayrı teselliler ve sevinçler izhar ettiği Kelime-i Tevhidiye’de biz insanlara zindanlar içinde nuru, hüzün içinde sürûru, fakirlik içinde zenginlikleri göstermiştir. Bu kelimeler içerisinde öyle bir kelime var ki; ölümü başka hiç bir kaynakta bu kadar manidar bulamayız.

Herşeyden evvel ölümün mânâsının sıradan bir olay olmadığını, adeta bir askerlik misâli dünyadaki vazifelerimizin nihayete erdiği anlamına gelen, aslında ölmek denen ve er geç herkesin başına gelecek olan fiilin sadece bir yer değişimi, bu değişimle birlikte dünyadaki bütün vezâif ve sorumluluklarımızdan bir âzâd ediliş anlamına geldiğini, bizim aciz kafamıza, bulanık ruhumuza, fehm etmek adına yakınlaştırmıştır. Buradaki muvakkat dünya hayatının 60-70 sene ile sınırlandırıldığını düşünürsek, ölüm ile birlikte aslında ebedî bir hayatın da başlangıcının ilk basamağı olduğu müjdesini vermiştir.

Risale-i Nur, meşhur Kelime-i Tevhidiye’nin derinliklerine daldırıyor bizleri. Daldıkça feraha, daldıkça sürura boğuluyor insan... Müjdeler devam ediyor... Ölümün idam olmadığını, yokluk olmadığını, sevdiklerimizden ve sevdiklerinden ebedî mânâda bir ayrılık olmadığını, herşeyden önemlisi tesadüf ve sahipsiz bir fiil olmadığını, sadece mekândan müteşekkil bir rotasyon olduğunu, üstelik asıl vatanımıza bir sevkiyât niteliği taşıyan ebedî mahiyette bir rotasyon olduğunu müjdeliyor... Neden asıl vatanımıza? İlk insan, ilk peygamber olan Hz. Âdem’in (a.s) Cennetten çıktığını düşündüğümüzde insanlığın ana vatanının Cennet olduğunu görüyoruz. Mü’min insanın asıl vatanına sevkiyâtı işte ölüm ile birlikte başlıyor. Tren seyahatinde istasyonlarda duran tren misâli, istasyon istasyon, adım adım Cennete yolculuk... Ruhlar âleminde başlayıp, anne karnı, dünya hayatı, kabir hayatı gibi mekânlardan sonra varılacak hedef Cennete kavuşmak...

Derinlere dalmaya devam ettiğimizde gördüğümüz başka müjdeler de var, sadece bu kadar değil. Hani insanın çok sevdiği yakınları o yolculuğa kendinden önce gitmiştir... Bu; insanın annesi olabilir, babası olabilir, eşi ya da çocuğu olabilir, dedesi olabilir, ya da çok sevdiği bir yakını olabilir. Sevdiklerimizden birini uzak diyarlara yolculuğa göndeririz de hani çok özleriz, geleceği günü ya da ona gideceğimiz günü umutla, sevinçle, özlemle ve iştiyakla bekleriz. İşte bu kelime, beşaret içinde beşaretler sunarak bizlere sesleniyor: “‘Ölüm sevdiklerinize kavuşmadır, ayrılık ebedî değil üzülmeyiniz’’ diye. Kavuşacaksınız diyor, farz edinki uzunca bir seyahate gitti, üstelik sabrederseniz ebedi bir birliktelik var müjdesini veriyor.

Zahiren ölüme bakıldığında insanın sevdiğini çocuğunu, annesini, babasını, eşini, iki metrekarelik daracık toprağa gömmesindeki vahşetengiz hâli nasıl izah edebiliriz? Zahiren bakarsak vahşetengiz, hakikati görürsek tezkere, terhis, yolculuk, Cennet, kavuşma!

Müslüman olmak.. İnanan bir insan olmak.. Mü’min doğmak.. Mü’min yaşamak.. Müslüman bir beldede Müslüman bir anne-babadan olmak.. Bunlar bizler için şükre medar olacak şeyler. Zira ecnebî bir memleketette, ecnebî bir anne-babadan Müslüman olmayarak da yaşayabilirdik. O vakit bu müjdelerdeki hakikatleri görebilir miydik, anlayabilirmiydik, kendimizi ya da sevdiklerimizi ölüm son değil diye teselli edebilir miydik? Sırf bu müjdeler için bile olsa inançlı bir insan olmanın verdiği sevinci ve huzuru, acaba dünyada verecek bir gerçek var mıdır? Hangi felsefe akımı, hangi materyalist kafa, hangi eğlence anlayışı, hangi muvakkat dünya saadeti bu huzuru, bu teselliyi verebilir insan oğluna?

‘’..fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzad eder’’ diyor Bediüzzaman Hazretleri. Ne mutlu gidenlere ki artık hizmet bitti, ücret zamanı, ne mutlu onlara ki rü’yet-i cemâlini özlediğimiz Yaratıcımızın makarr-ı saltanatına doğru gidiyorlar. Geride kalanların da, er ya da geç döneceği mekân orası.

Sevdiklerini birer birer uğurlayan yüreklerin gerideki tek tesellîsi yeniden görüşüleceğine olan iman olsa gerek.

Yolun açık olsun babacığım, biz de geleceğiz. Yolun açık, mekânın Cennet olsun ablacığım, siz gidin biz de geleceğiz.

Oğuz ŞAHİN

21.12.2006


ESMA-İ HÜSNA

Sâni

Allah (c.c.), Sâni’dir. Yani her şeyin yapıcısı ve yaratıcısıdır. Her şey özüyle, içiyle, dışıyla, her haliyle ve her şeyiyle Cenâb-ı Allah tarafından eşsiz bir san’at, güzellik ve estetikle yaratılmıştır ve yaratılmaktadır.

Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Sâni ismi,1 Kur’ân’da mastar hâlinde mevcuttur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Dağları görürsün de, yerinde donmuş gibi durur sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi (dünya ile birlikte) yürürler. Bu, her şeyi sağlam tutan Allah’ın sun’udur (yapısıdır, işidir).”2

Bedîüzzaman’a göre, bütün mahlûkatta görünen güzel san’atlar, intizamlar, ihtimamlar, her şeyde tâkip edilen maslahatlar ve faydalar, kâinatı tasarrufu altında bulunduran Sâni-i Zülcelâlin pek büyük ve umûmî bir hikmetle iş yaptığına delâlet etmektedir. Sâni-i Âlemin gayet yüksek, celâlli ve izzetli bir haysiyeti vardır ki, bu yüksek haysiyet, ibâdetle Sânii tazim etmeyenlerin ve Ona saygı duymayanların terbiye edilmelerini ihmal etmez.3 Bu güzel, süslü ve aydınlık yüzlü varlıkların Sâniinin soyut, mânevî, sonsuz ve eşsiz bir güzelliği vardır. Onun gizli, ama eşsiz hüsün ve cemâlini kısa akıllarımız ile idrâk edemeyiz.4

Her şeyin iç yüzünün, dış yüzünden daha latîf ve daha şeffaf olduğunu, bunun ise Sâniin o şeyden hâriçte olduğunu, ama uzakta da olmadığını gösterdiğini beyan eden Bedîüzzaman; o şeyin sâir eşya ile dengeli olarak yaratılma işinin Sâni’ tarafından yapılmasının, Sâniin o şeyde dahil olmadığını gösterdiğini; bir tek masnûun zâtına bakılırsa Sâniin ilim ve hikmetinin görüneceğini, dışı ile birlikte bakılırsa Sâniin her şeyin üstünde bir görme ve işitme sıfatına sahip bulunduğunun anlaşılacağını; dolayısıyla Sâni-i Âlemin âlemde dâhil olmadığı gibi, âlemden hâriçte de olmadığını; ilmi ve kudreti ile her şeyin içinde olduğu gibi, aynı zamanda her şeyin üstünde bulunduğunu; bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da birden gördüğünü kaydeder.5

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre her şeyin sonu, intizam ve güzellikçe başlangıcından aşağı olmadığı gibi, dış yüzeyi de san’at ve hikmetçe iç yüzünden daha câzip değildir. Eşyanın iç yüzlerini ve sonlarını sahipsiz zannedip tesâdüflere havâle etmek büyük gaflettir. Çiçekle, çiçekten çıkan meyvede görünen san’at ve hikmet, çekirdekle çekirdekten çıkan filizde görünen san’at ve nakıştan aşağı değildir.6

Îmanın bir bağlılıktan ibâret olduğunu ve insandaki İlâhî san’atların ancak îmanla anlaşıldığını beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, küfrün o bağı kesip kopardığını ve bundan dolayı kâfirin gözünde san’at-ı Rabbâniyenin gizlendiğini kaydeder.7 Bedîüzzaman’a göre, maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti bir değildir ve maddedeki san’at değeri her zaman maddî değerinden üstündür. Meselâ, antika bir san’at bazen milyonlarca lira kıymet aldığı halde, maddesi beş kuruşa değmeyebiliyor. Böyle bir antika eser, kaba demirciler çarşısına gidilse, demir pahasına alınıp satılırken, antikacılar çarşısına gidildiğinde milyonlarca lira değer biçilebiliyor.

İşte insan da, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san’at eseridir. Cenâb-ı Hak insanı bütün isimlerinin cilvesine mazhar kılmış, nakışları ile süslemiş ve kâinata bir küçücük misal sûretinde yaratmıştır. Eğer îman nûru insanın içine girse, üstündeki bütün bu mânidâr nakışlar o ışıkla okunacaktır. Yani, “Sâni-i Zülcelalin masnûuyum ve mahlûkuyum” mânâsıyla insandaki san’at-ı Rabbâniye görünecektir. Netice olarak, îmânla Sâniine bağlanan insan, kendi üzerindeki bütün san’at eserlerini okuyacak ve gösterecektir. İnsanın kıymeti de o san’at-ı Rabbâniyeye göre ve Allah’ın Samed aynası olması itibariyle olacaktır.

Ancak küfür bu bağlılığı keserse; insanın içine küfür karanlığı girecek, bütün o mânâlı nakışlar karanlığa düşecek ve hiçbirisi okunmayacaktır. Zira, Sâni’ unutulursa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmayacak, âdeta baş aşağı düşecektir. Bu durumda, o mânâlı yüksek nakışların çoğu gizlenecek, geri kalan ve göz ile görünen bir kısmı da, sıradan, basit sebeplere, tabiata ve tesâdüfe verilip, nihâyet darmadağın edilecektir. Her biri parlak bir elmas iken, birer sönük şişe olacaklardır.8

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 233; 2- Neml Sûresi: 88; 3- Mesnevî-i Nuriye, s. 36; 4- A.g.e., s. 37; 5- A.g.e., s. 54; 6- A.g.e., s. 81; 7- Sözler, s. 281; 8- Sözler, s. 281-82.

21.12.2006


Nur'un dilinde Risale-i Nur

Ehl-i inkâra atılabilecek on ikilik top güllesi

“Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyetü’l-Kübrânın, ‘Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir...’ diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.” (Kastamonu Lâhikası, s. 109)

Cevşenü’l-Kebîr, Risâle-i Nur, Hizb-i Nûrî

“Bugün Risale-i Nur’un Hizb-i Nurîsinden bir kısmını ve Cevşenü’l-Kebîr’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki, kâinatın envaını ve âlemlerini Yirmi Dokuzuncu Mektubun ahir kısmı ve ‘Allah göklerin ve yerin nurudur’ (Nur Sûresi: 35) âyetinin beyanında, seyahat-ı kalbiyeyle, herbir ism-i İlahi bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenü’l-Kebîr ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm, kâinatı envâıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklarla tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhidi gösteriyor.” (Kastamonu Lâhikası, s. 179)

Risâle-i Nur ve iki İhlâs Risâlesi

“Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiâta, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor. Hatta kendim, bir dakika zarfında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım.

Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevide, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs-i emmârenin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, ‘Niçin ben atmadım?’ diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlâs Risâleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. (Kastamonu Lâhikası, s. 181) Bediüzzaman’ı tedavi ettiğine göre bizim bu ilâca kim bilir ne kadar ihtiyacımız var?

Fatma ÖZER

21.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004