Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Fransız küstah olmaya küstah da!



Sonunda beklenen oldu ve “özgürlükler ülkesi” sıfatını kimseye vermeyen, ama dünyanın dört bir yanında sömürgelere kanla hükmetmiş Fransız’ın meclisinden kendi tarihini de, insanlık onurunu da, bilimsellik dokunulmazlığını da ortadan kaldıran, umursamayan karar hafta içinde çıktı…

Çoğu zaman iddia ettiğimiz gibi bu olay; yaklaşan seçimlerde sadece bir miktar Ermeni oyunu almak isteyen siyasilerin küçük hesaplarının sonucu değil… Kökü tarihimizde yaşanmış olayların, halkalar eklene eklene bugünlere gelebilmiş uluslar arası siyasî oyunları zincirindeki son durum!

Tam da aynı günde Orhan Pamuk’a verilen “Nobel” ise bir yanıyla aba altından sopa gösterme, bir taraftan “çağdaş devşirmelik”in geldiği son noktayı gözümüze sokma, bir taraftan da sanki; “bakın… Bizim istediğimiz gibi düşünüp, yazıp, konuştuğunuzda sizi ödüllendirmesini de biliriz” demenin Batıcası!

Fransa’nın almış olduğu bu ayıplı karar aslında; taa Taşnak ve Hınçak örgütlerini yetiştirip beslemesiyle başlayan bir hesabın geldiği son nokta…

O zaman bizim de taa o günlere sağlıklı biçimde bakmamız gerekmiyor mu?

Zaten başından beri bu konuda dilimizin tutukluk yapmasının sebebi, Osmanlı tarihiyle sürdürdüğümüz resmî dalaşmadan bir türlü kendimizi kurtaramayışımız değil mi?

Tanzimat döneminde ne gibi olaylar yaşadık?

Meşrûtiyet döneminde neler oldu?

Balkan Savaşı günlerinde Anadolu’da cirit atanlar kimlerdi, yardakçıları ve yol göstericileri kimler?

Jön Türkler ve İttihad Terakki’nin tarih sahnesindeki gerçek yüzünü ne kadar bilebiliyoruz bugün bile?

1. Dünya Savaşına nasıl ve niye girdik?

Onca toprak kaybından sonra kanla, canla ve imanla kurduğumuz Cumhuriyet döneminde yaşanan kimi olaylar sadece göründükleri gibi miydi acep?

Meselâ; 1935, 1942, 1946, 1950, 1960, 1971, 1980, 1997 dönemeçlerinin öncesinde, esnasında ve sonrasında neler oldu?

Söz konusu dönemlerde, dönemeçlerde görünürde hangi olaylar vardı arka planlarda neler yaşandı?

O dönemlerde hangi “kahraman”lar suçlana geliyor resmî tarihimizde de kimler “kahraman” olarak sunuluyor millete?

Neden?

Sultan Abdülhamid’e suikast düzenleyenlerin başarısız olmasına üzülenlerin bugün Fransa’yı eleştirmeye ne kadar hakları vardır?

Sahi… O gün o kişiler kimlerden nasıl cesaret alabilmiştir ki Sultan Abdülhamid’e bombalı saldırı düzenleyebilmişlerdir?

Bombalı saldırıdan bahsetmişken… Çeyrek yüzyıl kadar öncesinde, diplomatlarımıza suikastlar düzenleyenler ve destekçileri, hâmileri kimlerdi?

Günümüzde Cumhuriyet’i savunduğunu ve yücelttiğini sanan kimi gafillerin; bu topraklarda iz bırakmış Selçuklu ve Osmanlı hatta Bizans’ı da yok saymayı tercih edişlerinin sonucu değil midir biraz, “Ermeni” kelimesi etrafında nafile dönüşlerimize sebep?

O halde önce kendi tarihimizle yüzleşip, kendi tarihimizle barışacağız… Ardımızda vebal, yalan, iftira bırakmadıktan sonra göreceğiz ki değil sadece Fransa, bütün dünya benzer kararlar alsa bile vız gelip tırıs geçecek. Kaldı ki… O zaman zaten böyle bir karar almaya kimse tevessül de edemeyecektir!

Yeter ki öncelikle ve ivedi olarak, samîmî biçimde, bilimsel yöntemlerle, her türlü yanlılıktan ve tek taraflı bakış açısından uzak biçimde Osmanlı tarihiyle yüzleşelim. Helâlleşelim. Ondan sonra Fransız’ın hangi sebeple olursa olsun yaptığı küstahlık Eyfel Kulesi gibi orta yerde kalakalır çırılçıplak. Onu da nasıl saklarlarsa saklasınlar!

Birkaç Fransız’la sohbet

Bu olay bana birkaç Fransız’la yaptığım bir sohbeti hatırlattı niyeyse…

Sanıyorum 4 yıl önceydi… Bir gün kültürel bir ortamda, ülkemizde incelemeler yapmak, sosyal-kültürel yapısını izlemek üzere İstanbul’da bulunan birkaç Fransız aydınıyla(!) aynı masaya düşmüştük…

Yemekler yenilmeye başlanıp oradan buradan muhabbet ediliyordu ki; bir süre önce yaşadığımız 1999 depreminin ardından Batılı ülkelerin nasıl yardımımıza koştukları getirildi masaya Fransız misafirler(!) tarafından ve içlerinden birisi; “Biz tarihimiz boyunca Osmanlı’dan günümüze ne zaman başınız sıkışsa size yardım etmişiz!” deyiverdi…

Dilimin ucuna cevabı geldi, ama o cevabı yutkundum ve tam da o günlerde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanan İstanbul’un yaşadığı deprem felâketleriyle ilgili araştırma kitabında okuduğum bilgilere dayanarak, kibarca şöyle söyledim: “Gerçekten haklısınız! Fransızlar olarak her daim yanımızda olmuş, yardım etmişsiniz. Meselâ daha önce yaşadığımız büyük depremlerde hatırı sayılır yardımlar yapmışsınız. Hem de öylesine titiz ve dikkatli nokta(!) yardımları yapmışsınız ki; hangi semtteki hangi Ermeni kilisesine, Ermeni okuluna ya da Ermeni mahallesine yapılacağına kadar şartlı aynî ve nakdî yardımlarda bulunmuşsunuz!”

Masadaki Fransız misafirler(!) bu sözlerimden memnun olmadılar… Aralarında bir şeyler konuştular ve sözü birden ülkemizin AB’ye giriş sürecine getirdiler… İçlerinden biri gerilmiş yüz hatlarıyla ve birkaç defa üstüne basa basa tekrarlayarak; “Artık bizimle daha iyi geçinmelisiniz… Çünkü AB’ye girebilmeniz bizim dudağımızın ucunda… ‘İstemiyoruz!’ dedik mi, işiniz biter! Unutun AB’yi MB’yi…” deyiverdi… Ve böyle davranmaya mecbur oluşumuzdan, Fransa sayesinde AB’ye girdiğimizde de bu iyiliği (!) unutmamamız gerektiğinden, Fransa’ya sonuna kadar “borçlu” kalacağımızdan da bahsetti devamında…

Bu cümleler bana tercüme edildiğinde az önce dilimin ucuna gelen ve yutkunduğum cevabı veriverdim: “Bakın… Biz hiç bir zaman yaptığımız iyiliği başa kakmayı sevmeyiz! Kültürümüzde bu bir ayıptır… Demin diyecektim ama bu sebeple vazgeçtim… Ancak şimdi siz bir ‘borç’tan bahsedince söylemem kaçınılmaz oldu! Eğer bizimle sizin aranızda bir ‘borç’ söz konusu ise sizin bize atam Kanuni’den bu yana duran bir borcunuz zaten var!

Dediğiniz gibi bir durum olur da size borçlanmış sayılacak olursak, belki belki 400 küsûr yıllık borcunuzdan düşmüş olursunuz! Eğer atam Kanuni o iki satırlık mektubu yazmasaydı ortada bugün Fransa diye bir devlet bulunmayacak, sen şimdi karşımda olamayacak, olsan da karşımda bir Fransız olarak oturamayacaktın… Ama biz AB’ye girsek de girmesek de Müslüman bir Türk olarak var olacağız!”

Masada buz gibi bir hava esti elbette… Ve misafir(!) efendiler hafif sırıtışlarla konu değiştirmek lüzumu hissettiler!

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Son sekiz gün



Bir Ramazan-ı Şerifin daha sonuna yaklaştık. Allah nasip ederse, haftaya bugün son orucumuzu tutacak ve ertesi gün de Ramazan Bayramını idrak edeceğiz.

Böylece, ömrümüzün bir Üç Aylarını daha geride bırakacağız. Bundan sonra kaç Üç Aylar ve Ramazan göreceğimizi sadece Allah biliyor. Dolayısıyla şu sayılı günlerin kıymetini ona göre değerlendirmemiz lâzım.

Geride bıraktığımız Ramazan günlerinde, Lâhika sayfamızda Risale-i Nur’daki Ramazan ve oruç bahisleri geniş geniş aktarıldı.

Üstadın, Ramazan’ın manevî kıymet ve ehemmiyetini izah ettiği, birçoğu hapislerde yazılmış olan lâhika mektupları da bu meyanda derli toplu bir şekilde yayınlandı.

Bu mektuplar içinde özellikle biri çok dikkat çekiciydi.

Bu önemli mektubunda Bediüzzaman şöyle diyor:

“Şu mübarek şehr-i Ramazan (Ramazan ayı) Leyle-i Kadri (Kadir Gecesini) ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir Leyle-i Kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkidir.” (Barla Lâhikası, s. 159)

Demek ki, duaların kabul edildiği “saat-i icabe”yi Cuma’nın, Kadir Gecesini Ramazan’ın tamamına gizleyen Rabbimiz, Leyle-i Kadrin sır ve şifresini barındıran Ramazan ayını da hayatımızın bütününe saklamış.

Bunun hikmeti ise son derece açık: Bütün Ramazan’ları, “o sırrı yakalama” şuur ve cehdi içinde bihakkın ihya etmeye teşvik.

Ne kadar ince ve lâtif bir teşvik sistemi...

Her bir Ramazan ayında, özellikle son on günün geceleri içerisinde, “seksen senelik ibadet” sevabını kazandırabilecek manevî potansiyele sahip Kadir Gecesini aramak.

Eriştiğimiz her Ramazan’ı bu mânânın tecellîsine mazhar kılma çabası içinde olmak.

Ve bu yoldaki samimî arayışla, bütün bir ömrü, fâni saat, gün, hafta, ay ve yılları bâkileştirme idrak ve şuuru içinde yaşamak.

İşte bu idrak ve şuurun zirvesindeki isimlerden biri olan Bediüzzaman’ın, Ramazan’ı, özellikle on beşinden sonraki geceleri, sair gecelere göre çok daha farklı bir hassasiyetle değerlendirme çabasına girmesinin ve talebelerini de buna teşvik etmesinin hikmeti bu.

Gerçi o zaten her gecesini Kur’ân, ibadet, evrad ve ezkârla nurlandıran bir insandı.

Ama Ramazan’da bu çabası daha da katlanarak artıyordu. Çünkü o, Kadir Gecesini ibadet, secde ve dua ile geçirdiği esnada eşi Hz. Aişe’nin (r.a.) “Bu kadarına gerek var mı?” iması taşıyan sualini “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek cevaplayan Hz. Peygamberin (a.s.m.) bu çağdaki vârisiydi.

Üstadın bu gayretini, yakın talebelerinin hatıralarında okumak mümkün. Bunlardan Cennetmekân Tahirî Mutlu’nun anlattıkları, İhsan Atasoy’un yeni çıkan “Kulluğu İçinde Bir Sultan” adlı orijinal eserinde, şehit Bayram Yüksel’in hatıraları da Necmeddin Şahiner’in “Son Şahitler” dizisinde okunabilir.

Kendimizi o teşvikin muhatabı sayıyorsak, fâni ömrü bâkileştirmek için kurulan manevî şirketteki payımızı arttırma fırsatını kaçırmayalım.

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Nine’ bulabilsek, dinleyeceğiz



Kış mevsiminin yaklaşmasıyla birlikte, başta ‘grip’ olmak üzere ‘mevsim hastalıkları’nda artış görülüyor. ‘Koruyucu sağlık hizmetleri’nin yetersiz oluşu da ‘bulaşıcı’ hastalıkların daha hızlı yayılmasına yol açıyor.

Sağlık, son yılların en hızlı büyüyen sektörlerinden biri. Türkiye de bu sektörde yaşananlardan yana çok dertli. Bazı ilâç firmalarının ‘tedavi’ yerine, daha çok ilaç satmak maksadıyla ‘hastalık ürettikleri’ iddia edildi ki, buna ‘duyulması, yaşanmış olmasından daha beter’ demek lâzım. Üstelik bu iddia, Emniyetin raporunda dile getirilmiş. (Bugün, 3 Ekim 2006)

Sağlık sektöründe yapılan haksızlık ve yolsuzluklar da gündemden hiç düşmüyor. Türkiye’nin bu konuda yaşadığı sıkıntı, hükümetleri de bunaltmış durumda. Gerçekte, ‘fıtrat’a uygun tedavi metodlarını gözardı etmemizin sıkıntısını çekiyoruz.

İstanbul Tıp Fakültesi Enfeksiyon Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Semra Çalangu, ‘grip’i değerlendirdiği açıklamasında şöyle demiş: “Ninenizin tenbihlerini unutmayın, emin olun daha az hastalanırsınız.” (Vatan, 14 Ekim 2006)

Pek çok konuda ‘ninelerimiz’ haklı olduğu halde, ‘menfaat şebekeleri’nin çalışması sonucu tecrübe ile sabit olan uygulamalar, “kocakarı ilâçları” diye küçümsendi. ‘Kocakarı ilâçları’ ile tedavi edilebilen hastalıklar, milyar dolarlık sektörler oluşturdu. ‘Meyve’ler yoluyla tabiî bir şekilde alınabilecek vitaminler, ‘kutu’lara girince değer kazandı. Prof. Çalangu, bu konuda da uyarıyor: “Ben vitamin hapı almanızı bile tavsiye etmem. Bir zararı yok, ama Türkiye bir meyve cenneti. Çeşit çeşit portakal var, mandalina, greyfurt var. Bunun biberi, domatesi var. Böyle doğalı dururken, hap almaya ne gerek var?” (agg.)

Peki, genel olarak Türkiye’deki çocuklar/aileler ‘nine’lerini dinleyebilecek durumda mı? Bulsalar belki dinleyecekler, ama ‘çekirdek aile’ denilmek suretiyle aileler de yalnızlığa mahkûm edildi. Çocuklar, ‘nine’ ve ‘dede’lerinden bir şekilde koparıldı. Maalesef, dede ve ninelerin dizinin dibinde büyüyen, onlardan ‘öğüt’ alan çocuklar sadece ‘hikâye’lerde kaldı.

Uzmanlar uyardığına göre, bari bundan sonra yanlıştan dönelim ve ninelerimizin/ dedelerimizin tecrübesini, ‘kocakarı ilâçları’ diyerek ters yüz etmeyelim!

*

‘Anadolu’nun nesi eksik?

“Ankara’nın havayolu yolcu kapasitesini yıllık 2 milyon kişiden 10 milyon kişiye çıkartacak olan Esenboğa Anatolia Havalimanı İç ve Dış Hatlar Terminali’nin açılışı dün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı törenle yapıldı.” (Hürriyet, 13 Ekim 2006)

Bu haber neyin delili? Çok güzel ve gerekli bir yatırım yapılmış ve başşehir yeni bir ‘terminal’ binasına kavuşmuş. Peki, yılların Esenboğa’sına “Anatolia”yı eklemek neyin nesi? Hani, dilimizi koruyacaktık? Hani, yabancı kelimelerin istilâsından “Türkiye’yi idare edenler” de rahatsızdı? “Anadolu”nun nesi eksik ki, “Anatolia” diyorlar?

Körü körüne yabancı isim hayranlığını bıraksak iyi olacak...

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

‘Nur’un mânevî avukatı’



Bazı insanlarla aynı zamanda yaşamak bir şanstır.

Onlarla tanışmak, görüşüp konuşmaksa hayatî bir kazançtır.

Yaşanan zaman kısa olsa ve bizzat tanışıp görüşmek mümkün olmasa da, sadece onların varlıklarından haberdar olmak, hayatlarını araştırıp eserlerini okuyarak hâl ve hareketlerini örnek almak bile o şansı kazanç hâline getirmeye yeter.

Bunun için de hayatını dâvâsına adayan ve dinin, milletin, devletin mukadderatını tayin edip cemiyeti şekillendiren hadiselerin içinde yer alan insanların serencamlarına âşina olmak gerekir.

Fakat öyle insanların sayısı pek fazla değildir.

Merhum Ahmed Feyzi Kul da onlardan biridir.

Bizim kuşak, yirmi yıl kadar onunla aynı zaman içinde yaşadı.

Ahmed Feyzi Kul’la ortak yanımız sadece yaşadığımız zamandan ibaret değildi. Din, iman, İslâm, vatan, millet, devlet, bayrak gibi uğruna can adadığımız daha pek çok müşterek değerlerimiz vardı.

Daha mühimi, bu zaman içinde biz de onun hayatını vakfettiği ve maruz kaldığı onca sıkıntıya, ıztıraba, kedere, eziyete, mahkemelere, hapishanelere, maddî mânevî mağduriyetlere rağmen zerre kadar inhiraf etmediği dâvâsını dâvâ edinme niyeti ve gayreti içinde olmamızdı.

Lâkin pek çoğumuz onunla görüşme ve hayat maceralarını dinleyip hizmet tecrübesinden istifade ederek onunla aynı zamanda yaşama şansını kazanca çevirme fırsatı bulamamıştık.

Bu bizim için hayatî bir kayıptı.

Ahmed Feyzi Ağabey, birlikte yaşadığımız zamanın dışına çıktıktan sonra anlamıştık kaybımızın ne kadar büyük olduğunu. Zîra o, her anından farklı dersler çıkarılabilecek ibretli hâdiselerle dolu semereli bir ömür sürmüştü.

Bu kaybı bir nebze de olsa telâfi etmenin çaresi, onu biraz daha yakından tanımaktı. Onu tanımanın en güzel vesilesi ise tanıtma mükellefiyetiyle hareket etmekti.

Bilhassa Ramazan gibi mübârek bir zamanda.

***

Ahmed Feyzi Kul, 1898 yılında Uluborlu’da doğdu.

O yıllarda milleti saran maddî, mânevî sıkıntılar ve devleti sarsan dahilî, haricî tehlikeler yüzünden memleketin her yerinde olduğu gibi Isparta ve çevresinde de insanlar ancak günübirlik yaşayabiliyorlardı.

Bu yüzden, bilhassa kasabalarda ve köylerde yaşayan aileler çocuklarını okutarak geleceğe hazırlamaktan ziyade ev işlerinde çalıştırma cihetine gidiyorlardı.

Ahmed Feyzi’nin ailesinin durumu da diğerlerinden pek farklı değildi ama onlar çocuklarını günlük işlerde çalıştırmak yerine okutarak memlekete, millete faydalı hâle getirmeyi tercih ettiler.

Ailesinin bu hassasiyeti sayesinde Ahmed Feyzi iyi bir eğitim aldı, terbiye gördü ve çevresinde sağlam karakterli, bilgili, görgülü mert bir şahsiyet olarak temayüz etmeye başladı.

Mahallî mektepleri bitirdikten sonra İstanbul’a gidip Darü’l-Muallimin mektebine kaydoldu. Maksadı okuyup muallim olmak ve bilgili, faziletli insanlar yetiştirerek memleketine bu yolla hizmet etmekti.

Memlekette savaş hâli devam ettiği için okulu bitirmesine fırsat kalmadan ihtiyat subayı olarak askere alındı ama talimgâha öğretmen olarak tayin edildiği için ideallerini orada gerçekleştirmeye gayret etti.

Lâkin talimgâhta da fazla kalamadı. Muharip sınıfına alınıp Dördüncü Orduda takım kumandanı olarak Sina Cephesine gönderildi ve takımı ile birlikte düşmanla çatışmalara girerek önemli başarılar kazandı.

Diri Bellut muharebelerinde ağır yara alarak esir düştü ve Mısır’a götürüldü. Diğer yaralı Türk subaylarının tedavi edildiği Abbasiye Hastahanesinde uzun süre tedavi gördü.

Biraz iyileşince Helyopolis esir kampına götürülen Ahmed Feyzi, 1919 yılı Sonbaharında yapılan anlaşma neticesinde bazı Türk subayları ile birlikte memlekete iade edildi.

Vatana döndükten sonra Aydın ve İzmir illerinde çeşitli işlerle meşgul olarak ailesinin geçimini sağladı. Bu arada fırsat buldukça çeşitli gazete ve dergilerde dinî muhtevalı yazılar yazdı.

Yazmak kadar hitabet sahasında da maharetli olduğundan derin meseleleri başarı ile işlediği yazılarının yanı sıra meclislerde yaptığı hoş sohbetleri ve beliğ konuşmaları sayesinde de her seviyeden insanla irtibat kurma imkânı buldu.

Bediüzzaman’ın, “Risâle-i Nur’un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdi. O kasaba onunla iftihar etmeli” diye tavsif ve takdir ettiği Milaslı Halil İbrahim’le de böyle bir sohbette tanıştı.

Ahmed Feyzi, onun vasıtasıyla tanıdığı Risâle-i Nurları okuyup o eserlerde ‘insanın hiss-i seliminin takdir ettiği bir müstesnalık’ olduğunu müşahede edince zamanının çoğunu okumaya ayırdı.

Nurları okudukça fikir dünyası gelişti; hâli, tavrı farklılaştı ve hayatında yepyeni bir merhale başladı. Yazılarında, konuşmalarında ve sohbetlerinde hep Risâle-i Nurları anlatmaya gayret etti.

Çok iyi bildiği cifir ilminin, ebced hesabının ve istihraç kabiliyetinin de tesiriyle bazı bahislere ilgisi arttıkça önüne yepyeni bir meşguliyet sahasının açıldığını hissetti.

O sahadaki tetkikatını derinleştirip Said Nursî’nin mânevî makamını keşfettikçe ona duyduğu hayranlık arttı ve takdir hislerini ifade eden sitayişkâr mektuplar yazdı.

Zamanla hasrete dönüşen bu takdir hislerini mektuplarla teskin edemeyince ziyaretine gitti. Onunla yaptığı ilk görüşmede, mânevî vazifesi hususunda eserlerinde gördüğü işaretleri teyid eden çeşitli hâller müşahede edince hayran kalıp hizmetine girdi.

Artık yegâne meşguliyeti Risâle-i Nurların istinsahı ve intişarı idi. Bu maksatla çoğu zaman bazen çocukları ile birlikte geceleri sabaha kadar yazdığı Risâleleri Üstadına tashih ettirdikten sonra gittiği her yere götürdü, anlattı, dağıttı.

Bediüzzaman’ın yanından pek ayrılmamasına rağmen bir tevafuk neticesinde Eskişehir Hapishanesine girmedi ama hapishanede de, sürgün yıllarında da Üstadı ile olan irtibatını hiç kesmedi ve hizmetlerine gün geçtikçe artan bir hızla devam etti.

Bediüzzaman Said Nursî, 1943 yılında Denizli Hapishanesine hapsedildiğinde talebelerinin arasında o da vardı. Hapishanenin ağır şartlarına rağmen cesareti, metaneti ve şecaati ile Meyve Risâlesinin telifine yardım etti.

O zaman Denizli Mahkemesinde yaptığı müdafaalarla da dikkati çekmişti ama bu sahadaki asıl maharetini 1948 yılında başlayan Afyon Mahkemesindeki müdafaası sırasında gösterdi.

İlk olarak, din âlimleri ile görüşmenin, onların yazdığı dinî kitapları okuyup yazmanın ve arkadaşlarına vermenin her insanın en tabî hakkı olduğunu, suç sayılmaması gerektiğini söyledi.

Ardından da Peygamberimizin (asm) ahir zamanda geleceğini haber verdiği şahısların meselesine girdi ve kıyamet alâmetlerini ihtiva eden Hadis-i Şeriflerden örnekler vererek meseleyi vukufiyetle izah etti.

Kendisi için olduğu kadar Nur hizmeti açısından da tehlikeli olduğunu bildiği halde hazırladığı uzun müdafaada Said Nursî’nin manevî şahsiyetini nazara vermek istiyordu.

Bediüzzaman’ın, “Ben onun bin kusurunu görsem, ondan gücenmem. Fakat Nurlara zarar gelmemek için cesurâne ve ihtiyatsız hareketten bir derece çekinmek lâzım” diyerek ikaz edince hitabını yumuşatmaya çalıştı.

Muhataplarının, Üstadının mânevî şahsiyetini bildikleri ve kiminle mücadele ettiklerini anladıkları takdirde, hem mahkeme heyetinin bazı üyelerinin intibaha geleceğini hem de ahâlinin Risâlelere ilgisinin artacağını hissettiği için kararından vazgeçmedi.

Hizmetin bu cihetinin kendisine tekabül ettiğini düşünmesinin de tesiriyle zaman zaman “Ey Üstad! Bütün dünya senin büyüklüğünü, hakkaniyetini, İlâhî memuriyetini inkâr etse ve sen de onların bu inkârlarını tasdik etsen, illâ bu Ahmed Feyzi senin muhteşem mahiyetini, müceddidiyetini, İlâhî memuriyetini bütün cihana ilân edecektir” diye feveran etmekten kendini alamadı.

Mahkeme salonlarında resmen yapamadığı bu ilânâtı hususî sohbetlerde ve Nur derslerinde sık sık dile getirmekle de iktifa edemeyince bu hususta bir eser yazmaya karar verdi.

Manisa’nın büyük âlimlerinden İsmail Hakkı Efendinin de yardımı ile ‘Mâidetü’l-Kur’ân, Hazinetü’l-Bürhan’ adlı eserini yazdı. ‘Kur’ân Sofrası ve Deliller Hazinesi’ mânâsına gelen ve Risâle-i Nur’un tefsir ciheti ile Said Nursî’nin mânevî şahsiyetini nazara verdiği eserini Üstadına takdim etti.

Bediüzzaman’ın, esere kendi el yazısı ile yazdığı duâda kendisinin ve İsmail Hakkı Efendinin isimlerinin yanı sıra, kitabın adını da zikretmesini, eserde dile getirilen kanaatlerin, bizzat muhatabı tarafından teyidi saydı ve mânevî bir mazhariyet olarak gördüğü bu duâ ile hayatı boyunca iftihar etti.

16 Ekim 1972 tarihinde ahirete irtihal ettiğinde, berzah âlemine de bu duâ ile uğurlandı:

“Yâ Erhamerrahimîn, İsm-i Âzam hürmetine, bu Hazinetü’l-Bürhan’ı yazan Ahmed Feyzi ve İsmail Hakkı’yı Cennetü’l-Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Amîn, âmin, âmin!..”

***

“Risâle-i Nur’un mânevî avukatı.”

Bediüzzaman Hazretleri, böyle tavsif etmişti Ahmed Feyzi’yi.

Biz de onun ihlâsının, samimiyetinin, sadakatinin, cesaretinin, metanetinin, şecaatinin ve Bediüzzaman’ın mânevî şahsiyetini teşhis eden istihraçlarının yanında mânevî avukatlık hasletini de örnek aldık.

Zîra, Türkiye gibi tarihî kimliğini kaybeden, kendine has millî bir şahs-ı mânevî kişiliği de kazanamayan ülkelerde her an her şeyin değişmesi mümkündür.

İnsanlığın refahının, saadetinin temelini teşkil ettiğinden dünyanın hiçbir yerinde asla değişmemesi gereken adalet anlayışı ve hukukun üstünlüğü telakkisi bile bu bahtsız gidişattan nasibini alabilir ve—hâlen yaşandığı gibi—bu yüzden pek çok insan mağdur olabilir.

Biz de tekrar o maznunların ve mazlûmların arasında yer alabiliriz.

Eğer bir gün Risâle-i Nurları okuyup okuttuğumuz için hapse atılır, mahkeme salonlarında yaptığımızın suç değil hak olduğunu anlatmak mecburiyetinde kalırsak onu örnek alacağız.

Ve biz de onun gibi merdâne haykıracağız:

“Biz Bediüzzaman’ı, zamanın en büyük din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden dolayı mesul olmayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.”

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şeytanın düşmanlığı



Âdemoğluyla birlikte şeytan da var olagelmiştir. Olmalıydı da.

Çünkü elmas ruhlu Ebû Bekir’lerle kömür ruhlu Ebû Cehil’ler birbirlerinden nasıl ayrılacak, hayvanlardan daha aşağıya düşebilen, şeytanlaşan insanlarla melekleri dahi geçen, Arş’a kadar yükselebilecek ruhlar nasıl ortaya çıkacaktı?

Bir kilo elmas bir ton kömürden daha değerli olduğu gibi bütün gönlüyle Rabbine inanmış samîmî bir mü’min de Allah katında binlerce inançsızdan daha değerlidir.

Aslına bakılırsa şeytan insanların aşağılara yuvarlanması için değil, yukarılara çıkması, melekleri dahi geçebilecek seviyeye yükselmesi için yaratılmıştır. Bu da şeytanı düşman bilip ona uymamak, onun kötü arzularına muhalefet etmekle olur.

Melekler topraktan yaratılan Hz. Âdem’e saygı secdesinde bulunurlarken şeytan secde etmemekte direnince lanetlenmiş, rahmetten kovulmuş, şeytan da: “Madem ki onların yüzünden beni lânetledin. Ben de o kullarından bir kısmını elde edip onları peşime takarım. Onları doğru yoldan saptırırım. Onları boş heveslerde, fani dünya ile avutup ahiretten yüzlerini çeviririm. Ben onlara emrederim, onlar da hayvanlarının kulaklarını keserler ve bunu ibadet sanırlar. Ben onlara emrederim, onlar da Allah’ın yarattığını bozup değiştirirler, helâli haram sayıp dini tersine çevirirler” demişti.

Cenâb-ı Hak ise kullarını uyarmış: “Artık kim Allah’ın yerine şeytanı kendisine dost edinirse, ap açık bir hüsran ile ziyana düşmüştür” buyurmuştu.

Şeytanın bir kısım vaadlerde bulunup insanları boş hayallerle avutacağına da dikkat çeken Rabbimiz şöyle ferman etmişti: “Gerçekte ise şeytanın onlara vaad ettiği, aldatmadan başka birşey değildir.”1

İkazlar çeşitli vesilelerle tekrarlanmış: “Ey imân edenler! Hepiniz, tam bir teslimiyetle, İslâmiyetin sulh ve selâmetine girin. Şeytanın izinden gitmeyin. Şüphesiz o sizin ap açık düşmanınızdır”2 buyurulmuştur.

Demek şeytanın hile ve tuzaklarından kurtuluş tam bir teslimiyetle, İslâmiyetin sulh ve selâmetine girmekle mümkündür. Bu da niyetleri temiz ve sağlam tutmak, yapılan her işi sırf Allah için, ihlâsla yapmakla olur.

Şeytan böylelerini kandıramaz. “Benim ihlâslı kullarım üzerinde senin hiçbir gücün yoktur. Onlara vekil olarak Rabbin yeter”3 meâlindeki âyet de bunu gösterir.

Demek şeytan ihlâslı kimselere birşey yapamaz, bütün hile ve tuzakları örümcek ağı gibi zayıf kalır.

Dipnotlar: 1. Nisa Sûresi: 118-120.

2. Bakara Sûresi: 208. 3. İsra Sûresi: 65.

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Maksadım yaraları kaşımak değil



Aradan yıllar da geçse, insanın yaşadığı bazı tipik olaylar, birer hatıra olarak canlılığını korumaya devam ediyor. Sıradan olayların öyle çok garipsenecek, tuhaf karşılanacak bir tarafları olmadığından hatıra olarak da hafızada yer etmiyor, çabucak unutuluveriyor. Fakat hatırınızdan geçen hadiseler, sizin şahsınızda ülkenin gidişâtıyla alâkalı bazı mesajlar veriyorsa, bu çeşit hatıralar daha bir önem arz ediyor.

Zamanın akıp gitmesiyle birlikte, yaş ilerledikçe, şu dünya hayatında, zaman zaman hiç de beklemediğimiz olaylarla karşılaşıyoruz. Türkiye gibi demokrasisi iyice oturmamış veya tam da oturmakta iken darbelerle oturmasına müsaade edilmemiş bir ülkenin vatandaşı iseniz, daha ötesi böyle bir ülkede devletin herhangi bir kademesinde memur veya âmir durumunda iseniz, başınıza tuhaf olayların, garip hadiselerin gelmesi kaçınılmazdır.

İşte ben de otuz yılı aşkın bir zaman diliminde çalıştığım öğretmenlik veya idarecilik dönemimde, oldukça enteresan olaylarla karşı karşıya kaldım. Bu nevî olaylar, şahşımdan öteye ülkemizin geçmişten günümüze içinde bulunduğu duruma da ışık tuttuğu için, zaman zaman bunları okuyucularımla paylaşmayı uygun görüyorum.

Gayem hiçbir zaman, kurum veya kişilerin eskiden yaptıkları hataları gündeme taşıyıp, yaraları kaşımak değil. Ayrıca bu gibi uygun olmayan, nâhoş, gayr-ı kanunî olaylardan şahsen ne kadar zarardide olsak da, çoğu zaman bunları sineye çekmeyi; hiçbir zaman başta ordumuz olmak üzere kurumlara karşı menfî bir düşünce içine girmemeyi tercih ettik. Ama kurumlar veya kanunlar adına bazı kişilerin yaptıkları gayr-ı kanunî keyfîlikleri de hoş karşılamadık, bunlara karşı meşrû zeminlerde doğru olanı dün de, bugün de söylemeye devam ettik.

Bu açıklamayı şunun için yapmak ihtiyacını hissettim. Bundan bir süre önce yine 12 Eylül darbesinin akabinde başımdan geçen enteresan bir olayı anlatmıştım bu köşede. Orada bulunduğum yerin sıkıyönetim komutanının bazı kanunsuz ve keyfî uygulamalarından bahsetmiştim. O sırada bu yazımla ilgili olarak, telefonda bana emekli subay olduğunu söyleyen bir zat, güya bu gibi hatıralarla eski yaraları kaşıdığımı, dolayısıyla sözkonusu olaylardan habersiz olan şimdiki gençlerin ordumuz hakkında hiç de iyi olmayan düşüncelere gireceğini; bu sebeple bu çeşit hatıralarımı şimdi dile getirmenin zararlı olduğunu söyledi.

Ben de yukarıda beyan ettiğim gibi, bu emekli subaya; bu ülkede ordu gibi bir kuruma karşı yanlış bir düşünce içinde olmadığımızı, fakat şanlı ordumuz adına geçmişte ve bugün bazı kişilerin yaptıkları ve hâlen yapmakta oldukları yanlış icraatları tasvip etmemizin mümkün olmadığını, milletimizin bunları bilmesinde de hiçbir beis ve sakınca bulmadığımızı beyan ettim.

Bu meyanda başımdan geçen bir darbe hatırasını sizinle paylaşmayı uygun gördüm. Darbe yapılalı epeyce zaman olduğu halde, askerler hedeflerini tahakkuk ettirmek için her yerde ve her kurumda planlarını hızla uyguluyorlardı. Bir gecenin geç vakti, kapım çalındı. Çıkınca karşımda bir askeri görünce doğrusu şaşırdım. Asker telâşlı bir şekilde, “Müdür bey, komutanım seni istiyor” deyince ben de “Peki kardeşim, sen git hemen geliyorum” dedim. Asker; “Beraber gitmemiz lâzım” deyince ben de “Peki” dedim ve hemen üstümü giyerek çıktım. Askerle birlikte akşamın karanlığında gezici komando birliğinin karargâh olarak kullandıkları mekâna geldik. İçeri girdiğimde karşımda komando bölük komutanı bir yüzbaşı ile daha sonra Jitemci Cem Ersever olduğunu öğrendiğim sivil kıyafetli binbaşıyı gördüm.

Ben komutanın, benimle asayiş ve güvenlikle ilgili konuşacağını beklerken, bakın işte komutanın istek ve serzenişleri şöyle: 1. Bayan öğretmenlerle tokalaşmadığın doğru mu? 2. Bir bayan öğretmenin sınıfta çerez yediği ve sizin de buna göz yumduğunuz söyleniyor. 3. Başörtülü bir bayanın törenlere katılmadığına göz yumuyorsun. 4. Bazı öğretmenlere izin veriyorsun, bazılarına da vermiyorsun. 5. Sol görüşlü öğretmenlerle çok uğraşıyormuşsun.

Aslî vazifesi güvenlik ve asayişin sağlanması olan askerî yetkilimizin, bu yetki alanını normal buluyor musunuz?

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadın ve ilim



İLİM: Kâinat içinde meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve tesirleri konusunda, aklın ölçüleri çerçevesinde tahsil ve tecrübe ile edinilen doğru bilgi. Kulun marifet sayesinde idrak ettiği şey. Marifet, vukuf…

İlmi faaliyetler, Rabbimizin Alim isminin aynaları, tecellileri. Biz ilim öğrenmeye çalıştığımızda, talebe olduğumuzda bu isme ayinedarlık yapmaktayız.  

RABBİMİZİ TANITAN DÖRT REHBER…

“Rabbimizi bize tanıtan, bildiren üç külli muarrif vardır: Kur’ân, kainat ve peygamberimiz” (Bediüzzaman Said Nursi, 19. Söz.)—ki buna fıtrat da eklenerek dört olur…

Bu dörtlü, ilim yoluyla bizi Rabbimize nasıl götürür anahatlarıyla müzakere edelim:

FITRAT

Önce yaratılışımızı inceleyelim…

İlme ihtiyaçlı olarak yaratılıyoruz. İnsan yavrusu, sair canlıların aksine öğrenmeye muhtaç olarak doğuyor… Bir arı, doğar doğmaz bal yapabilirken, bir ceylan hemen ayağa kalkıp, annesinin yanında dolaşabilirken insanın ayakları üstünde durup, hayatını idame edebilmesi yıllar alabiliyor.

Sair mahlûkatın ihtiyaçları sınırlıyken insanın ihtiyaçları sınırsız…

Dünyaya gelişimizdeki bu farklılık bile insanoğlunun ilim öğrenmeye muhtaç olduğunu göstermekte.

İnsan hayatını anlamlandırabilmek için, “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Dünya ve kâinatın anlamı ne?” sorularını cevaplandırma durumunda…

AYDINLIK KALİTELİ BİR HAYAT İÇİN…

Bilgi çağındayız. Bilgiye ulaşmak eskisi gibi meşakkatli değil artık, çok kolay. TV, İnternet, CD, dergiler… Bizi adeta bilgi yağmuruna tutmakta. Bu bilgileri seçerken dikkat edeceğimiz şey şu: Öğrendiğimiz bilgi bizi Allah’a yakınlaştırmalı…. 

Bizi marifetullaha ve imanı billaha götüren her şey ilimdir. Bilgi bize Rabbimizi tanıttırıp, imana götürmüyorsa, nuranileşmesi gereken kuru odun yığınları hükmündedir..

Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği 23. Söz’de şöyle ifade ediyor:

“İnsan bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulum-u hakikiyenin (hakikat ilimlerinin) esası, madeni ve ruhu marifetullahtır. Ve onun üssül esası (özü) iman-ı billahtır.”

KÂİNAT

Kâinattaki her şey, belli bir intizam dahilinde hareket etmesiyle intizamı yerleştiren Zata işaret ediyorlar. Tüm fen ilimleri zaten bu düzen ve intizam üzerine kurulmuş. Matematik, biyoloji, kimya… Eşyanın düzenli işleyişini formüle etmekle meşguller… Buldukları her ilmi hakikat Rabbimizin varlığına ve isimlerine deliller hükmünde.

Bize düşen kâinattaki her mahluk ve olayın Rabbimizin isimlerinin tecellisi olduğu hakikatini tefekkürle fark etmek. Rabbimizi tesbih etmek… 

KUR’ÂN

Dinimizde ilim öğrenmek kadın erkek her Müslümana farz .

Kur'ân’ın ilk emri “Oku.” 

Kaynaklarda kadınlara özel teşvikler yapıldığını görüyoruz.

Rabbimiz, peygamber hanımlarının şahsında bütün mü'min hanımlara şöyle sesleniyor:

“Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti anın.” (Ahzab Sûresi, 34.)“O evler ki, Allah o evlerde isminin yüceltilmesine ve anılmasına izin vermiştir. İnsanlar oralarda sabah ve akşam Allah’ı tesbih ederler.” (Nur Suresi, 34.)  

 Müfessirler âyetin tefsirini yaparken evlerin âyet ve hadislerin okunup tefsirlerinin yapıldığı bir ilim merkezi haline gelmesi gerektiğini, evlerde beraberce bu ilimleri talim edip, hayata geçirerek amel edilmesi gerektiği şeklinde yorumluyorlar. 

Rabbimiz, kadınlara ilim öğrenmelerini, öğrendiklerini müzakere etmelerini ve hayatlarını buna göre düzenlemeleri gerektiğini emrediyor. Öğrendiklerimizi başkalarıyla paylaşmak, neşretmek de biz hanımlara düşen bir vazife.

PEYGAMBERİMİZ

İlimle ilgili bir çok hadis bulunmakta. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz”

“İlmi ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen, ya destekleyen ol. Beşincisi olma.”

“İlim Çin’de de olsa gidip alınız” tarzında ilmi “müminin yitik malı” gibi görmesi gerektiğini ifade eden hadisler ve Peygamberimizin yaşantısı, Sahabeleri hep ilme rağbet ettirdi.  

ASRI SAADET HANIMLARI VE İLİM

Sahabelerin hayatlarında tek hedefleri vardı: “Allah’a daha yakın olabilmek.” Bunun için yaşadılar, bunun için öldüler.

Onların hayatlarının her anı ilimle iç içeydi.

Sözgelimi; Hz. Ayşe için bir sahabe şöyle diyor:

“Biz Resulullahın sahabileri olarak mânâsını anlama hususunda sıkıntıya düştüğümüz hiçbir hadis yoktur ki, Ayşe’ye soralım da o bize bu hususta bir bilgi vermesin” der.

Hz. Ayşe dinî ilimler yanında, edebiyat, şiir, tarih ve sağlık konularında da hatırı sayılır bir uzmandı.  

Hanımlar arasında genel hava ilimden yanaydı. İlim yaygın ve revaçtaydı. 

Bir defasında Sahabe bir hanım Peygamberimize gelerek: “Ya Resullullah, erkekler sizin derslerinizi dinliyorlar, bize de bir gün tayin eder misiniz? O gün gelsek, Allah’ın size öğrettiklerini bize öğretir misiniz?” demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz, hanımlara belli bir gün tahsis etmişti.  

Evet “Ayaktayken, yatarken, otururken Allah’ı anmak, Onun ayetlerini okuyup düşünmek” hayatımızda vazgeçilmez bir prensip olarak yerleşmeli.

Beşikten mezara kadar ilim öğrenmeli, gördüğümüz, öğrendiğimiz her şeyi, Allah’a yakınlaştıran bir basamak olarak hayatımıza yerleştirmeyi vazifemiz bilmeliyiz. Arıların çiçek özlerini toplayıp bal yapması gibi, eşyanın özü olan Rabbimizin isimlerini yaşadığımız her olaydan, tefekkür ettiğimiz her mahlûkattan okumaya çalışarak bilgilerimizi bal haline getirebilmeliyiz.

Rabbimiz bir hadis-i kudside, “Zenginliği istediğime, ilmi isteyene veririm” diyor.

Rabbimizden, bilgilerimizi “terbiye-i Kur’aniye” potasında eritip, İslâmileştiren, kuru odun yığını hükmündeki bilgilerini nuranileştiren ilim sahibi kullarından olmayı talep ediyoruz…

“İnsanlar helâk olurlar, âlimler kurtulurlar. Alimler helak olurlar ilmiyle amel edenler kurtulurlar. İlmiyle amel edenler de helâk olurlar ihlaslı olanlar kalırlar. Onlar da her an ihlası kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar” hadisinin rehberimiz olması duasıyla, “Hayat okulunda ilim öğrenmeye devam” diyoruz… 

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kadir Gecesini aramak



İzmir’den okuyucumuz: “Kadir gecesini hangi gün ve gecede aramalıyız?”

Bu günlerde mübarek gün ve geceler yoğun şekilde bizi feyizlendiriyor. Anlıyoruz ki, Ramazan-ı Şerifin her bir günü diğer bir günü aratmayacak kadar feyizli, her bir gecesi diğer bir geceyi aratmayacak derecede mübarektir. Kadir Gecesi de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine verilmiş bir hediye olarak bu ayın içinde gizlenmiştir. Bu gece, önceki ümmetlerin uzun ömürlerine sevapta ve feyizde yetişsinler diye Muhammed (asm) ümmetine hediye olarak verildi1 ve bizzat Cenâb-ı Hak tarafından bin aya eşit kılındı.2

Kadir gecesinin, Ramazan-ı Şerifin hangi gecesinde olduğuna dair Peygamber Efendimizden (asm) gelen haberlere bir göz atalım:

* İbnu Ömer (ra) anlatıyor: “Resûlullah’a (asm) Kadir gecesi Ramazan’ın neresinde?” diye sorulmuştu. Resûlullah Efendimiz (asm):

“O, Ramazan’ın tamamında!” buyurdu.”3

* Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) vefat edinceye kadar Ramazan’ın son on gününde itikâfa girer ve derdi ki: ‘Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın’. Resûlullah (asm)’dan sonra, zevceleri de itikâfa girdiler.”4

* Ebu Saîd (ra) anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber (asm) ile birlikte Ramazan’ın orta on gününde itikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı evlerimize taşıdık. Resûlullah (asm) bir hutbe okudu ve sonra şöyle buyurdu:

“‘İtikâfa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir gecesinin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son onda ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.’ Resûlullah (asm) itikâf mahalline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescid o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Hz. Peygamber’in (asm) burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığını gördüm. Bu gece 21. gece idi.”5

İbnu Ömer (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber’in (asm) ashabından bazılarına, rüyalarında, Kadir gecesinin Ramazan’ın son yedisinde olduğu gösterildi. Rüyaları kendisine anlatılınca Efendimiz (asm): ‘Görüyorum ki, rüyanız son yediye uygun düşmektedir. Öyleyse, Kadir gecesini aramak isteyen son yedide arasın’ buyurdu.”6

* Zirr İbnu Hubeyş anlatıyor: Ubeyd İbnu Ka’b’a (ra) dedim ki, “İbnu Mesud (ra): ‘Bütün sene geceleri kalkan kimse Kadir gecesine tesadüf edebilir’ diyormuş (ne dersiniz?).” Bana şu cevabı verdi: “Kendisinden başka ilâh olmayan Zat-ı Zülcelâl’e yemin olsun, Kadir gecesi Ramazan ayındadır. Ve o gece, Resûlullah’ın (asm) bize kalkmamızı emrettiği gecedir, o da yirmi yedinci gecedir. Bunun emaresi, o gecenin sabahında güneşin beyaz ve ışınsız olarak doğmasıdır.”7

Mü’minler tarafından genellikle benimsenen, Kadir Gecesinin Ramazanın 27’nci gecesi olduğudur. İslâm âlimlerinden bazıları Kadir Sûresinde geçen ve Kadir gecesine işaret eden “hiye” zamirinin, Kadir Sûresi’nin 27. kelimesi olmasından da hareketle bu gecenin 27. gece olduğu üzerinde durur. Fakat yukarıdaki rivayetler gösteriyor ki, Kadir Gecesi olarak o geceye çivilenip kalmamalı, her Ramazan gecesini Kadir Gecesi bilmelidir. Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri Kadir Gecesinin bütün Ramazan içinde saklanmış olduğunu bildiriyor ve bunun hikmetinin de, mü’minlerin bütün Ramazan boyunca duâya ve ibadete devam etmesinin istenmesi olduğunu haber veriyor.8

Kadir Gecesine ulaşmak ve ondan hissemizi almak için şu hadise kulak verelim: “Kim Ramazan ayı çıkıncaya kadar akşam ve yatsı namazlarını cemaat ile kılarsa Kadir gecesinden hissesini alır.”9

Dipnotlar:

1- Muvatta, İtikaf 15, (1, 321); 2- Kadir Sûresi: 3; 3- Ebu Dâvud, Salât, 324, (1387); 4- Müslim, İtikâf 5, (1172); 5- Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İtikaf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213, (1167); 6- Müslim, Sıyâm 205, (1165); Muvatta, İtikâf 14, (1, 321);; 7- Müslim, Misâfirîn 179. (762); 8- Sözler, s. 309; 9- K.Sitte, s. 400

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Çeşitliliğin ahengi



Bir karar anında, yüreğimizin yanında ve aklımızın başında olmak; irademizi pekiştirir. İç huzura yol verir. Risk almak, bir sorumluluktur. İnanmanın maliyetidir. Vazife şuurunun delilidir. Düşüncenin kalitesi, farklılaşan şartlar karşısındaki direnci ve tutumu ile ölçülür.

Zayıf düşünceler, fikren kaybetmenin rövanşını hükmen galip gelmenin trajedisi ile mutlu oluyorsa, vicdanen mutsuzluklarını bastırmanın şaşkınlığı yaşanıyordur.

***

Gelincikler, baharın habercisidirler. Ancak kısıtlı bir zamanın ısı ve iklimine göre narinliğini kâinata sergi tadında gösteriyorlar. Gelincikler kısa süreli açılıp kapanma müddetince varlıklarını sürdürürken, gidenleri fark edemiyorsunuz, gelenler ise açığı kapatan fonksiyonu ifa ediyorlar. Dolayısıyla görevini yapmak önemli. Süre, görevin kendisiyle tanımlanamaz.

Japon gülü, çok hoş kırmızı ve pembe renkleriyle kocaman çiçeklerini açar. Ömrü bir günlüktür. Görevini yapar ve gider. Zamanın sınırlaması, yaratılışın gereğini yapmaya engel değil. Kendisini, bir günde sonraki aşamaya atar. Geleceklere yer açar. Anlamını yaşatan türünden güllerin verdiği neşeyle resmî geçidini tamamlar. Arkasına bakmadan bir sonraki sorumluluklarını yerine getirmeye hazırlanır.

Titrek seslerin, boğazı kesilmiş bir halette kaybetmeyi göze alamayan bencil ve dünyevî insan manzaralarının, bu fani güzellerin gül tadındaki kıvamından öğreneceği ibret dolusu levhalar var. Bu levhalarda, okunacak bir kâinat var. San'at eseri bir hikmet ve yaratılış var.

***

Her mevsim kendini yaşar. Bahar, kışa terhis verdiği için daha sıcak ve karşılayıcıdır. Zor dönemin rahatlatan müjdesi olduğundan daha farklı yaşanılır.

Kış olmazsa, bahar neye yarar? Kış tohumlarını ekmezse toprağın mahzenine, bitkiler nereden alacak hayat yağmurunu ve yaratılış mucizesini? Kış, bekleyişin sabırla donanmış silâhıdır. Şiddetlidir. Zemherirdir. Üşütür dimağları. Zorlar bünyeleri. Çetin şartların provasıdır. Kapanışın ve içine dönmenin sıcaklık arayışıdır.

Sonbahar, ne kadar hazan mevsimi ise, hüznü de o kadar büyüler geleceğin umut tarlalarını. Baharın yazla devam eden açık, ferah, sıcak ve üretken dönemi, yapraklarını ve köklerini tekrar toprağın üst tabakasına misafir ettikçe, hemhal olan bitkisel nadas ve yeniden dönme arzusu, ayrı bir varlığın enerjisi ve gıdası olma fedakârlığıyla, dönüşümünü sürdürür.

Eşitlenmeyen geçişler, bitmeyen düşüşler, süregelen yenilenmeler, tekrar dirilişler ve kışa hazırlık yapan sonbaharın ilkbahar olma hayali; kış köprüsünden geçerken, madeninde döllenmeye bırakır emanetlerini.

Sadık yarin toprak olacağı hakikati, toprağa emanet edilmeyen ve yukarılarda ruhu heyelandan koruyan iç akışı ile daimleşen görüntüler bırakır, yeryüzünün gözlü tabakasına.

Erbabı görmeden öğrenir, duymadan alır mesajını.

Hikmetin verdiği öğrenme merakı, tefekkürün keşif kolları olur. Açar kendini. Okutur doğru adreslerin sahibine.

***

Hedefinde fanileşmiş ve odağında erimiş düşünce ve hayallerin duygu yüklemesi ve kararlılık şuuru daha fazla olur. Ne yapmayacağını bilenler, yapılması gerekenin sadıklarıdırlar.

***

Mevsimlerin nöbet değişimi, değişen ihtiyaçları karşılama seanslarındaki farklılaşmanın gereğidir. Kâinatın fizikî zorunlulukları, ruhun yenilenen tazeliği ile arzuladığı yeni tablolar ve manzaralar, bir iştiyakın kabulüdür.

Birbirini tamamlayan, birbirine kucak açan ve ardı sıra görevi teslim alma heyecanı ile eksiksiz yürüyen 360 derece dönüşümün anlamlı ahengi, tekrarında yenilenen bir sonuçla devam etmektedir.

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yine bulamadık



Geçtiğimiz haftaki yazımızda “irtica tartışmaları” konusunu uzun uzadıya anlatmıştık. Ve yazımızın sonunda bir not düşerek, “İrtica konusunda böyle düşünüyoruz. Ya siz? Düşüncelerinizi, yazının hemen altında yer alan e.mail adresine bekliyoruz” demiştik.

Bu notumuzla ilgili olarak gerek telefonla, gerekse bizzat gelerek ve gerekse mail yoluyla bu konuyla ilgili görüşler geldi. Geçen haftaki iki yazımızda “irtica” denen menem şeyin içinde çıkamamış, Türk Dil Kurumunun “gericilik” tanımı ile yetinmek zorunda kalmıştık.

Bu bir haftalık süre içinde cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının “irtica” ile ilgili sözlerinden sonra umduğunu bulamayan “malûm çevreler,” “cüppeli-cüppesiz” tartışmasını ön plâna çıkararak bu iddialarını devam ettirmeye çalıştılar. Hâlâ da “bir son umut” diyerek birilerini ve bir yerleri uyarmak adına çırpınıyorlar. Ancak bu sefer geçtiğimiz ara dönemlerde gördükleri yakınlığı, ilgiyi, desteği göremiyorlar. Yani, umduklarını bulamadılar…

* * *

Gazeteler, internet siteleri Türkiye’de irtica var mı, yok mu anketleri düzenliyorlar.

Bir gazetenin düzenlediği ve yaklaşık 74 bin kişinin katıldığı ankete göre “Sizce Türkiye’de irtica tehdidi var mı?” şeklinde yöneltilen soruya “irtica tehdidi yok diyenlerin oranı yüzde 61’lerde, var diyenlerin oranı ise yüzde 37’lerde kalmış. Geri kalan kısım ise “fikrim yok” demiş. Anketin altında bir okuyucu şu haklı yorumu düşmüş: “İrticayı çıkaran kendileri, anket yapan yine kendileri…”

Peki halk ne düşünüyor? İşte mail yoluyla gelen iki mesajdan bölümler:

Erol Bey şöyle yazmış: “Neredeymiş bu irtica herzesi? Memleket dolu ise biz neden bir şey göremiyoruz etrafta... Yoksa milletin giyimi kuşamı, hak ve özgürlükleri birileri tarafından bir isimle anılıyorsa, bunlar birilerinin tarifi ise topluma açıklanamayan bir durum ise bizi neden meşgul ederler. Uğraşacak işimiz gücümüz çok…”

Batman’dan yazan Said Bey ise, “Bazı şahıslar aslında tam bir gericilik örneği gösterip medyayı kullanarak karşılarındaki tüm bir milleti irticacı olarak gösteriyorlar” diyerek düşüncelerini uzun bir şekilde bize iletmiş.

* * *

Bu süre içinde bazı yazarlar da irticadan ne anladıklarını şöyle yazdılar:

“Mesele irticanın gelmesi değil, iktidarın gitmesi. İrtica bağırışları, gerçekten irtica korkusundan değil, İttihat Terakki’den beri sürüp giden iktidarın her gün biraz daha ve geri dönülmez bir biçimde ayaklarının altından kayıp gittiğini görmenin yarattığı panikten kaynaklanıyor. (Gülay Göktürk, Bugün, 6 Ekim 2006)

“İrtica ile mücadele’ adına demokrasinin 28 Şubat döneminde olduğu gibi kısmen veya 12 Eylül’de olduğu gibi tamamen askıya alınmasının Türkiye için her bakımdan gerileme olacağını söylemekle yetineceğim.” (İsmet Berkan, Radikal, 6 Ekim 2006)

“Bağırıp çağırmak, irtica tehditleri savurmak, tankla topla korkutmaya çalışmak belki de AKP milletvekillerini daha çok dayanışma içine sokar” (Hasan Cemal, Milliyet, 6 Ekim 2006)

“Durgun sularda fırtınalar kopuyor. ‘Çankaya Kalesi’ni hedef alan bir savunma ve saldırı savaşından söz ediliyor. Bu iddiaya göre, rejim meseleleri, laiklik prensibi ve irtica tehdidi bu savaşın cephanesi olarak kullanılıyor.” (Mümtaz’er Türköne, Zaman, 9 Ekim 2006)

* * *

Halkımız ve yazarlarımız bunları düşünürken, Başbakan Tayyip Erdoğan ise, ABD yolunda irtica yerine “aşırılık” kelimesini kullanarak olaya farklı bir boyut kazandırırken, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın katıldığı bir televizyon programında, irtica tanımı ile ilgili olarak, “Halkın böyle bir talebi yok. Her dakika bunu gündeme getirirseniz, bu konuyla ilgisi olmayan insanları da bunun içine sokarsınız. Bunun doğru tarafı yok. Sırf hükümeti sıkıştırmak için böyle bir şey yapılmamalı” şikâyetinde bulundu.

Küçük bir not daha… Türk Dil Kurumu’na bir günde yaklaşık 32 bin kişi “irtica”nın ne olduğunu sormuş. Türkiye’nin gündemi hakkında fikir vermesi açısından bu da önemlidir.

31 Ekim günü yapılacak MGK toplantısında konunun büyük ihtimalle gündeme geleceğini söyleyen “askere yakın kaynaklar,” konunun “muhtemelen resmî gündemli toplantıda değil, serbest söz alınan ikinci bölümde komutanlar ya da içlerinden birisinin kamuoyu önünde yapılan konuşmaların benzerini ortaya koyacağı”nı bildirdi…

Sahi, irtica neydi? Var mı, yok mu? Bütün bu gelişme, konuşma, yorum, analizlere rağmen yine irticanın ne olduğu tam ortaya çıkmadı.

Ancak, kimse irticanın tanımını bilmese de Mayıs ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar bu tartışmalar süreceğe benziyor.

Bekleyelim görelim…

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bir ödül, bir karar



Edebî yönü hakkında bir şey diyemeyeceğim. Zira bir hüküm veya yargı cümlesi sarf edecek kadar yazılarına aşina değilim. Dolayısıyla hak etmiş olabilir de, olmayabilir de. Bununla birlikte Nobel’i her hak edene vermedikleri gibi, ödül verdiklerinin hepsi de bunu hak etmiyor. Bu itibarla, ödüllendirmenin siyasî veya sosyal kriterleri de olabilir. Ödül haberiyle, internette sörf yaparken rastgele Washington Post gazetesinde karşılaştım. Ödülün ilanının gündemde olup olmadığını da bilmiyordum. Adonis ve Orhan Pamuk gibiler sürekli Nobel edebiyat ödülü aday adayı veya yedek listesinde bulunuyorlar. Cemil Meriç’in ifadesiyle ödülün gediklileri arasında yer alıyorlardı. Talih kuşu sonunda Orhan Pamuk’un başına kondu. Sırada Adonis olmalı. Adonis ve Pamuk gibiler arasında ortak paydalar var. Bu ortaklığa, 2001 yılında ödül alan VS Naipaul’u da katabiliriz. Hatta şeridi daha da geriye sardırarak listeyi Necip Mahfuz’a kadar uzatabiliriz. Gerçek şu ki, Necip Mahfuz son yıllarında cemiyetinin yerleşik değerleriyle daha fazla bütünleşmeye başlamıştı. Evladu Haretuna kitabı dolayısıyla vaktiyle şimşekleri üzerine çekse bile bilahare geçmişiyle barışmıştır. Ve sözkonusu kitaptan dolayı Muhammed Gazali gibi İslâmî yazarlar kendisini kıyasıya eleştirseler de son yıllarda karşılıklı olarak bu kopukluğu aşmayı başarmışlardır.

Yazarlık ruhu serazatlık istiyor. Bu çerçevede kudsî değerlere sırt çevirebiliyor ve ‘halif turef/muhalefet et meşhur ol’ kaidesi gereği popülizm için halkın değerlerini ve dinî değerleri vurabiliyorlar. Zemzem kuyusuna bevlediyorlar. Olgunluk yaşlarında ise fikirleri de olgunlaşıyor ve kendilerini ve yazdıklarını gözden geçirebiliyorlar. Necip Mahfuz da böyle olmuş ve din aleyhtarı bir figür olarak anılmaktan çıkmış ve ahir ömründe İslâmî kesimlerle, onun ötesinde İslâmî değerlerle musalaha etmiştir. Adonis’in bu hususta daha keskin olduğunu görebiliyoruz. Naipaul’ın provokatifliğine yaklaştığını görebiliyoruz. Bundan dolayı sevilmiyor. Nizar Kabbani sözünü sakınmayan hem siyasî ve hem de lirik bir şairdi, ama herkes ve özellikle de İslâmî kesimler tarafından seviliyordu. Mesela, Chavez’in şair yanı denebilir. Adonis ödül alamadı, ama alırsa Nizar Kabbani’ye haksızlık edilmiş olacaktır. O zaman yine Adonis’in kayrıldığını ve Nizar Kabbani’ye farklı bir kriter uygulandığını düşüneceğiz. Ateizm veya inançsızlık konusunda Adonis ve Orhan Pamuk ve benzerleri arasında ortak bir çizgi görsek de Pamuk bu yönüyle pek fazla öne çıkmıyor. Bunun yerine onu millî meselelerde provokatif karelerde görebiliyoruz.

***

Bir İsviçre gazetesine yaptığı açıklama ile Fransız Parlamentosunun almış olduğu fuzulî ve kendisini ilgilendirmeyen karar arasında benzerlik var. Buna rağmen Orhan Pamuk Milliyet’ten Hasan Cemal’e yapmış olduğu değerlendirmede Fransız Parlamentosunun kararını eleştirmiştir. Bu zımnen kendi açıklamalarının bir eleştirisidir. Parlamento, görevi olmadığı bir alanda; tarihi tarihçiler yerine kendisi yazmaya kalkışmıştır. Orhan Pamuk’un delilsiz ispatsız bir şekilde Türklerin bir milyon Ermeni ile 30 bin Kürdü öldürdükleri tezi de aynı değil midir? Dolayısıyla muazzam bir çelişkiye düşmüştür. Maalesef ister istemez Orhan Pamuk’un Nobel ödülü almasıyla Fransız Parlamentosunun meş’um kararı arasında kendiliğinden bir ilinti ve münasebet doğmuştur. Ermeni tezlerini seslendirmesiyle gündeme gelen Orhan Pamuk, Nobel Komitesi tarafından tam da Fransız Parlamentosunun Ermeni tezleri lehine ve Türkler aleyhine almış olduğu karar günü ödüle lâyık görülmüştür. Bu bir tesadüf olsa bile tesadüf değildir. Evet, Fransızların kararıyla birlikte ilginç bir durum ortaya çıkmıştır. Soykırım yoktur diyenlere hapis, soykırım vardır diyene de Nobel veriyorlar. Orhan Pamuk, 1 milyon Euro alacak, inkârcı Türkler veya kimse birer yıl yatıp, 45’er bir Euro ödeyecek. Demek ki bir yönüyle Nobel ödülü Ermeni tezlerinin kabulünden geçiyor. Bu yüzden de Elif Şafak için de ‘Orhan Pamuk’un izinde gidiyor’ deniliyor. Gerçekten de son yıllarda Orhan Pamuk gibi romancı kişiliğiyle temayüz eden Elif Şafak da Ermeni tezleriyle sansasyon yaptı ve bütün Batı basını kendisine selam durdu ve alkışladı. Manşetlerde ağırlandı. Teslime Nesrin veya Selman Rüşdi olaylarında olduğu gibi bu tip yazarlar yazarlıklarından ziyade bam teline dokunmakla veya hassas konuları eşelemek veya kaşımakla gündeme geliyorlar. Nesrin ve Rüşdi dinî meseleler üzerinden tanınırken Pamuk ve Şafak gibiler de Ermeni meseleleri üzerinden ün yaptılar. Geçmişte de ödül almak için Elias Canetti gibi belki de Musevi kökenli biri olmak modaydı. Dolayısıyla ödül için edebi faikiyet ve üstünlük de yetmiyor. Başka kriterlere sahip olmak da gerekiyor.

***

Rahmetli Cemil Meriç Nobel konusunda Yaşar Kemal’e konu gündeme geldikçe bindirirdi. Kendisine ‘Nobel gediklisi’ sıfatını takmıştı. Geleneğini Alev Alatlı sürdürüyor ve muhatabına şöyle sesleniyor: Pamuk’un şu kadarcık entelektüel namusu ve cesareti varsa ödülü reddetmeli. Aynen 1964 yılında Jean-Paul Sartre gibi. Bunun için sadece yazar değil, düşünür ve onun ötesinde idealist bir aydın olmak da lâzım. Alıcı değil verici olmak lâzım. Dolayısıyla Nobellilerin hepsi aynı kuşaktan veya aynı kumaştan değil.

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Bir hayat öyküsü



Yaşlı bir teyze, elinde ağır bir torbayla yürümeye çalışıyordu. Bir ayağını yerde sürüyerek ve bir eliyle de duvarlara tutunarak. Yanına yaklaşıp, elimi omzuna attım. Sandım ki, başı döndü ve ayakta kalmak için tutunuyor duvarlara. “Teyzeciğim bir şey mi oldu size?” diye sordum. “Yok kızım iyiyim” diye cevapladı sorumu. Poşetini aldım elinden ve yürümeye başladık teyzeyle birlikte. Çok ağır yürüyordu. Daha doğrusu yürümeye çalışıyordu.

Kim olduğunu, neden bu poşeti kendisinin taşımaya çalıştığını sordum. Öyle ya, bu yaşlı ve güçsüz haliyle bunu taşımak onun işi değildi. Torunları, kızları ya da oğulları biri vardı mutlaka. Bu durumda onun bu işi üstlenmiş olması saçmalıktan başka bir şey değildi. Zihnim ne kadar alışmıştı, birinin ihtiyarlayınca bu kadar ağır işleri etrafındakilerin yapacağı fikrine. Oysa hayat öyle değildi işte. Biri yaşlanınca etrafında ona bakacak birileri olmayabiliyordu. Hatta çağımızda yaşlılar daha çok hayatın ağır yükünü yükleniyorlardı. Bencilliklerin ve hazların çağı olduğu için, kimse bir yaşlının dertlerini çekmek gibi bir zahmete katlanmak niyetinde değildi.

Teyzeyle adım adım yürürken hayatın akordu çok farklı melodiler çalıyordu gönlümde. Teyzecik, bana zahmet vermek istemediğini söylüyordu o haliyle ve elimde tuttuğum poşeti, “Sen yoruldun kızım, ben taşırım” diyerek elimden almaya çalışıyordu. Ben, “Zahmet etmiyorum teyze. Sen rahat ol lütfen” deyince, “Allah razı olsun kızım” diyerek mütebessim bir şekilde yüzüme bakıyordu.

Yetmiş yaşındaydı teyze. Bir yıl önce oturmuş oldukları ahşap ev, gece dört sıralarında yanmıştı. İkinci katta oturuyordu oğluyla. Yangın sırasında oğlu onu sırtına alarak pencereden atlamıştı. Bu atlama sırasında teyzecik, kalçasından ve belinden sakat kalmıştı. Oğlunun da bir ayağı kırılmıştı. O yüzden iş de yapamıyordu. Bunları anlatırken bile yüzündeki tebessüm ve teslimiyet görülmeye değerdi teyzeciğin.

Şükrediyordu her haline. “Dünya ne ki, hiç. Her şey gelir insanın başına. Önemli olan öldükten sonra ne olacağın?” dedi. Sonra da, aynı cümleyi tekrarladı, “Sana çok zahmet verdim kızım. Ağırdı o poşet, ver ben taşıyayım.”

Bütün hayatı özetledi teyzecik birkaç kelimede. Yetmiş yıllık ömrünün sermayesini yüreğinde toplamıştı.

Kimsesi yok muydu teyzenin? Vardı elbette, ama hiçbirine karşı tek şikâyet cümlesi dahi kurmadı. Durmadan tebessüm ediyor ve bir taraftan da haline şükrediyordu.

Ne ile geçindiklerini sorduğumda, üç aylık ihtiyar maaşı aldığını söyledi. Çok şükür, idare etmeye çalışıyoruz diyerek.

Allah’ım ne hayatlar yaşanıyor, önümüzde, arkamızda, yanımızda, sağımızda, solumuzda. Belki karşı komşumuzda, belki yan kapıda, bir mahalle yukarıda…

Hiç kimsenin hayatı sıradan değil. Çünkü hayat sıradan ve yolda bulunup da mülk edinilmiş bir değer değil. Kimimizin hayat hikâyesinde, fakirliğin ezici acıları var. Kimimizinkinde zenginliğin. Ama hepimizin hayatında değişmeyen bir gerçek var, o da insan olarak birbirimizden sorumlu olduğumuz gerçeği. Ramazan bu sorumlulukların hatırlandığı ve yaşandığı bir ay olarak ne güzel ve ne rahmetli bir aydır.

15.10.2006

E-Posta: [email protected]




Habip FİDAN

Diaspora, siyaset ve edebiyat...



Fransa’da sözde Ermeni soykırımı yasasının kabul edildiği aynı günde Orhan Pamuk’un da Nobel edebiyat ödülü alması, edebiyatla siyasetin iç içeliğini bir kez daha ortaya koymuştur.

Gerçek şu ki, varlığının devamı için siyaset ve edebiyat birbirinden faydalanır. Bu, geçmişte de öyleydi; şimdi de öyle, gelecekte de sanırım yine öyle olacak. Meselâ Divan edebiyatının ünlü şâirlerinden Zâti, saray mensupları tarafından el üstünde tutulmayıp akçesi kesilince ömrünün sonuna doğru ayak takımına üç-beş kuruşa aşk şiiri yazacak kadar fakirliğe düçar olmuştur. Bir yanda Bâki debdebe içinde yaşarken, diğer yanda san'atça kendisinden hiç de aşağı kalmayan Fuzulî sarayın iltifatına tam mazhar olamadığından, daha doğrusu talihi yaver gitmediğinden fakr u zaruret içinde bir hayat sürmüştür.

Aynı durum bugün, meselâ Orhan Pamuk için de geçerli. Roman yazarlığı konusunda ahkâm kesme selâhiyetim yok; ancak “Benim Adım Kırmızı” romanını yirminci sayfadan sonra okuyamayıp sıkıntıdan kenara fırlatanlardanım. Cümle dizilişinin kopukluğu, hayallerin intizamsızlığı dikkatimi ilk çekenlerdendi. Arkadaşım, “Orhan Pamuk İngilizce düşünüp Türkçe yazdığını söylemiş” dediği zaman, romanı anlamada neden zorluk çektiğimi biraz olsun idrak etmiştim. Aynı şekilde, haberturk.com’da(12.10.06) Atılgan Bayar’ın, söz dizini(sentaks) açısından yer yer ileri giderek grameri İngilizce, ama kelimeleri Türkçe bir edebiyat oluşturduğu hususunu dile getirmesi, Pamuk’un üslûbu hakkında söylenegelenlerin doğruluk derecesini daha bir arttırdı benim için.

Burada uzun uzadıya Pamuk’un üslûbundan bahsedecek değilim. Ne yalan söyleyeyim, ilgilenmeye değer de bulmadım çoğu zaman. Demek istediğim, Orhan Pamuk ödülü sadece Türk edebiyatına yaptığı katkıdan, kazandırdığı yeni üslûp ve muhtevadan dolayı mı, yoksa uluslar arası arenada nerdeyse şamar oğlanına dönen Türkiye’ye sözde Ermeni soykırımı konusunda aykırılığından mı kazandı? İşte esas nokta burasıdır. Çünkü istatistikler gösteriyor ki, hemen her ülkede, haklı veya haksız, ülkesine aykırılığı kim şiar edinmişse mutlaka taltif edilmiştir. Nitekim, “freeinternetpress.com”da da bu gerçek dile getirilmiş. Meselâ ülkesinin Irak’la savaşına kesinlikle karşı çıkan İngiltereli yazar Harold Pinter geçen sene ödüle lâyık görülmüş. 2004’te ise, Avusturya’da başka bir muhalif olan Elfriede Jelinek’e verilmiş. Bütün bunlar olurken, Orhan Pamuk’un bunu bilmemesi, göz ardı etmesi pek de mümkün görünmüyor bana.

Evet, Türkiye’de Ermenilere yönelik soykırımın yapıldığını iddia eden Orhan Pamuk’un aldığı Nobel ödülünün bu gerçeklerle bir ilgisi vardır elbette. Ve şüphesiz ödülü kazanmasında büyük pay da söz konusu çıkışı ile ilgilidir. Her şey bir yana, Fransa veyahut başka bir ülke Ermeni diasporasını meşrulaştırmaya çalışsın, bizde de tarihi yok sayarak, Hınçak Ermenilerinin yaptıkları zulüm ve işkenceleri görmezden gelip iddialarıyla safiyetimize yakışmayan “soykırım” lekesinin alnımıza sürülmesine çanak tutan Orhan Pamuk gibiler Nobel Edebiyat Ödülünü kazansın. Böylece yaşasın politik edebiyat!

Orhan Pamuk elbette kendi çapında başarılıdır. Ama Türk edebiyatını temsil edecek kadar başarılı bir profile sahip olduğuna inanmıyorum. Ayrıca Nobel ödülünü almak için kürsüye çıktığında, meselâ bir Ermeni tarafından yazılan Zeytin kasidesinde geçen, “Haylıca Türklere kurşun vurdular/ Çokça ağlattılar Türk’ü Müslümanı…” şeklinde geçen sözler kendisi için bir anlam ifade edecek kadar bir Türk edebiyatçısı mıdır? Dahası, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, Çukurova Koçaklaması’nda, Ermenilerin yaptıkları ile ilgili “İşte bunlardı/Arkadan vurdukları güpegündüz/ Pusuya düşürdükleri karanlıklarda/ Nice yıl ekmek bölüştüğümüz azınlıkların/ Saldırganla birleşerek … Yüreğimize akıtılan yalaz/ Göğsümüze saplanan bıçak İşte bunlardı/ Seyirmesi derimizin” şeklinde ifadesini bulan hisli kelimeler, şanlı kıt'anın bahtsız milletine mensup bir edebiyatçı olmanın nasıl bir duygu olduğunu ne derece tattıracak kendisine acaba? Ne diyelim, “şahsın adına” tebrikler Orhan Pamuk…

15.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004