Bilindiği gibi her Ramazan ayında Osmanlı Devletinin eğlence özellikleri ön plana çıkarılır. Bu artık bir gelenek haline gelmiştir. Normal zamanda “Ben cumhuriyet çocuğuyum, Osmanlı’yı reddediyorum” diyenler bile, Ramazan gelince birden Osmanlı torunu olurlar. Kavuklu, pişakâr oyunlarını, Karagöz-Hacivat tiplemelerini, sultan kavuklarını cüppelerini sahiplenirler. Neden, çünkü onlar “eğlenceliktir.” Ramazan ayı, hiç kendini yaşamayanı bile, manevî bir baskı altına alır. İster istemez kendini bir yere ait olmak zorunda hisseden insanlar da, eğlencelikleri sahiplenirler. Peki kötü mü bu?
Hayır, helâl dairede olduğu sürece elbette ki değil, yalnız, sadece bu yok ki bizim tarihimizde. Bu biraz da şuna benziyor; biz Ramazan Bayramını sadece şeker yenen bayram olarak algılamıyoruz ki, “şeker bayramı” diyerek, bayramın yüceliğini indirgeyelim.
Gelin, bu defa da eğlencelik olmayan bir yanını örnek alalım ecdadımızın. Huzur dersleri, Ramazan ayının ilk gününden başlamak üzere ve toplam sekiz derste sona ermek üzere sarayda padişahın huzurunda “mukarrir” adı verilen zamanın tanınmış âlimleri tarafından verilen derslerin adıdır. Bunlara “Huzur-ı Hümayun Dersleri” de denirdi. Tümüyle tefsirden oluşan bu derslerin kökeninin Osman Gazi’ye kadar uzandığı ve Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar sürdürüldüğü görülmektedir. Dersler saray salonlarından birinde öğle ile ikindi arasında gerçekleştirilirdi. Huzur dersleri son dönemlerde sekiz dersten oluşuyordu ve Ramazan’ın ilk on gününde tamamlanıyordu.
Her ders bir mukarrir ve on beş muhataptan oluşurdu. Dersler genellikle iki saat kadar sürerdi. Mukarrirlerin cüppeleri siyah, muhatapların mavi renkte olurdu. Mukarrir dersini bitirdikten sonra muhataplardan rütbesi en yüksek olandan başlamak üzere kendisine sorular sorulurdu. Bu sorular, konuşulan konuya ilişkin olur ve mukarriri zor duruma düşürecek cinsten konu dışı sorular olmazdı. Daha sonra mukarririn duâsıyla derslere son verilirdi. Dersler bittikten sonra mukarrirlere bir miktar atiyye (hediye, bahşiş) ile birer bohça verilirdi. Bohçalar mukarrirlerin rütbelerine göre olmayıp, herkese aynı ölçüde verilirdi. Muhataplara ise yalnızca bir miktar atiyye verilirdi. (Kaynak: M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih ve Terimleri Sözlüğü, C. I, s. 708-709).
Efendim, o zamandan bu zamana neler değişti neler, yalnız birşey hâlâ sapasağlam yerinde duruyor. O da “Ramazan ahlâkı ve edebi.” Yıl içinde her ne yaptıysak aldırmadan, Ramazan gelince tövbesini yapan bir milletiz biz. Mukabeleler ve dinî sohbetler, vazgeçilmez sofrası oruç zamanlarımızın. Manevî beslenme ihtiyacının ayyuka çıktığı bu dönemde, insanlar adeta ibadet yarışına giriyorlar.
-Sen iki mukabeleye mi gidiyorsun, ben üç tane takip ediyorum, bir de kendim okuyorum dört oluyor. Bir arkadaşımız da tefsir dersi yapıyor. Huzur derslerinin lezzeti bambaşka, mutlaka sen de gelmelisin.
Huzur dersleri padişah huzurunda yapılması sebebiyle “huzur” adını almıştır. Fakat aynı zamanda ikinci anlamı da huzur vermesidir.
Uzaklarda yaşayanlar da memleketlerinde gördükleri Ramazan âdetlerini, sohbetlerini devam ettirmekteler. Tabiî ki imkânlar ölçüsünde. Yayan yürümek, mahalle arası komşuya geçip, apartmanca toplanıp hatim indirmek gibi şeyler burası için mümkün olmasa da (arabasız yaşamak adeta felç) arada bir toplanıp huzur derslerinden paylarını alıyorlar.
Tarihimizin kıyıda köşede kalmış ya da çok az insan tarafından bilinen yanlarını görebilmek ve Osmanlı’da Ramazan’ı sadece “eğlencelik” algılamamak dileğiyle…
09.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|