Buluşmak, kendimizle buluşabilmek, bir başka deyişle yüzleşmek, öyle kolay olmasa gerek. Her babayiğidin harcı da değil herhalde.
Kendini tanımak. Adeta bir ummana dalmak gibi. Bu buluşma ve yolculuk hakikate ermek aslında. Gerçeklerle yüz yüze gelmek. Haddini ve hududunu bilmek. Doğrularla buluşmak ve onları hazmetmek, özümsemek. İsabet kaydetmek. Var olmanın, yaratılmanın gaye ve sırlarına erişmek. Tatlıyı değil, acıya talip olmak gibi bir şey. Onun için de kolay değil.
Kolay olsaydı “her kişi” yapardı. Ama kendisiyle buluşabilen, yüzleşebilen “er kişiler” sayılı kişilerdir, bütün dünya tarihinde. İlk insan, insanlığın babası Hz. Âdem (as) ve annemiz Hz. Havva, kul olmanın gereği olarak kendileriyle buluşma yolundaki sarf ettikleri—rivayetlere göre—bir seksen senelik zaman dilimi var önümüzde. Pişmanlık, nedamet ve sonsuz kudrete sığınma, ilticadan sonra “nübüvvet” nişanesi ile vazife başına geçme serüveni.
Hz. Nuh’un (as) evlât ve eş imtihanından sonra Rabbinin emriyle kendisiyle buluşma ve yüzleşme vetiresi çok kolay olmadı elbette.
Bu çizgide son din İslâm’ın tebliğcisi, güneşler güneşi Hz. Muhammed (asm) var en öne çıkan ve parlayan. Önce en yakın akraba ve bütün sülâlesi var kendisiyle buluşma çizgisinde. Getirdiği hakikatlere karşı müthiş bir karşı direnme var. Bunlara karşı, iç dünyasındaki fırtınaları İlâhî vahiyle, nebîliği ve velâyetiyle durdurması var. Sonra, kavminin ileri gelenleriyle, diğer kavimlerle ve “ötekilerle / inançsızlarla” olan müthiş mücadelesi var sahnede.
İşte onun örnek hayatında, dış şartların, dünyanın bütün bu zorlukları karşısında kendisine gelmek, kendisiyle buluşmak ve yüzleşmesinin en müstesna ve şahane örneklerini yakalamak mümkün.
Ayakları şişinceye kadar ibadet etmek. “Allah’a yalvaran bir kul olmayayım mı Ya Aişe” diyebilmek. İsmet—günahsızlık—sıfatı olmasına rağmen “günde en az yetmiş defa tövbe, istiğfar etmek.”
En yakınından gelen baskı karşısında “Vallahi bir elime Güneş’i, diğerine Ay’ı verseniz bu dâvâdan vazgeçmem” kararlılığında sebat edebilmek.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyeti karşısında “Hud Sûresi’nin otuz ikinci âyeti beni ihtiyarlattı” itirafında bulunabilmek.
İnançsız, azgın, cahil insan yığınlarının akıl almaz işkence ve hakaretlerine karşı sabırla direnip: “Ya Rab! Bunlar hakikati bilmiyorlar. Sen bunlara doğru yolu, hidayeti göster!” hidayet temennisinde bulunabilmek.
Tarihin büyük komutanı Sultan Fatih’in Rum mimarla ve kadıyla olan mahkemeleşmedeki tavrı aslında iç dünyasındaki bir “buluşma ve yüzleşme”den başka bir şey değildir.
Yunus’un; eğri değil, “doğru” odun taşıma tercihi. Mevlânâ’nın “Kim olursan ol gel!” daveti. Veysel Karani’nin, Medine’ye kadar geldiği halde, annesinin tavsiyesine uyarak Nebîler Nebîsini (asm) görmeden Yemen’e geri dönme sadakati.
...Ve daha yüzlerce, binlerce tarihin şeref levhası hadiseler karşısında kalem durur, nefes kesilir, söz biter, hayat mânâ kazanır, insan olan insan silkinir!
Bu asırda şahikaya çıkan asrın gönül sultanının şu haykırışları: “Ey serkeş nefsim!” nidâsı.
“Ben nefsimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” tespit ve seslendirmesi.
“Ben nefsimi tebrie etmiyorum (temize çıkarmıyorum), zira terbiye etmemişim” itirafı.
“Bana eziyet edenlere, zindanlara atanlara, memleket memleket sürgüne gönderenlere hakkımı helâl ettim” fedakârlığı… vb. kendiyle buluşma, yüzleşme yolunda ibretâmiz örneklerdir.
Şimdi duralım ve düşünelim. Ben! Ve siz! Bu buluşmanın ve yüzleşmenin neresindeyiz? Aslında, görünüşte çok kısa, fakat uzun bir yolculuk bu “kendimizle buluşmak.” Bizim bizimle bulaşabilmemiz için ise, gösterişten uzak, kendi dünyamızda, biz bize olarak, sakin ve ıssız zamanlarda, hele bu mübarek gecelerde, bu uzun ince yolculuğa yavaş yavaş kendimizi alıştırmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Uzakta olan, çoğu zaman başkaları değil, bizzat biziz, “kendimiz!” Hayırlı “buluşmalar” dileğiyle.
14.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|