Dünyanın hangi güzelliğine baksam o aklıma geliyor. Bünyeme dercedilen güzel bir hayat yaşama arzusunu hemen anında susturan bir ikazcıdır, bahsetmek istediğim o mutlak vâkıa. Mutlaka bir gün karşılaşacağım, mutlaka bir gün onunla buluşacağım. Şimdiye kadar dünya hanına uğramış her insanın mutlaka onunla yolları kesişmiştir. Acı da olsa o bizim uğrağımız, son durağımız olacaktır. İşte o gerçek, işte her şeyin yalan olduğu dünyada gerçekler âlemine açılan o kapı bana dünyanın zevklerini acılaştırıyor. Kıskanç olduğundan mıdır bilemiyorum, dünyada hiçbir şeyi onun kadar düşünmemizi istemiyor.
Dünyanın doyulmayan güzelliklerini, insanın içindeki doymak bilmeyen hırslarını anlamsızlaştırıyor o gerçek. Nefis her azdığında “ben varım” diyerek susturuyor onu. Dünyanın en güçlüleri ile dünyanın en zavallılarını aynı potada eritiyor. Kimse ondan kaçamıyor. O herkesin içeceği bir şerbettir, o herkesin girmek zorunda olduğu bir kapıdır. Biz insanlar o mutlak sonu herkes için aynı şekilde görüyoruz. Ancak gerçeğin bizim gördüğümüz gibi olmadığını da gayet iyi biliyoruz. Biliyoruz ama tasvir edemiyoruz.
O girilen kapının arkasında neler vardır, oraya girenler oradaki âlemde nelerle karşılaşacaktır? Bütün bu soruların bu âlemde tam cevaplandırılması oldukça zordur. Şahların nasıl geda gibi karşılandığını, gedaların nasıl şahlar gibi karşılandığını da tam bilemiyoruz. Ama öyle olacakmış.
Orası bizim çok büyük gördüklerimizin cüceleşeceği, bizlerin küçük gördüklerimizin de büyükleşeceği bir âleme açılan kapı imiş. Bunu, malûmatları gerçekler âleminden bize ulaştıranlardan, bize haber getirenlerden öğreniyoruz ve tam inanıyoruz. Görmüyoruz, duymuyoruz, belki biraz hissediyoruz, belki hakikatler âleminden kulaklarımıza bazı gerçekler fısıldanıyor, ama bu dünyada olduğumuz sürece orada bizleri ne beklediğini aynelyakîn görmemiz mümkün olmuyor.
Birileri benden hep dünyanın şan ve şerefini sorduğunda, birileri benden neden daha güzel bir hayat yaşamadığımı sorduğunda hep onu düşünüyorum. O olmasaydı bu dünyada en güzel bir şekilde yaşamak için büyük mücadeleler verecektim. Dünyanın en güzel mekânlarına yerleşmek, oralarda köşkler yapmak, bahçeler ekmek, cennetler oluşturmak için elimden geleni yapacaktım. Ama onun muhakkak olan varlığı bu dünyadaki her şeye karşı iştahımı kesiyor.
Dünyanın her tarafını gezmek, o filmlerde tanıştığımız mekânlarda eğlenmek, dünyada ne kadar zevk varsa onu yaşamak isterdim, ama o vardır ve o olunca bu dünyada hiçbir zevkin tadı olmuyor, hiçbir metaın değeri bulunmuyor. Bu sebeple kendimi boşu boşuna yormuyor, dünyanın güzellikleriyle kendimi avutmuyorum.
Bana “Hani katın, hani yatın, hani araban, hani yazlığın, hani sazlığın?” diye sorup duruyorlar. Bazen susuyor, bazen de o gerçeği onlara hatırlatıyorum. Diyorum ki “O olmasaydı bu dünyada büyük mücadele içinde olur, her güzel olanı, her iyi olanı, her zevkli olanı elde etmeye çalışırdım. Ama onun varlığı beni bu dünyanın geçici olan her güzelliğinden soğutuyor.”
Bilmiyorum, derdimi anlatabiliyor muyum çevremdeki insanlara? Onlar da duygularıma katılıyor mu? Hiç bilemiyorum. Ama onların bilmemesi, onların duygularıma ve kaygılarıma katılmaması beni rahatlatmıyor. Ve ben onu unutamıyorum. Unutamıyorum, ama korkuyorum da. Ona kavuşmayı nefsim istemiyor. Oysa inanıyorum ki, ondan sonra ulaşılabilecek tarif edilmez güzellikler bulunmaktadır. Ondan sonra sevdiklerimiz, ondan sonra hiç ayrılmayacağımız tasasız, dertsiz, belâsız bir dünya vardır.
Ona ben de, ona siz de, ona onu hiç düşünmek istemeyenler de kavuşmak zorundadırlar. O bizim kaderimiz. Ama ne zaman kavuşacağımızı bilemiyoruz. Belki yarın, belki de yarından yakın, ona kavuşacak, onun kucağına atılacağız. Ona “ölüm” mü desem, yoksa ona “mevt” mi desem? Ona “mezar” mı desem, yoksa “kabir” mi desem?.. Ne fark eder ki?
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|