‘Erdi bahar Ankara’nın sisli yamaçlarına.’
Ankara Rüzgârı şarkısında geçen bu mısraın muhayyilemizde canlandırdığı renkli bahar manzaralarının cazibesine kapılarak gelmiştik Ankara’ya.
Maksadımız, Anadolu bozkırının anası sayılan bu çorak topraklarda, çıplak tepelerde ve kıraç yamaçlarda, ender rastlandığından sisler arasında saklanarak korunmaya çalışılan tabiî renklenişi yerinde müşahede ederek, memleketin bir köşesine daha âşinâ olmaktı.
Ankara'da, cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’a nisbet edercesine dünyevî bir cennet hâline getirilmek istendiğini bildiğimizden, mânevî bir bahar renklenişi görmeyi beklemiyorduk. Fakat yamacıyla, düzlüğüyle, sırtıyla, tepesiyle bütün Ankara’nın bu kadar betonlaşmış olabileceğini de tahmin edememiştik.
Onun için sisli yamaçlarda müşahede edemediğimiz bahar renklenişini, bürokrasinin soğuk resmiyeti ruhuna sirayet eden ekser Ankaralı’nın yüzlerinde de göremeyince sükût-u hayale uğradık ve şarkının bir başka mısraını yaşadık.
‘Olmadı kaldı benim, her hevesim yarıda.’
***
Aslında, Ankara’nın mâkus talihinin ifadesiydi bu mısra. Zira, tarih boyunca burada yaşanmak istenen her heves yarım kalmış ve pek çok insan hayal kırıklığına uğramıştı.
Meselâ, iki bin üç yüz yıl kadar önce buraya gelip yerleşen Galatlar, asırlar boyu huzur içinde yaşamayı düşünürken, daha çevreyi tanımadan Etilerin istilâsına uğramışlardı. Onların benzer heveslerini Frigler, onlarınkini de Hititler yarım bırakmıştı.
Hititlerin, Romalıların heveslerini de önce Araplar, ardından Selçuklular kursaklarında bırakınca, onlar da payidar olamamışlar ve Moğol mezalimine maruz kalmışlardı.
Yıldırım Beyazıt, büyük bir zafer kazanma hevesiyle geldiği Ankara ovasında mağlûp olup Timur’a esir düşmüş; savaşı kazanan Timur’sa kalıcı bir hâkimiyet kuramadan dönüp gitmişti.
Ankara’nın mâkus talihi ondan sonra da pek değişmemişti. Ankara’da rahat bir hayat yaşama hevesine kapılarak koca bir köşk yaptıran Mustafa Kemal, Çankaya’yı kızıl karıncaların istilâ etmesi üzerine köşkü de, şehri de terk etmişti.
Onun ısrarla Ankara’ya çağırdığı Bediüzzaman Said Nursî de ‘İslâmın erkânına ilişecek olan ejderhayı durdurmak’ ve millî uyanışa mânevî dirilişle destek vermek için gelmişti Ankara’ya.
Kendisi mutantan bir törenle karşılanıp Mecliste ağırlanmasına ve Ankara’da kalması kaydıyla mükemmel imkânlar, müstesna makamlar teklif edilmesine rağmen, gizlice alınan ‘Din öldürülecektir’ kararının tezahürleri görülmeye başlanınca, hayal kırıklığına uğrayarak ‘Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye gördüğünden’ şehri terk etmişti.
Biz de o hâlet-i ruhiye içinde şehri terk etmeye hazırlanırken içtimaî yönden Ankara’nın Hacı Bayram’ı mesabesindeki arkadaşlar, şehirdeki Nur Menzillerini gezmeyi teklif ettiler.
Yakın zamana kadar bazı devlet adamlarının mahalle bakkalına bile nur adının verilmesine tahammül edemediklerini bildiğimiz için Ankara’da Nur Menzilinin olabileceğini hiç düşünmemiştik.
Halbuki Ankara da Üstadın zaman zaman gelip gittiği ve Nur hizmetlerinin hızla inkişaf ettiği bir yer olduğundan bu yönüyle bütün şehir Nur Menzili sayılabilirdi.
Bunları düşününce, Ankara’nın boynuna asılan ‘mabetsiz şehir’ yaftasını indiren Menderes yadigârı Kocatepe Camii’nde kıldığımız namazı müteakip harekete geçince rengârenk tayfların tenevvür ettiği bir mâneviyât pınarının başında bulduk kendimizi. Sesi arştan duyulan ve semanın nuranî sakinlerince dinlenen bir ışık akışının menbaı olan Hacı Bayram Velî Hazretlerinin menziliydi burası.
Yerden ziyade göğe yakın olan ve hep semavî hâller yaşanan bu uhrevî mekâna ancak Ankara’nın en kara hâletini terk ederek girebildiğimiz için kendimizi bir anda bambaşka bir âlemde buluverdik.
Yolun yorgunluğu, günün gerginliği, şehrin yılgınlığı ve kabalalıkların bıkkınlığı hep bu ışık kaynağının muhitine yaklaştıkça küçülen binaların ötesinde kalmıştı. Burada zahir sisli, batın berraktı ve huzurun, sükûnun, mutluluğun dışındaki her hâl menzilden uzaktı.
Biz Ankara’nın mütemadiyen kasvet kusan boğucu dalgalarından kaçıp bu maneviyat limanına sığındığımız zaman daha iyi anlamıştık Üstadın mecliste zehirlenince neden buraya geldiğini.
Çünkü bu uhrevî iklimden başka hiçbir yerde, onun tifo aşısı vurma bahanesiyle göğsüne enjekte edilen ve bir parçası bile birkaç kişiyi üç beş dakikada öldürecek kadar kuvvetli olan zehir kana karışmadan katılaşıp derinin altında öylece kalmazdı.
Takriben altı asır kadar önce Ebubekir Hamdanî tarafından Hacı Bayram Veli adına yaptırılan ve zaman içinde aralarında Mimar Sinan’ın da bulunduğu pek çok mimar tarafından tamir edilmesine rağmen uhrevî havasını kaybetmeyen camiye girdiğiniz anda bütün dünyevî heveslerin, acıların ve zaafların dışarıda kalması da bu tesiri teyit ediyordu.
İçi kadar dışının da itina ile tezyin edilmesinden, iç dış farkının gözetilmediği anlaşılan camiyi gezip asırların ve nesillerin mânevî müterakimi olan uhrevî havadan nasibimizi alarak ayrıldığımızda kendimizi bir ışık huzmesi kadar hafif, renkli ve şeffaf hissediyorduk.
Arzı arşa bağlayan ve ebede giden ruhların güzergâhı olan o nuranî inşirah hattı hâlâ açıktı. Kendimizi, istesek hemen kanat açarak yükselecek kadar hafif hissediyorduk ama henüz gezmediğimiz başka Nur Menzilleri olduğu için ayağımızı yerden kesmeden yükselmeyi tercih ettik.
***
“Yüksek bir tepenin zirvesinde beyaz taştan yapılmış dört katlı metin ve yüksek bir kale.”
Evliya Çelebi’nin de ifade ettiği gibi Ankara Ovası’nın ortasındaki en yüksek tepeye Frigyalılar tarafından yaptırılan ve Selçuklular, Osmanlılar, Mısırlılar zamanında defalarca tamir edilen kale, hâlâ tarihi değerini ve tabiî haşmetini koruyor.
Lâkin tabiî havası zaten sisli olan Ankara’nın mânevî havasını saran ‘en kara hâlet’ dağa, taşa da sirayet etmiş olmalı ki, beyaz taşlar kararmış ve kartal yuvasını andıran kale metruk bir cadı kulesi hâline gelmiş.
978 rakımlı tepeye tırmanırken daha iyi anladık kaleye ne kadar isabetli bir adın verildiğini. Çünkü bizim hiçbir yükümüz olmadığı hâlde güçlükle çıktığımız tepeye, bidayette o taşları, harçları ve diğer malzemeleri taşıyarak kaleyi inşa eden insanlar çok zorlanmış olmalılar.
Üstelik bu ağır işleri meccanen yapmak zorunda kaldıkları için kaleye Yunanca’da ücretsiz ve isteksiz yapılan iş mânâsına gelen angarya adını vermişler. Zaman içinde ‘angarya’ kelimesi ‘ankara’ şeklinde telâffuz edilerek kaleye, dolayısıyla da şehre ad olmuş.
Kalenin, hâlâ on binlerce insanın âhını taşıdığını anlayınca maddî yapısı ile fazla ilgilenmedik. Harabezârı andıran ahşap evlerin arasından geçtik ve II. Kılıçarslan’ın oğlu Mesut’un yaptırdığı Aladdin Camii’nin avlusunda biraz dinlenerek yokuşun yorgunluğunu attık.
Dizlerimizde tekrar yürüyecek mecali bulunca kalenin, hâlen ayakta olan on beş burcundan ayrı cephelere bakan ikisini gezmenin yeterli olacağını düşündük ve ilk olarak Şark Kalesi’ne çıktık.
Orada bir süre etrafı temâşâ ettikten sonra kalenin en yüksek yeri olan Akkale burcuna geçtik, Alitaşı denen yere oturduk ve Ankara’nın sisli yamaçlarını seyretme hevesiyle nazarımızı ufka bıraktık.
Gel gör ki, manzara göze haz, ruha huzur vermekten çok uzaktı. Zırhlara bürünmüş muhasara ordusu şehrin resmî kasveti dış kaleyi aşmış, iç kaleyi kuşatarak kulenin dibine kadar sokulmuştu.
Kaleye, Ankara’ya ilk geldiği günlerde çıkan Bediüzzaman da böyle bir manzara ile karşılaşmış olmalı ki “Güz mevsiminin ahirinde Ankara’nın, benden ziyade ihtiyarlamış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hadisât-ı tarihiye sûretinde bana göründü” diyerek de ifade ettiği gibi manzaraya bakmak yerine bazı tarihî hadiseleri hatırlamış ve tahassüslerini Fârisî münacât hâlinde terennüm etmişti.
Hâl böyle olunca biz de o zaman Hubab Risâlesinde neşredilen o münâcâtı, İhtiyarlar Risâle’sinin Yedinci Ricası’nda bulunan Türkçe tercümesinden okuyarak bir süre o mahzun anları tahattur ettik.
Kaleden inerken Samanpazarı semtinden geçtik. Maksadımız, dört mevsimi içinde yaşayacak şekilde inşâ edilen eski Ankara evlerinden birini gezmekti, ama mesai saati bitmeden müzeye yetişmemiz gerektiğinden sadece birkaçının önünden geçerek eski meclis binasına geldik.
Kesme taştan yapılan iki katlı, kemerli, yüksek pencereli, dik çatılı, geniş saçaklı, önden ve yandan girişli büyük bir konak olan binanın o iş için yapılmadığı ilk bakışta anlaşılıyordu.
Meclisin ilk azalarından Abdülgani Ensarî Efendinin gördüğü, Said Nursî’nin de “Ey Ensarî, bu rüya işaret ediyor ki, artık sizin meclisinizden iman nuru, mâneviyât ve ruhaniyât uçtu gitti” diyerek tabir ettiği bir rüyada da işaret edildiği gibi, önce mânen boşalmıştı bu bina.
Ardından başka bir yere daha büyük meclis binası yapılıp Türkiye Büyük Millet Meclisi oraya taşınınca fiilen de boşaldı ve ruhsuz bir ceset terk edilmişliğiyle orada öylece kaldı.
Bu yüzden içinde Bediüzzaman Said Nursî’ye ve diğer mâneviyât ehli insanlara ait hiçbir iz bulamayacağımızı bile bile içeriye girdik ve loş koridorları, boş odaları, ıssız salonları hızlı adımlarla dolaştık.
Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemal’le hiddetli münakaşalar ve heyecanlı münâzarâlar yaptığı bu binada, onlardan söz edilmese bile, onun ‘Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hâl ve akd’ diye başlayan ve mecliste yükselen akl-ı selîmin tek örneği sayılan beyannâmesinin aslı çerçevelenip bir kenara asılsaydı, millet meclisinin müzesi, müstesna bir fikir hürriyeti belgesi ile zenginleştirilmiş olurdu.
Heyhât!..
***
Bu tahassür içinde ayrıldık metruk meclis binasından.
Aslında Taşhan, Ankara Oteli, Beyrut Palas gibi Üstadın geldikçe kaldığı otelleri ve tenezzüh için gittiği yerleri de gezip görmek istiyorduk, ama o binayı istilâ eden menhus ruhun ufûneti ruhumuzu öyle bir sıktı ki, kendimizi istasyona zor attık.
Tren istasyonu eski meclis binasından daha şanslı. Çünkü hem büyük ölçüde aslını korumuş, hem de hâlâ yapılış maksadına uygun olarak hizmet vermeye devam ediyor.
Meclis binası gibi, onun da içinden pek çok insan gelip geçti. Hâlâ günün muayyen saatlerinde gelen, giden, karşılayan, uğurlayan her çeşit insanın kaynaştığı bir mahşer. İçlerinde dünyaca meşhur pek çok insan da var elbette. Lâkin Van’a gitmeye hazırlanan Bediüzzaman Said Nursî de yok, onun yanına gelip şehir meydanlarına diktireceği heykeller için fetva almaya çalışan Mustafa Kemal de.
Bediüzzaman, Denizli Mahkemesine sevk edilirken, onu başında sarıkla yakalayıp cürm-ü meşhut yaparak zorla başına şapka giydirmeye çalıştığı hâlde küçük bir pire yüzünden menfur emelini gerçekleştiremeyen Ankara valisi de yok.
Şimdi hepsi hayat istasyonunun kabir tarafında. Burada sadece o ‘Ankara’nın en kara hâleti içinde’ yaşanan o elim hadiselerin hafızalarda kalan sisli hatıraları var.
Biz de bu vesile ile o hadiseleri, yaşandıkları yerlerde şöyle bir hatırladık ve Bediüzzaman’ın yaptığı gibi ilk gelen kara trene atlayıp Ankara’dan ayrıldık.
24.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|