Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kim izzet istiyorsa, bilsin ki bütün izzet Allah'ındır. Güzel sözler Ona yükselir; onu da ihlâs ile yapılan güzel işler yükseltir. Mü'minlere kötülük yapmak için tuzak kuranlara ise şiddetli bir azap vardır. Öylelerinin tuzakları boşa çıkacaktır.

Fâtır Sûresi: 10

22.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İlim öğrenmeye çalışanın rızkına Allah kefil olmuştur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3691

22.08.2006


Bediüzzaman’ın savaş ahlâk -5-

Bediüzzaman, Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi...

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirini telif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman, kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârâtü’l-İ’câz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir.

Tarihçe-i Hayat, s. 94

***

Tenbih

İşârâtü’l-İ’caz tefsiri, eski Harb-i Umuminin birinci senesinde, cephe-i harpte, me’hazsiz ve kitap mevcut olmadığı halde telif edilmiştir. Harp zamanının zarûretinden başka, dört sebebe binaen gayet muhtasar ve icazlı bir tarzda yazılmış; Fatiha ve nısf-ı evvel, daha mücmel, daha muhtasar kalmıştır.

Evvelâ: O zaman, izaha müsaade etmiyordu. Eski Said, icazlı ve kısa tabiratla ifade-i meram ediyordu.

Saniyen: Gayet zekî olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünüyordu, başkaların anlamalarını düşünmüyordu.

Salisen: Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur’ân’daki icazlı olan i’câzı beyan ettiği için, kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise, Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said’in bütün hatiâtıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, halis bir niyetle ve belâgatın kanunlarına ve ulum-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh edemedim. Belki Cenâb-ı Hak, bu eseri ona kefâret-i zünub yapacak ve bu tefsiri de tam anlayacak adamları yetiştirecek inşaallah.

Eğer Birinci Harb-i Umumî gibi maniler olmasaydı, tefsirin şu birinci cildi, i’câz vücuhundan olan i’câz-ı nazmîyi beyan ettiği gibi, diğer cüzler ve mektuplar da müteferrik hakaik-i tefsiriyeyi içine alsaydı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyana güzel bir tefsir-i cami olurdu. Belki inşaallah, şu cüz-ü tefsir ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat risâleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ânî yazsın, inşaallah.

Said Nursî

İşârâtü’l-İ’câz, s. 9

***

Hem, İstanbul’da Fetva Emîni Ali Rıza Efendi, çok zaman bu tefsiri mütalâa ile, yanına gelen dostlarına müteaddit defalar, “Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” diye yemin ederek îlân ediyordu.

Şark uleması, Şam ve Bağdat’ta büyük âlimler “İşârâtü’l-İ’caz gayet harika ve emsalsiz bir tefsirdir” diye istihsan etmişlerdir.

Tarihçe-i Hayat, s. 94

Lügatçe:

me’haz: Kaynak.

nısf-ı evvel: İlk yarısı.

îcâz: Az sözle çok mânâ ifade etme; veciz söyleme.

i’câz: Mucizelik; aciz bırakmak, insanların benzerini yapmada aciz kaldıkları şeyi yapmak.

22.08.2006


İbdâ’ ve inşâ (2)

—Dünden devam—

Evet, demek ki, Allah’ın iki çeşit yaratması var. Biri yoktan yaratma, diğeri ise sebeplere, bazı kanunlara bağlamak sûretiyle yaratma. Her iki yaratmada da mu’cizâne işler gözüküyor. Herbir yaratma işleminde Allah’ın bir ismi tecellî ediyor.

Meselâ insanın yaratılmasına bakalım: Burada hem ibdâ’, hem de inşâ tipi yaratma gözükmekte. Kâinatta bulunan, insanın vücudunda bulunması gereken çeşitli unsurlar ve madenler, insana, rızık vasıtasıyla geliyor. Bu, inşâ tarzında oluyor ve Münşî ismi tecellî ediyor. Yani, maddelerin birleşerek bir insan vücudunun inşâ edilmesi.

Aynı madenleri, maddeleri vücuduna alarak rızıklanan iki insana baktığımızda ise, birbirine benzer organlarının olduğunu, fakat iki insanın da birçok özelliğinde farklı olduğunu görüyoruz. Sesleri, huyları, DNA’ları, karakterleri, hücre yapıları, parmak ucu izleri v.s. gibi birçok özelliklerinde farklılar. Demek ki, bu özelliklerin yaratılması yoktan olmakta, yani ibdâ’ tarzındadır. Burada da Mübdi’ ismi tezahür ediyor.

Bunları söylerken elbette her iki yaratma tarzında da, Sâni ismini unutmamak veya göz ardı etmemek gerektiğini söylemek durumundayım.

Bunun nasıl gerçekleştiğini ise Üstad Said Nursî “ilmî kalıp” deyimiyle açıklamaktadır; “Vahdette, maddeye ve zamana ihtiyaç olmadan, bir mevcudu adem-i sırftan ibda’ ve icad etmek mümkün olur ki, o mevcudun zerreleri külfetsiz bir şekilde ve hiçbir karışıklığa meydan vermeden bir ilmî kalıba dökülür. Şirkte ve kesrette yoktan var etmek ise, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, imkân haricidir. Çünkü bir zîhayatın vücudu için, yeryüzüne yayılmış zerrelerin ve anâsırın toplanması kaçınılmaz olur; ayrıca, ilmî bir kalıbın mevcut olmayışı sebebiyle, o zîhayatın cismindeki zerrelerin muhafazası için, her zerrede küllî bir ilmin ve bir irade-i mutlakanın bulunması gerekecektir.”12

Varlıkların yaratılmalarının, bir olan Allah’ın yaratmasıyla olduğu bu ‘ilmî kalıp’ tabiri ile ispatlanmaktadır. Birden fazla yaratıcı olduğunu farz etseydik, herbir hayat sahibi varlığın yaratılması için bütün kâinattan toplanması gereken maddelerin bir ilmî kalıba dökülmesi gerektiğinden ve bir olan Yaratıcıdan başkasında bu kalıbın olmamasından dolayı yaratma imkânsız olacaktı.

İnsanın yaratılış safhalarını anlatan (hem inşâ ve hem de ibdâ’ tipi yaratmanın anlatıldığı) başka bir paragrafta Üstad Said Nursî şunları söylemektedir: “İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerrâtı içinde câmid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmî bir intizamla, bir kast ve hikmet altında âlem-i mevâlide (doğuşlar âlemi) intikal eder. Âlem-i mevâlidde de, sükût içinde iken, birden bire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılâb eder. Sonra müteselsil inkılâblarla alâka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur.”13 Devamında ise, “Ve kezâ camid, dağınık bazı zerrelerin birden bire bir vaziyetten çıkıp, mâkul bir sebep olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Sâniin vücuduna zâhir bir delildir” denilerek bu konuya nokta konulmaktadır.

Bu paragrafta geçen “birden bire”, “acip, garip bir tarzda”, “mâkul bir sebep olmadığı halde”, “intikal etmek” gibi ifadeler, insanın yaratılışının ibdâ’ boyutuna; “yevmî bir intizamla”, “müteselsil inkılablarla” ifadeleri ise inşâ boyutuna dikkatleri çekerek Münşî ile Mübeddil isimlerinin tecellîlerini göstermektedir.

Aslında; “..dünyadaki vücut, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkip, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka meselesi, sabıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, meseleye müdahale edip araya girerler...”14

Peki bütün bu işlemler, faaliyetler, yaratmalar nasıl olmaktadır? Üstad Said Nursî, bu konuyu da öyle güzel ve merhaleler halinde anlatıyor ki, gören gözlere Yaratıcıyı adeta gözle görür derecede gösteriyor.

Şöyle ki; “..en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılâbat ve tahavvülâta dikkatle bakılırsa görülür ki, âlem-i zerrattaki zerreler, âlem-i anâsıra intikal edince başka sûretlere girerler, âlem-i mevâlidde başka sûretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan sûretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılâbât-ı acîbe esnasında, zerreler öyle muntazam harekât ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki, sanki bir zerre, meselâ âlem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bilâ-tereddüt hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerrâtın hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acip ve garip tavırlar, insana, ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil olduğuna da bir kanaat getirtir...”15

Yukarıdaki insan örneğinden başka, suyun yaratılmasında da hem ibdâ’, hem inşâ türü yaratmayı görürüz. Suyun iki Hidrojen atomu ile bir Oksijen atomunun birleştirilmesiyle yaratılması, inşâ türü yaratmaya örnek iken; Oksijen ve Hidrojen atomlarının ayrı özellikte ve hiçten yaratılması ibdâ’ türü yaratmaya örnektir. Bunun gibi birçok örnek verilebilir. Tuz (Sodyum ile Klor’un birleşmesi), lehim (Kurşun ile Kalay’ın birleşmesi) vs. gibi.

Son söz olarak söylenebilir ki; “hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne icad ve san’atperverâne ibdâ’ ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşâ ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ etmek hakikatidir ki, zîruhlar adedince şahitleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.”16

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Sensin.”17

—SON—

Dipnotlar:

12- Lem’alar, 29. Lem’a, 3. Bab, 1. Mertebe

13- İşârâtü’l-İ’câz, 28. âyet

14- İşârâtü’l-İ’câz, s. 234

15- İşârâtü’l-İ’câz, 28. âyetin 2. Meselesi

16- Âyetü’l-Kübrâ, 1. Makam, 7. Mertebe

17- Bakara Sûresi, 32

M. Fahri UTKAN

22.08.2006


Ceylan Çalışkan’ı vefatının 43. yılında rahmetle anıyoruz

Bediüzzaman’ın hizmetkârlarından Emirdağlı Çalışkanlar ailesinin zeki, ihlâslı, gayretli, nüktedan ve hazırcevap ferdi Ceylan Çalışkan 22 Ağustos 1963 tarihinde geçirdiği bir trafik kazası neticesi vefat etmişti.

Ceylan Çalışkan, 1929 yılında Emirdağ’da dünyaya gelmiştir. Babası Mehmed Çalışkan, annesi ise Ayşe Çalışkan’dır. Küçük yaşta annesini kaybeden Ceylan Çalışkan, çok küçük yaşlarda Üstad Bediüzzaman’a talebe olur. Senelerce Üstad Hazretlerinin hizmetinde ve Risâle-i Nur’un intişarında azamî bir sadakat, feragat ve fedakârlıkla cansiperane çalışır.

Babası Mehmed Çalışkan, bir keresinde oğlu Ceylân’la birlikte Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edişlerini şöyle anlatır:

“Bir gün Ceylân’la beraber Üstadı ziyarete gitmiştim. Üstad:

“‘Oğlun mu?’

“‘Evet.’

“‘Fırsat düşmüşken çocuğun mektep işini danışayım dedim:

“‘Efendim, çocuk çalışkan ve zeki, onu yüksek mekteplere vermek istiyorum, ne buyurursunuz?’

“‘İyi! Zeki ve çalışkan olduğu için evvelâ benden iman dersi alsın, sonra yüksek mektebe devam etsin’ diye buyurdu.

“‘Böyle bir cevap beklememekle beraber, hemen razı oldum. Zaten Üstad’ın her emrini yerine getirmeye çalışırdık. Ev işlerimizi olduğu gibi, hususî meselelerimizi dahi hep kendisine danışırdık.’”

Bediüzzaman’ın hizmetinde

Mehmed Çalışkan, Ceylan’ın, Üstadın hizmetine girişini de şöyle anlatır:

“..Nihayet askerliğini bitirdi ve geldi. Bir gece evde kaldıktan sonra ertesi gün, Üstad:

“‘Bak kardaşım, senin çok evlâdın var; bunu da bana ver’ dedi.

“‘Üstadım, biz Ceylân’ı daha evvel size vermiştik’ dedim.

“Böylece, Ceylân yatağını evden toplayıp, Üstadın yanına gitti.” (Son Şahitler, 2. Cild, s. 380)

İşte bundan sonra, Ceylân Çalışkan, zekâsı ve çalışkanlığıyla Bediüzzaman Hazretlerine talebe, hizmetkâr ve manevî bir evlât olmuştur.

Risale-i Nur’da Ceylan Çalışkan

Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’da “mânevî evlâdım, fedakâr hizmetkârım” şeklinde bahsettiği Ceylan Çalışkan için şunları da söyler:

- “Ceylân, merhum biraderzadem Fuad bedeline verilmiş diye mânevî ihtar aldım.” (Şuâlar, s. 459)

- “..küçücük bir Hüsrev, hem küçücük bir Abdurrahman hükmünde Ceylan namında çok çalışkan bir çocuk, Risâle-i Nur’a tam hizmet ediyor.” (Emirdağ Lâhikası, s. 24)

- “Benim Abdurrahman’ım ve küçücük bir Hüsrev namını alan Ceylân, vazifesini iki üç yerde tam yaptı, geldi. Şimdi daha büyük bir vazife için Ankara’ya Sungur gibi bir vekilim olarak gönderiyorum.” (Emirdağ Lâhikası, s. 287)

22.08.2006


Delâili'n-Nur

27. Milyon salât, milyon selâm sana olsun, ey Allah’ın Habibi!

28. Hz. Peygamberin gül yüzüne zaman zaman salâvat getirmek, ölünceye kadar bana farz-ı ayn olsun.

29. Milyon salât, milyon selâm sana olsun, ey Allah’ın vahyinin emini!

30. Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâbına ağaçların yaprakları, denizlerin dalgaları ve yağmurların damlaları sayısınca salât, selâm ve bereketler ihsan eyle! Allah’tan başka hiçbir ilâhın bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın resûlü olduğuna şehadet ederim.

31. Ey Efendim! Bütün yaratıkların en hayırlısı olan Habibin Muhammed'e sürekli ve kesilmeksizin salât ve selâm eyle! O, korku ve dehşet verici her durum karşısında şefaatı umulan Habîbullah'tır.

Allah'ım! Bir canlı soluğunu alıp verdikçe o seçkin Mustafa'ya her gün ve her an salât eyle!

22.08.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

Risâle-i Nur kalplerin fatihidir

Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsirdir. Evet, Risâle-i Nur kalblerin fâtihi ve mahbubu, ruhların sultânı, akılların muallimi, nefislerin mürebbî ve müzekkîsidir.

22.08.2006


Nurdan Bir Kelime

Hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü bilgayr

“O herşeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Sûresi: 7.) âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.

Sözler, s. 210

22.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004