Tüketen bir canavar mı, şirin bir emanet mi?
“Nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder.”
(Bediüzzaman)
İnsanların kalp ve ruh aynasına göre dünyaya ve olaylara bakışı çeşitlenir. Yani insan ne düşünüyorsa öyle nazar eder. Bu duruma göre çeşitlilik arz eden algılamalar, evlilik ve evliliğin en güzel meyvesi ve nimeti olan çocuk yorumlarında da farklılıklara sebebiyet verir. Keza bu nazarların bir vechesi noktasında, Batıda ‘özgürlük’ sloganı adı altında bazı kesimlerce evlilikten ve çocuktan uzak bir hayat tavsiye edilmekte ve özendirilmeye çalışılmakta.
“Kimseye bağlı yaşayamam” mânâsındaki bir özgürlük algısına insanları götüren en önemli hususlardan biri salt dünya anlayışı olsa gerek. Hayatın sonunu sıfır görmekten ya da hazır lezzetlere meftun kör hissiyâtların ölümden sonrasına gaflet vermesiyle gelen yaklaşımlar insanı bireyselleştiriyor, bencil, sadece kendi hayatını ve şahsî menfaatlerini düşünen bir insan profili çıkarıyor ortaya. Bu durumda da en popüler eğilimler; lüks yaşantı, keyfince yaşama ve dünyaya endeksli idealler oluyor. Dolayısıyla bu istek ve heveslere, kendince mani unsurlar ne olursa olsun feda edilip inkâr edilebiliyor.
Bu hal, özellikle insanların evlenmemesinin ve evliliklerin çoğunun kısa sürede boşanmayla sonuçlanmasının en büyük sebeplerinden biri olsa gerek.
“Ben özgürüm, eşime bağlı yaşayamam, zevklerimi sınırlandıramam, kariyerime engel teşkil edecek unsurlara tahammül edemem” gibi yaklaşımlar evliliği ve beraberinde gelen bebeği çekilmez hale getiriyor. Ferâgat, paylaşmak, fedakârlık gibi kavramlar kendinden ödün verme olarak algılanabiliyor ve mahrumiyetlere sebebiyet veren, özgürlüğe ket vurucu hasletler olarak çıkabiliyor karşımıza.
Bir dergide dikkatimi çeken bir yazının tüyler ürperten başlığı şöyleydi: “En güzel bebek oyuncak olandır.”
Neden? Çünkü bebek sizi kendinize bağlar, egonuzu yer bitirir, dünyaya dair bir çok arzunuzdan sizi koparır, kendinizden ödün verirsiniz, özgürlüğünüzü sınırlar, dünyevî hedeflerinize manidir! Halbuki bu dünyada yaşamak ve tutmak istediğiniz çok şey vardır! Dolayısıyla bebek sahibi olmak, yaşamak ve yapmak istediklerinize manidir! Verilecek olan bebek sanki sizi tüketip bitirecek küçük bir canavar gibidir! Dolayısıyla onun için yaşayamaz ve kendinizi harcatamazsınız!
Nazar ve niyet, eşyanın mahiyetini nasıl da değiştiriyor. Fıtrî güzelliği ve şirinliğiyle insanın şefkatini harekete geçiren bebek nasıl da bir nazarla farklılaşıyor. Sadece dünya için var olma düşüncesi, maddeci anlayışlar ve imandan mahrum olan kalpler, nasıl da ürpertici nazarlar veriyor insanların gözüne.
Bu durumun tehlikeli bir tarafı ise, Batıda oldukça ciddî boy gösteren bu eğilimin, ülkemizde de değişik yayın organları vasıtasıyla toplumumuza mal edilmeye çalışılması. Kezâ bahsi geçen yazıda çocuksuz bir evlilik anlayışının Avrupa’da birçok ailenin, özellikle bayanların tercihi olduğu aktarılmakta ve bu anlayışın geleceğe mal olacağına dair görüşler serdedilmekte. Malûm olduğu üzere bizde alışkanlık halini almış bir husus, çoğu şeyi batıdan doğuya akıtmamız. Her haliyle batıyı örneklemeye çalışmamız. Bunun için meseleleri iyi tahlil edip neyin doğru ya da yanlış olduğunu tesbit edebilmemiz çok önemli.
***
İman, bütün varlıklar arasında bir bağ ve rabıtaya sebeptir. Yani Yaratıcısını bilen insanın her unsurla bir nevî kardeşliği vardır. Çünkü iman vasıtasıyla Yaratıcıyla kurduğu bağ, diğer bütün mevcudatla bir irtibat kurmasına sebeptir. Kendisini kim yaratmışsa, onları da, eşini de ve çocuklarını da yaratan O’dur. Bu mânâdan gelen çok esaslı yakınlıkları vardır. Dolayısıyla eşi de, bebeği de bir nevî Yaratıcının emaneti ve ihsanıdır. Bu bilinçle birbirlerine ve çocuklarına bakarlar. Diyalogları ve birliktelikleri sadece bu dünya için değildir. Yaratıcılarının rızasını kazanma adına ve Onun şefkatine, güzel isimlerine en güzel şekilde âyine olma noktasında birbirlerine karşı hoşgörülü yaklaşırlar, fedakâr ve özverilidirler. Bebeklerine ise biyolojik bağın çok ötesinde bir yaklaşımla nazar eder ve severler. Elbette ki çocuk yetiştirmek fedakârlığı ve ödün vermeyi gerektiriyor. Ama bu dünya ebedî değildir ki bundan kaçalım. Zaten Rabbimizin bebeğe mukabil ebeveynlere verdiği şefkat duygusunun ve lezzetin, o zahmet ve sıkıntıları çok geride bıraktığı da bir gerçektir. Ama maalesef bahsi geçen Batıdaki örnek insanlarda olduğu gibi varolduğu dünyayı kendi adına fırsat görme ve bunun neticesinde doğan ben merkezli yaklaşımlar ve sınırsız eğlence, sefahat arzusu ya da dünyevî kariyer düşüncesi ne yazık ki fıtratı bozuyor, şefkati bastırıyor ve her şartta sadece ‘ben’ dedirtiyor.
Gençlik dönemlerinde şefkat ve merhamet hislerini bastırarak çocuksuz bir yaşantıyı tercih eden insanlar, ileri yaşlarda kendileri adına şefkat, ilgi bekleyecekleri çocuk ve torunlara ihtiyaç hissediyor. Ne yazık ki büyük ihtimalle hatırsız bir yalnızlıkla hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Gerektiğinde kullanılmayan hasletler, bir zaman sonra kendilerine karşı da kullanılmıyor. Çünkü biliyoruz ki başkalarına merhametle yaklaşmayan, merhametten mahrum bırakılacaktır.
Dolayısıyla Yaratıcıyı bilmek ve Onun hikmeti üzere yaşamak olmalıdır gayemiz. Kezâ “Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiştir.”1 İnsanların derecelerini belirleyen; kendilerine verilen maddî ve manevî teçhizatları, duygu ve lâtifeleri hangi hikmet üzere kullandıklarıdır. Nefis ve şeytanın kölesi olmaksızın, Yaratıcının çizmiş olduğu istikamet üzere hayat sürmekle insan gerçek özgürlüğü yaşayacak, kemal bulacak ve insana yakışır bir keyfiyet kazanacaktır.
İmanlı bir nazar da “En güzel bebek, oyuncak olandır” mânâsına hiçbir zaman nazar etmeyecek, “Bebek, en şirin ve tatlı bir emanet!” diyecektir.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 2:269
|