Bazı insanlarla aynı zamanda yaşamak bir şanstır.
Onlarla tanışmak, görüşüp konuşmaksa hayatî bir kazançtır.
Yaşanan zaman kısa olsa ve bizzat tanışıp görüşmek mümkün olmasa da, sadece onların varlıklarından haberdar olmak, hayatlarını araştırıp eserlerini okuyarak hâl ve hareketlerini örnek almak bile o şansı kazanç hâline getirmeye yeter.
Bunun için de hayatını dâvâsına adayan ve dinin, milletin, devletin mukadderatını tayin edip cemiyeti şekillendiren hadiselerin içinde yer alan insanların serencamlarına âşina olmak gerekir.
Fakat öyle insanların sayısı pek fazla değildir.
Merhum Ahmed Feyzi Kul da onlardan biridir.
Bizim kuşak, yirmi yıl kadar onunla aynı zaman içinde yaşadı.
Ahmed Feyzi Kul’la ortak yanımız sadece yaşadığımız zamandan ibaret değildi. Din, iman, İslâm, vatan, millet, devlet, bayrak gibi uğruna can adadığımız daha pek çok müşterek değerlerimiz vardı.
Daha mühimi, bu zaman içinde biz de onun hayatını vakfettiği ve maruz kaldığı onca sıkıntıya, ıztıraba, kedere, eziyete, mahkemelere, hapishanelere, maddî mânevî mağduriyetlere rağmen zerre kadar inhiraf etmediği dâvâsını dâvâ edinme niyeti ve gayreti içinde olmamızdı.
Lâkin pek çoğumuz onunla görüşme ve hayat maceralarını dinleyip hizmet tecrübesinden istifade ederek onunla aynı zamanda yaşama şansını kazanca çevirme fırsatı bulamamıştık.
Bu bizim için hayatî bir kayıptı.
Ahmed Feyzi Ağabey, birlikte yaşadığımız zamanın dışına çıktıktan sonra anlamıştık kaybımızın ne kadar büyük olduğunu. Zîra o, her anından farklı dersler çıkarılabilecek ibretli hâdiselerle dolu semereli bir ömür sürmüştü.
Bu kaybı bir nebze de olsa telâfi etmenin çaresi, onu biraz daha yakından tanımaktı. Onu tanımanın en güzel vesilesi ise tanıtma mükellefiyetiyle hareket etmekti.
Bilhassa Ramazan gibi mübârek bir zamanda.
***
Ahmed Feyzi Kul, 1898 yılında Uluborlu’da doğdu.
O yıllarda milleti saran maddî, mânevî sıkıntılar ve devleti sarsan dahilî, haricî tehlikeler yüzünden memleketin her yerinde olduğu gibi Isparta ve çevresinde de insanlar ancak günübirlik yaşayabiliyorlardı.
Bu yüzden, bilhassa kasabalarda ve köylerde yaşayan aileler çocuklarını okutarak geleceğe hazırlamaktan ziyade ev işlerinde çalıştırma cihetine gidiyorlardı.
Ahmed Feyzi’nin ailesinin durumu da diğerlerinden pek farklı değildi ama onlar çocuklarını günlük işlerde çalıştırmak yerine okutarak memlekete, millete faydalı hâle getirmeyi tercih ettiler.
Ailesinin bu hassasiyeti sayesinde Ahmed Feyzi iyi bir eğitim aldı, terbiye gördü ve çevresinde sağlam karakterli, bilgili, görgülü mert bir şahsiyet olarak temayüz etmeye başladı.
Mahallî mektepleri bitirdikten sonra İstanbul’a gidip Darü’l-Muallimin mektebine kaydoldu. Maksadı okuyup muallim olmak ve bilgili, faziletli insanlar yetiştirerek memleketine bu yolla hizmet etmekti.
Memlekette savaş hâli devam ettiği için okulu bitirmesine fırsat kalmadan ihtiyat subayı olarak askere alındı ama talimgâha öğretmen olarak tayin edildiği için ideallerini orada gerçekleştirmeye gayret etti.
Lâkin talimgâhta da fazla kalamadı. Muharip sınıfına alınıp Dördüncü Orduda takım kumandanı olarak Sina Cephesine gönderildi ve takımı ile birlikte düşmanla çatışmalara girerek önemli başarılar kazandı.
Diri Bellut muharebelerinde ağır yara alarak esir düştü ve Mısır’a götürüldü. Diğer yaralı Türk subaylarının tedavi edildiği Abbasiye Hastahanesinde uzun süre tedavi gördü.
Biraz iyileşince Helyopolis esir kampına götürülen Ahmed Feyzi, 1919 yılı Sonbaharında yapılan anlaşma neticesinde bazı Türk subayları ile birlikte memlekete iade edildi.
Vatana döndükten sonra Aydın ve İzmir illerinde çeşitli işlerle meşgul olarak ailesinin geçimini sağladı. Bu arada fırsat buldukça çeşitli gazete ve dergilerde dinî muhtevalı yazılar yazdı.
Yazmak kadar hitabet sahasında da maharetli olduğundan derin meseleleri başarı ile işlediği yazılarının yanı sıra meclislerde yaptığı hoş sohbetleri ve beliğ konuşmaları sayesinde de her seviyeden insanla irtibat kurma imkânı buldu.
Bediüzzaman’ın, “Risâle-i Nur’un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdi. O kasaba onunla iftihar etmeli” diye tavsif ve takdir ettiği Milaslı Halil İbrahim’le de böyle bir sohbette tanıştı.
Ahmed Feyzi, onun vasıtasıyla tanıdığı Risâle-i Nurları okuyup o eserlerde ‘insanın hiss-i seliminin takdir ettiği bir müstesnalık’ olduğunu müşahede edince zamanının çoğunu okumaya ayırdı.
Nurları okudukça fikir dünyası gelişti; hâli, tavrı farklılaştı ve hayatında yepyeni bir merhale başladı. Yazılarında, konuşmalarında ve sohbetlerinde hep Risâle-i Nurları anlatmaya gayret etti.
Çok iyi bildiği cifir ilminin, ebced hesabının ve istihraç kabiliyetinin de tesiriyle bazı bahislere ilgisi arttıkça önüne yepyeni bir meşguliyet sahasının açıldığını hissetti.
O sahadaki tetkikatını derinleştirip Said Nursî’nin mânevî makamını keşfettikçe ona duyduğu hayranlık arttı ve takdir hislerini ifade eden sitayişkâr mektuplar yazdı.
Zamanla hasrete dönüşen bu takdir hislerini mektuplarla teskin edemeyince ziyaretine gitti. Onunla yaptığı ilk görüşmede, mânevî vazifesi hususunda eserlerinde gördüğü işaretleri teyid eden çeşitli hâller müşahede edince hayran kalıp hizmetine girdi.
Artık yegâne meşguliyeti Risâle-i Nurların istinsahı ve intişarı idi. Bu maksatla çoğu zaman bazen çocukları ile birlikte geceleri sabaha kadar yazdığı Risâleleri Üstadına tashih ettirdikten sonra gittiği her yere götürdü, anlattı, dağıttı.
Bediüzzaman’ın yanından pek ayrılmamasına rağmen bir tevafuk neticesinde Eskişehir Hapishanesine girmedi ama hapishanede de, sürgün yıllarında da Üstadı ile olan irtibatını hiç kesmedi ve hizmetlerine gün geçtikçe artan bir hızla devam etti.
Bediüzzaman Said Nursî, 1943 yılında Denizli Hapishanesine hapsedildiğinde talebelerinin arasında o da vardı. Hapishanenin ağır şartlarına rağmen cesareti, metaneti ve şecaati ile Meyve Risâlesinin telifine yardım etti.
O zaman Denizli Mahkemesinde yaptığı müdafaalarla da dikkati çekmişti ama bu sahadaki asıl maharetini 1948 yılında başlayan Afyon Mahkemesindeki müdafaası sırasında gösterdi.
İlk olarak, din âlimleri ile görüşmenin, onların yazdığı dinî kitapları okuyup yazmanın ve arkadaşlarına vermenin her insanın en tabî hakkı olduğunu, suç sayılmaması gerektiğini söyledi.
Ardından da Peygamberimizin (asm) ahir zamanda geleceğini haber verdiği şahısların meselesine girdi ve kıyamet alâmetlerini ihtiva eden Hadis-i Şeriflerden örnekler vererek meseleyi vukufiyetle izah etti.
Kendisi için olduğu kadar Nur hizmeti açısından da tehlikeli olduğunu bildiği halde hazırladığı uzun müdafaada Said Nursî’nin manevî şahsiyetini nazara vermek istiyordu.
Bediüzzaman’ın, “Ben onun bin kusurunu görsem, ondan gücenmem. Fakat Nurlara zarar gelmemek için cesurâne ve ihtiyatsız hareketten bir derece çekinmek lâzım” diyerek ikaz edince hitabını yumuşatmaya çalıştı.
Muhataplarının, Üstadının mânevî şahsiyetini bildikleri ve kiminle mücadele ettiklerini anladıkları takdirde, hem mahkeme heyetinin bazı üyelerinin intibaha geleceğini hem de ahâlinin Risâlelere ilgisinin artacağını hissettiği için kararından vazgeçmedi.
Hizmetin bu cihetinin kendisine tekabül ettiğini düşünmesinin de tesiriyle zaman zaman “Ey Üstad! Bütün dünya senin büyüklüğünü, hakkaniyetini, İlâhî memuriyetini inkâr etse ve sen de onların bu inkârlarını tasdik etsen, illâ bu Ahmed Feyzi senin muhteşem mahiyetini, müceddidiyetini, İlâhî memuriyetini bütün cihana ilân edecektir” diye feveran etmekten kendini alamadı.
Mahkeme salonlarında resmen yapamadığı bu ilânâtı hususî sohbetlerde ve Nur derslerinde sık sık dile getirmekle de iktifa edemeyince bu hususta bir eser yazmaya karar verdi.
Manisa’nın büyük âlimlerinden İsmail Hakkı Efendinin de yardımı ile ‘Mâidetü’l-Kur’ân, Hazinetü’l-Bürhan’ adlı eserini yazdı. ‘Kur’ân Sofrası ve Deliller Hazinesi’ mânâsına gelen ve Risâle-i Nur’un tefsir ciheti ile Said Nursî’nin mânevî şahsiyetini nazara verdiği eserini Üstadına takdim etti.
Bediüzzaman’ın, esere kendi el yazısı ile yazdığı duâda kendisinin ve İsmail Hakkı Efendinin isimlerinin yanı sıra, kitabın adını da zikretmesini, eserde dile getirilen kanaatlerin, bizzat muhatabı tarafından teyidi saydı ve mânevî bir mazhariyet olarak gördüğü bu duâ ile hayatı boyunca iftihar etti.
16 Ekim 1972 tarihinde ahirete irtihal ettiğinde, berzah âlemine de bu duâ ile uğurlandı:
“Yâ Erhamerrahimîn, İsm-i Âzam hürmetine, bu Hazinetü’l-Bürhan’ı yazan Ahmed Feyzi ve İsmail Hakkı’yı Cennetü’l-Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Amîn, âmin, âmin!..”
***
“Risâle-i Nur’un mânevî avukatı.”
Bediüzzaman Hazretleri, böyle tavsif etmişti Ahmed Feyzi’yi.
Biz de onun ihlâsının, samimiyetinin, sadakatinin, cesaretinin, metanetinin, şecaatinin ve Bediüzzaman’ın mânevî şahsiyetini teşhis eden istihraçlarının yanında mânevî avukatlık hasletini de örnek aldık.
Zîra, Türkiye gibi tarihî kimliğini kaybeden, kendine has millî bir şahs-ı mânevî kişiliği de kazanamayan ülkelerde her an her şeyin değişmesi mümkündür.
İnsanlığın refahının, saadetinin temelini teşkil ettiğinden dünyanın hiçbir yerinde asla değişmemesi gereken adalet anlayışı ve hukukun üstünlüğü telakkisi bile bu bahtsız gidişattan nasibini alabilir ve—hâlen yaşandığı gibi—bu yüzden pek çok insan mağdur olabilir.
Biz de tekrar o maznunların ve mazlûmların arasında yer alabiliriz.
Eğer bir gün Risâle-i Nurları okuyup okuttuğumuz için hapse atılır, mahkeme salonlarında yaptığımızın suç değil hak olduğunu anlatmak mecburiyetinde kalırsak onu örnek alacağız.
Ve biz de onun gibi merdâne haykıracağız:
“Biz Bediüzzaman’ı, zamanın en büyük din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden dolayı mesul olmayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.”
15.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|