Çok uzun yıllar önce, ben henüz beş yaşındayken annemin peşi sıra takılıp gittiğim misafirliklere, daha doğrusu “ilim sohbetleri”ne kısır ve puf puf kabarmış cevizli kekler yemek hayaliyle gittiğimi itiraf ediyorum. Bu dönem, fizyolojik ihtiyacı fazlasıyla cazip kılan, manevî beslenmenin ne demek olduğunu bilmememdi ve tabiî ki çocuk olmam. Ama bunun hikmeti de yok değil hani. Çünkü baksanıza, Osmanlı Devletinde yapılan sohbetlerin tarihe kaydı bir yiyecek adıyla düşülmüş. (Osmanlı Devletinde “helva sohbetleri” olarak bilinen ilim meclislerinin önemi çok büyüktü. Bu sohbetlerin baş konuğu, edebiyat, müzik ve din alanında söz sahibi olanlardı. Siyasetin konuşulmadığı bu sohbetlerde ilmî mütalâalar yapılır ve ikramlar hiç durmazdı.)
Anlamını çok sonraları kavradığım bu toplantıların vazgeçilmezliği ise “manevî beslenme”yi ve “sürekli yenilenme” esas almasından ileri geliyordu.
Her çesit meslekten, kültürden insanların biraraya gelerek, kendi aralarında konuşmaları, aynı zamanda Peygamberimizin (a.s.m.) bir sünneti olduğu gibi, bu sohbetleri yücelten ise konuştuğumuz konuların kalitesidir.
Sohbetin kalitesi nereden anlaşılır?
Hangi konunun sonuna nokta koyamıyoruz? Hangi cümle konuştukça bambaşka ufukların yolcusu yapıyor bizi? Hangi sözler bizi aşıp da bizden öte bizden âlâ kapıların önünde nöbete duruyor? Bunları sormak gerekiyor öncelikle.
Yaratılış amacı bir mânâda “tekâmül” olan insanın kendini sürekli olarak yenilemesi ve geliştirmesi emredilmiştir. İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan bu özelliği, onun hayat boyu “talebelik” ile mükâfatlanmasına sebep olmuştur. Kendi acz ve fakrının farkına varan “İnsan ise, dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hatta yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zaif bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder. Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlarından sakınabilir.”(Said Nursî)
Yapılan araştırmalara göre bayanların erkeklere oranla daha fazla konuştukları ispatlanmış, hatta anne karnında çekilen kız ve erkek bebeklerin görüntülerindeki ağız hareketlerinde bile farklılık olduğu tesbit edilmiştir. Cehennemin çoğunluğunu kadınların oluşturacağını bizlere haber veren yüce Peygamber (a.s.m.), “dedikodu”nun ne büyük felâketlere sebebiyet vereceği hakkında bizleri çok önceden uyarmıştır.
Kırsal kesimde, belki hâlâ kırsallıktan terfî edememiş metropollerde bile, köşe başlarını işgal eden, ellerinde el işleri olan kadınlarımızın, gelen geçen hakkında konuşmak, konu komşunun aldığı mobilyaların ya da gittikleri tatil yerlerinin üzerine makale—hatta durun!—kitap yazmak gibi yüce bir görevleri vardır. O konular o kadar uzar ki, günler hatta gecelerce tartışılabilir, sonuçsuz, anlamsız ve yersiz. Maksat günü bitirmek olsun, “Vakit bir türlü geçmiyor” bahanesi arkasına sığınmak olsun. Oysa biliriz ki “Büyük kafalar düşünceleri, orta kafalar olayları küçük kafalar kişileri konuşur.”
Peki Osmanlı saray kadınlarını biliyor muyuz? İstanbul’da yaşayan “Muhteşem İstanbul” kitabının yazarı Gerard de Nerval’ diyor ki: “Saray kadınlarına gelince, bunların gerçekten birer âlim olduklarını söyleyebiliriz ve bu sözümüzde mübalâğa yoktur. Çünkü saraya giren her kadın, tarih, edebiyat, müzik, resim ve coğrafya konularında çok ciddî bir eğitime tabi tutulur. Bu kadınların birçoğu, sanatkâr veya şairdirler.. (Bkz. Gerard de Nerval; Muhteşem İstanbul, Boğaziçi Yay., İst. 1974, s. 82)
Erkeklere gelince, kahvehane köşelerinde bütün günlerini acımasızca harcayan, hesabı sorulacak her anını çöpe atan, ailesine ayıracak zamanı, kahve arkadaşlarına ayıracak zamanından az olanlar biliyorlar mı, 17. asrın ikinci yarısında Kırklareli’yi gören Evliya Çelebi’nin, köprü başındaki çeşmenin yanında bulunan kahvehanede “ilim sohbetleri” yapıldığını söylediğini.
Amerika’da dedikoduya zaman ve de mekân yok. Çünkü insanlar fazlasıyla bireyselleşmişler, birçoğu kendilerine ayırdıkları zamanı kitap okuyarak değerlendiriyor. Biz Türkler kendi aramızda toplandığımız vakitlerde de bir âyetin mealinden ya da bir hadis-i şerifin açıklamasından yola çıkıyoruz. Artık o yolculuk bizi nereye götürürse, ‘ya Nasib’ diyoruz. Sürekli paslaşan sporcular gibi akıl akıldan üstün geliyor, bambaşka diyarlara geçiş yapıyoruz. Gurbetin zorluklarını, uzak kalmaları, “asıl yakınlığın Yaratana olması gerektiği”nin farkındalığıyla ezip geçiyoruz.
Şeyh Edebali şöyle tavsiyelerde bulunurdu:
Kur’ân-ı Kerim’i “güçlü olmak için” okuyun. Hadis ezberleyin. Bildiklerini öğretenler unutmaz. Asıl ölüm, ilimden payını almayanlaradır. Faydalı ile faydasızı bilenler, bilgi sahipleridir.
28.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|