|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Ailenin temeli’ni koruyalım |
|
Emniyet Genel Müdürlüğünün hazırlattığı “Töre ve Namus Cinayetleri” konulu rapora göre, kadına uygulanan şiddette Ankara yüzde 10 ile en başta geliyormuş. Yine rapora göre, son 6 yılda 91 ‘töre cinayeti’ işlenmiş (Sabah, 18 Ağustos 2006)
Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan raporda, son 6 yılda işlenen cinayetler ele alınmış. Raporu açıklayan Ege Üniversitesi Kadın Sorunları ankete katılan 430 kişiden yüzde 37.4’ünün ‘namus cinayeti’ni ‘’onayladıkları’’nı, onaylayanların arasında kadınların bulunduğuna da işaret etmiş.
Prof. Dr. Toygar, “Ankete katılanlara göre, namus, dinin emrettiği kadının iffetidir. Bu nedenle başı açık gezmesi de iffetsizlik olarak görülmüştür’’ tesbitini de aktarmış.
*
‘Töre cinayetleri’ diye adlandırılan ‘yara’nın sarılması gerektiği her halde tartışılmıyor. Problem, bu ‘yara’nın niçin açıldığı ve ‘nasıl kapatılacağı’nın tesbit edilmesindedir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi, ‘namus’ kavramının ‘yok kabul edilmesi’ bu problemi çözmek için çare olmaz ve olamaz. Araştırmayı yapan uzmanın da itirafıyla bu sebeple şiddete maruz kalan ‘kadın’lar da ‘namus’ kavramının ‘dinin emri’ olduğuna inandıklarını beyan etmişlerdir ki, bu tesbit ‘Türkiye gerçekleri’ne uygun bir tesbittir.
Araştırmanın ortaya koyduğu ‘bilinen gerçek’lerden biri de ‘alkol’ün ‘kadına uygulanan şiddet’in sebeplerinden biri olduğudur. Bütün kötülüklerin anası olan alkol (ve tabiî ki bütün çeşitleriyle uyuşturucu/öldürücüler) ailelerin yıkılmasında, ocakların sönmesinde ve ‘kadına şiddet’te de suçluların başında yer alıyor. Dikkat çeken nokta ise, asıl suçlu olan alkol ve kumar gibi kötü alışkanlıkların, bazıları ya da birileri tarafından görmezden gelinmesidir. Meselâ, ‘kadına uygulanan şiddet’ler sözkonusu olduğunda, asıl suçlu olan alkol ve kumar gibi kötü alışkanlıklar gündeme getirilmezken, ‘dinî anlayışlar’ eleştirilmek istenmektedir. Nedense, milletimizin ‘namus’ kavramına önem vermesi bazılarını rahatsız ediyor...
Tabiî kadına uygulanan şiddetin bir diğer mağduru da çocuklar oluyor. Kavga/gürültünün olduğu bir aile ortamında huzurlu çocuklar ve genlerin yetişmesi mümkün olabilir mi?
Alkol tüketen kocaların, kadınlara daha fazla şiddet uyguladığı da ‘net’ olarak ortaya konulmuş durumda. Şiddete maruz kalan kadınların çocuklarına şiddet uyguluyor olması da ayrı bir yara...
Rapor, “Ne yapmalı?” konusuna da yer ayırmış. Bu ‘tavsiye’lerin faydasız olduğunu söylemek ne kadar doğru olmazsa, ‘çok doğru tedbirler’ olduğunu söylemek de zor.
Rapora göre yapılması gerekenler şöyle sıralanmış:
*(Kadın sığınma evleri)nde kalan kadınlar, meslek sahibi yapılarak, devlet tarafından istihdam edilmeli.
*“Alo Şiddet” hatlarının kurulması lâzım.
*Basın ve televizyonlardaki kötü örnek oluşturan kadın-erkek programları denetlenmeli.
*Töre ve namus cinayetlerine daha ağır yaptırımlar getirilmeli, uzun süreli mahkemeler yerine, suç sabitlenince ağır yükümlülükler oluşturulmalı.
*Ceza süresi içinde psikolojik rehabilitasyon zorunluluğu konulmalı.
Araştırmayı yapan ‘uzman’lar böyle demiş, ama biz; bütün ‘yara’lara merhem olan ‘doğru İslâmı öğrenme ve öğretme’ maddesi ‘çare listeleri’nde yer almadığı sürece kalıcı çarelere ulaşmamız mümkün olmayacağı kanaatini taşıyoruz...
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Ağaç yaşken, müzik çocukken... |
|
Nathalie, doğuştan beyin özürlü henüz 3 yaşında bir çocuktur. Nefes alıp verme problemini çözmek için soluk borusuna bir hortum takılması gerekiyor.
Ancak küçük kız elleri ve ayakları ile karşı koyarak engel olmaktadır. Kuvvetli bir sakinleştirici iğne ile bu sorunun giderilmesi pekâlâ mümkündür ama, Dr. Joanne Loewy, başka bir yol dener: Müziği kullanır. Küçük Nathalie’nin yatağının ayak ucuna yerleştirdiği trompete birkaç defa vurarak sakinleştirmeyi başarır. Dr Loewy trompete vurduğunda küçük kızın kalp ritimleri ve soluk alış verişi düzene giriyordu. İşte müziğin bir insan üzerinde özellikle bir çocuğun hem de hasta bir çocuğun üzerindeki etkisi. Amerika’da uygulanan bu metoda bizden de bir katkıda bulunalım. Değerli sanatçı dostum ve aynı zamanda doktor olan Psikiyatrist Dr. Adnan Çoban’ın belirttiğine göre felçli çocuklara rast makamı, korku ve kaygı gibi psikolojik rahatsızlıklar içindeki çocuklara hicaz makamı, zihni açmak için ırak makamı, hiperaktif çocuklar için ise yavaş ritmler olan buselik, nihavent ve hicaz makamındaki müzikler dinletilmeli. Konuşma güçlüğü çeken çocuklara ise meselâ ney, flüt vs gibi nefesli enstrümanlar çaldırılabilir.
İngiliz doktorlar ise daha anne karnındaki bebeklerin müzik karşısındaki durumları hakkında da enteresan tesbitler yapıyorlar. Buna göre, bebekler hamileliğin 20. haftasından itibaren dışarıdan gelen sesleri duymaya başlıyorlar. Bu sebeple hamile hanımların gürültülü ortamlardan uzak durmaları tavsiye ediliyor. Ultrason kayıtlarına göre özellikle Mozart’ın eserlerini duyan bebeklerin anne karnında yavaşça hareket ettikleri ve yüz ifadelerinin normalden daha canlı ve olumlu olduğu, ancak rock müzik dinletilen bebeklerin huysuzlaşarak ani hareketlerde bulundukları tesbit edilmiş durumda.
Anlaşılan o ki “çocuk müzikten ne anlar” demek pek doğru bir yaklaşım değil. Mozart’ın Beethoven’in daha 5 yaşında iken beste yapmaya başladığını unutmamak lâzım.
Gençler müzik dinler mi ?
Tabi ki dinler dediğinizi duyar gibiyim. Bence de dinler. Hem de en çok gençler müzik dinliyor. Yine bir soru: Peki dinlenilen müzik türü kişi üzerinde etkilimidir? Cevabınız evet değil mi? Gençlere müzik dinlemeyi yasaklatmak sağlıklı bir yol olabilir mi sizce? Bence de olmaz. O halde gençlere hangi müziği, nasıl dinleteceğimiz konusunda anne babaların, büyüklerin biraz düşünmesi gerekiyor sanırım.
Bundan 2 yıl evvel müzik camiamızdaki bazı sanatçı arkadaşlarımızla “Dervişane” isimli ilahi albümünü yapmıştık. Albümde yer alan “Bu aklü fikrile” ilahisini okuyan sevgili Hakan Aykut demişti ki bir gün, “Bu ilahiyi ilk duyduğumda henüz çok genç yaşlardaydım ve çok hoşuma gitmişti. Eğer bugün hâlâ popla, arabeskle ya da diğer türlerle ilgilenmiyorsam dinlediğim ve etkilendiğim bu ilâhî sayesindedir. Yıllar sonra bende albümde bu ilâhiyi okuyorum işte.”
Gençlerin doğru müziği dinlemesini istiyorsak yandaki yazımda da değindiğim gibi bu işe çocukluktan başlamak lâzım. Önce anne baba güzel müziği dinleyecek ki çocukta o müzik zevkini alsın. Çok şükür o kadar güzel ilâhî albümleri var ki artık. Çocuğunuza bir tane alıp hediye edin lütfen. Böylece hem çocuğunuzun müzik zevki hem de kişilik gelişimine en büyük desteği yapmış olursunuz. Dinlediği ilâhî albümü o çocuğun dini yaşantısı içinde en önemli destekleyici güç olacaktır. Geçen yazımda Minik Dualar Grubundan bahsetmiştim hatırlarsanız. İşte onbinlerce çocuğumuza duâyı sevdiren ezberlettiren o albüm tam 500 bin adet satmış durumda. Bundan büyük mutluluk olur mu? Çocuğunuz ilahi sevmiyorsa, sıkılıyorsa da sakın üzülmeyin. Bugün tasavvuf müziği ile 16 yıldır ilgilenen biri olarak, 19’lu, 20’li yaşlarıma kadar bir ilâhî bile bilmiyordum. Çocuğunuz bağlama çalmak istiyorsa çalsın. Gitara merak duyuyorsa yine panik yapacak bir şey yok. Alın. Çünkü kullanılan enstrümanın ne olduğu değil ne amaçla kullanılacağı önemli. Konserler vesilesiyle gittiğimiz illerde anne babalardan artık daha çok duyar oldum bu tür soruları: “Çocuğum müziğe çok ilgili, ne yapalım, ne önerirsiniz?” Eğer çocuk müziğe ilgi duyuyorsa anne babanın yasaklaması değil bu ilgisini olumlu yönde şekillendirmesi çok daha uygun olur düşüncesindeyim ben.
Bebeklerin ulusu yok
İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu
Bebeklerin ulusu yok.
Başlarını tutuşları aynı
Bakarken gözlerinde aynı merak
Ağlarken seslerinin tonu
Bebekler çiçeği insanlığımızın
Güllerin en hası, en goncası
Sarışın bir ışık parçası kimi
Kimi kapkara üzüm tanesi
Babalar çıkarmayın onları akıldan
Analar koruyun bebeklerinizi
Susturun susturun söyletmeyin
Savaştan yıkımdan söz ederse biri
Bırakalım sevdayla büyüsünler
Serpilip gelişsinler fidan gibi
Senin benim hiç kimsenin değil
Bütün yeryüzünündür onlar
Bütün insanlığın gözbebeği
İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu
Bebeklerin ulusu yok
Bebekler çiçeği insanlığımızın
Ve geleceğimizin biricik umudu.
Ataol Behramoğlu
Fazla söze gerek var mı? Lübnan’da Filistin’de, Irak’ta yapılan savaş sanki bebeklere karşı ilân edilmiş. Ne acı. En çok da onca masum yavruyu katleden füzenin, silâhın tetiğine dokunan askerin, kendi çocuğunu severken de aynı elini, parmaklarını nasıl kullanabildiğini merak ediyorum.
Geçmiş zaman olur ki...
Tanburî Cemil Bey ve bir çocukluk hatırası
Büyük tanbur üstadı Tanbur Cemil Bey’in musiki ile uğraşmasının yasak olduğu ilkokul yıllarında onun asıl hasretini çektiği şey eline alması yasak olan ağabeyine ait tanbur idi. Bu hasretini yaz aylarında taşındıkları Anbarlı Çiftliğinde giderebilirdi ancak. Buradaki hizmetlilerden Lenber Ağa boş zamanlarda tanbur çalar ortada dolaşan küçük Cemil’de hissettirmeden bunları dinlerdi. Bazen eve gizlice girerek tanburu alır ve çalmaya çalışırdı. Birgün yaşlı uşak eve geldiğinde tanbur çalmaya iyice dalmış olan küçük Cemil’i görünce çok şaşırmıştı. Durum amcasına anlatılmış, eve dönünce kendisine bir tanbur hediye edilmişti. Bu küçük hediyenin onun çocuk ruhundaki etkisini oğlu Mesud Cemil Bey şöyle anlatır: “Uzun geceler Cemil bu tanburla koyun koyuna yatmış rüyalarına dalarken silkinerek uyanmış, ıslanmış parmaklarını onun tellerinde gezdirmiş, onu öpmüş onu sevmiş..”
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
YÖK'ün keyfîliği |
|
YÖK Genel Kurulu, yeni kurulan 15 üniversitenin rektör atamasına esas teşkil edecek tedviren görevlendirmeler yaptı. Buna göre, mevcut üniversitelerden ayrılan yeni üniversitelerin kuruluş çalışmaları, bağlı oldukları eski üniversitelerin rektörleri tarafından yürütülecek.
Yeni üniversitelerin kuruluş kanununda kurucu rektörün tayini, iki yıllık bir süre için Milli Eğitim Bakanı ve Başbakan’ın teklifi ile Cumhurbaşkanının ataması şeklinde öneriliyordu. Bu uygulama; 1992’de kurulan yeni üniversiteler yasasında geçerliliğini koruyan bir maddeydi. Buna rağmen, gerek Cumhurbaşkanı Sezer, gerekse CHP’nin itirazları doğrultusunda Anayasa Mahkemesi, önce yürütmeyi durdurma, akabinde de esastan iptal ederek gerekçeli kararını açıkladı.
Uzun süredir yaşanan hukukî boşluk nedeniyle yeni kurulan üniversitelerin ÖYS kitapçığında yer almasına rağmen, kuruluş çalışmaları bir türlü başlatılamadı. Bunun sebebi, YÖK’ün ve Cumhurbaşkanı’nın siyasî iradeyi endişeli alan görme ve tasarrufun önünü kesme girişimidir.
YÖK, 4 üniversite için uygunluk görüşünü bildirmişti. Hükümet ise bunu 15’e çıkardı ve yasal süreci tamamladı. Ancak kimin rektör olması konusunda, kuruluş iradesini ortaya koyan hükümeti yok sayma teşebbüsü ve sonuçta gelinen nokta tanımsızlık içermektedir.
Anayasal dayanak, rektör seçiminde YÖK’ü değil Cumhurbaşkanını mercî olarak görüyor. Buna göre hükümet, rektör atamalarını Cumhurbaşkanının tercihine sunduğuna göre, anayasal bir yanlışlık görülmemektedir.
İptal edilen geçici madde yerine, yeniden kanun koyucunun iradesi alınmadan veya yeni bir düzenleme oluşmadan, YÖK’ün kendine dayanak araması ve kanunî bir boşluğu doldurma gayreti sağlıklı olmamıştır. Kuruluşun harcında ve yerel şartların dinamiğinde etkili olan yürütmeyi, kuruluş aşamasında devre dışı bırakmak, yeni üniversiteleri peşinen kadük bırakacaktır.
Mevcut üniversite rektörlerine bir veya birden fazla yeni üniversiteyi tedviren bağlamak, fiilen aynı üniversitenin yedeğinde tutmak, başlangıç azmini baltalar. Üniversitenin olduğu ile gitmeden, orada yaşamadan, böylesi heyecan veren bir projeyi, bulunduğu şehirden uzak, oradaki dekan veya müdürler üzerinden yürütme ve ek zaman ayırma mantığı, yeni üniversitelerin kurumsallaşmasını ve bağımsızlığını gölgeleyecektir.
Özellikle dışarıdan getirilecek veya eski üniversitelerin heyecanını kaybetmiş kadroları ya da idarecileri ile problemli personelinin transfer edileceği bir geçiş dönemi yaşanırsa—ki böyle olmamasını dilerim—sonraki rektörlerin de eli kolu bağlanmış olacak.
Yeni bir üniversite kurmanın ne demek olduğunu, hazır üniversite yöneten rektörler de tam bilemezler. Bizzat gidip yaşamadıkları bir ilin ve çevresinin sosyal algılarını, önceliklerini, katılımcılığını ve siyasî desteğini almadan üniversiteyi büyütmeleri de çok kolay değildir.
Teorik cevaplara göre, “Bunlar kamu kuruluşlarıdır ve devletin işleyişi içinde gelişecektir” denilebilir. Ancak arazideki durum, haritadan net görülmez. Bu süreçleri yaşayan biri olarak, kabullenilme ve altyapı kurma sanılandan zor ve eziyetlidir.
YÖK’ün kendisine dayanak kabul ettiği geçici 8. Madde ise, rektör ataması yapacak bir hukuki zeminden yoksundur. Tevil edilmiş bir yetki dayatmasıdır.
Buradan hareketle, önümüzdeki günlerde sağduyunun hâkim olacağı yeni bir yasal düzenlemenin bu boşluğu giderecek şekilde inisiyatif alması gerekir. Aksi halde, eski üniversitelerin ve YÖK’ün başta istemediği bu yeni üniversitelerin kendilerini güçlendirmesi ve yasal çerçevesini kendi şartlarında kurumsallaştırması hem gecikecek, hem de ağır yürüyecektir.
Anayasa Mahkemesi’nin “YÖK’ü devre dışı bırakan uygulama” olarak gördüğü rektör ataması ile ilgili kanun maddesi, daha önceki dönemlerde de vardı ve uygulandı. Üstelik, siyasî iradeyi devre dışı bırakıp, kuruluş kanununun inisiyatifini geçici ve tartışmalı yeni bir uygulamaya dönüştürmek, tamamen keyfîdir.
1982’den beri YÖK siyasî iradeyi yok saymaktadır. Hasan Celal Güzel’den dinlediğim bir hatırayla yazıyı bitireyim; İlk YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın görevden alınması için Özal hükümetinin hazırlık yaptığı günlerde, bir şekilde o günün Cumhurbaşkanı Kenan Evren ikna edilir. Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel, Çankaya’dan onay alır ve döner. Akşama doğru Başbakan Özal, Güzel’i arar ve “Şimdilik bu kararnameyi durduralım” der. Sonradan anlaşılacaktır ki, Doğramacı, Özal’a ulaşmış ve Anayasa Mahkemesi’ndeki bir konularının hükümet lehine yorumlanabileceği ve bunun için destek vereceğini söylemiştir. YÖK Başkanı, ikili pazarlıkla görevinde kalmayı başarır. Sonuçta Doğramacı bir müddet daha devam eder.
Kendini yasa koyucu yerine koyan YÖK ve benzeri kurumsal alışkanlıkların mutlaka demokratik ve siyasî iradeye saygılı zemine çekilmesi gerekir.
Bunun içi top hükümette.
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Onu unutamayız |
|
Dünyanın hangi güzelliğine baksam o aklıma geliyor. Bünyeme dercedilen güzel bir hayat yaşama arzusunu hemen anında susturan bir ikazcıdır, bahsetmek istediğim o mutlak vâkıa. Mutlaka bir gün karşılaşacağım, mutlaka bir gün onunla buluşacağım. Şimdiye kadar dünya hanına uğramış her insanın mutlaka onunla yolları kesişmiştir. Acı da olsa o bizim uğrağımız, son durağımız olacaktır. İşte o gerçek, işte her şeyin yalan olduğu dünyada gerçekler âlemine açılan o kapı bana dünyanın zevklerini acılaştırıyor. Kıskanç olduğundan mıdır bilemiyorum, dünyada hiçbir şeyi onun kadar düşünmemizi istemiyor.
Dünyanın doyulmayan güzelliklerini, insanın içindeki doymak bilmeyen hırslarını anlamsızlaştırıyor o gerçek. Nefis her azdığında “ben varım” diyerek susturuyor onu. Dünyanın en güçlüleri ile dünyanın en zavallılarını aynı potada eritiyor. Kimse ondan kaçamıyor. O herkesin içeceği bir şerbettir, o herkesin girmek zorunda olduğu bir kapıdır. Biz insanlar o mutlak sonu herkes için aynı şekilde görüyoruz. Ancak gerçeğin bizim gördüğümüz gibi olmadığını da gayet iyi biliyoruz. Biliyoruz ama tasvir edemiyoruz.
O girilen kapının arkasında neler vardır, oraya girenler oradaki âlemde nelerle karşılaşacaktır? Bütün bu soruların bu âlemde tam cevaplandırılması oldukça zordur. Şahların nasıl geda gibi karşılandığını, gedaların nasıl şahlar gibi karşılandığını da tam bilemiyoruz. Ama öyle olacakmış.
Orası bizim çok büyük gördüklerimizin cüceleşeceği, bizlerin küçük gördüklerimizin de büyükleşeceği bir âleme açılan kapı imiş. Bunu, malûmatları gerçekler âleminden bize ulaştıranlardan, bize haber getirenlerden öğreniyoruz ve tam inanıyoruz. Görmüyoruz, duymuyoruz, belki biraz hissediyoruz, belki hakikatler âleminden kulaklarımıza bazı gerçekler fısıldanıyor, ama bu dünyada olduğumuz sürece orada bizleri ne beklediğini aynelyakîn görmemiz mümkün olmuyor.
Birileri benden hep dünyanın şan ve şerefini sorduğunda, birileri benden neden daha güzel bir hayat yaşamadığımı sorduğunda hep onu düşünüyorum. O olmasaydı bu dünyada en güzel bir şekilde yaşamak için büyük mücadeleler verecektim. Dünyanın en güzel mekânlarına yerleşmek, oralarda köşkler yapmak, bahçeler ekmek, cennetler oluşturmak için elimden geleni yapacaktım. Ama onun muhakkak olan varlığı bu dünyadaki her şeye karşı iştahımı kesiyor.
Dünyanın her tarafını gezmek, o filmlerde tanıştığımız mekânlarda eğlenmek, dünyada ne kadar zevk varsa onu yaşamak isterdim, ama o vardır ve o olunca bu dünyada hiçbir zevkin tadı olmuyor, hiçbir metaın değeri bulunmuyor. Bu sebeple kendimi boşu boşuna yormuyor, dünyanın güzellikleriyle kendimi avutmuyorum.
Bana “Hani katın, hani yatın, hani araban, hani yazlığın, hani sazlığın?” diye sorup duruyorlar. Bazen susuyor, bazen de o gerçeği onlara hatırlatıyorum. Diyorum ki “O olmasaydı bu dünyada büyük mücadele içinde olur, her güzel olanı, her iyi olanı, her zevkli olanı elde etmeye çalışırdım. Ama onun varlığı beni bu dünyanın geçici olan her güzelliğinden soğutuyor.”
Bilmiyorum, derdimi anlatabiliyor muyum çevremdeki insanlara? Onlar da duygularıma katılıyor mu? Hiç bilemiyorum. Ama onların bilmemesi, onların duygularıma ve kaygılarıma katılmaması beni rahatlatmıyor. Ve ben onu unutamıyorum. Unutamıyorum, ama korkuyorum da. Ona kavuşmayı nefsim istemiyor. Oysa inanıyorum ki, ondan sonra ulaşılabilecek tarif edilmez güzellikler bulunmaktadır. Ondan sonra sevdiklerimiz, ondan sonra hiç ayrılmayacağımız tasasız, dertsiz, belâsız bir dünya vardır.
Ona ben de, ona siz de, ona onu hiç düşünmek istemeyenler de kavuşmak zorundadırlar. O bizim kaderimiz. Ama ne zaman kavuşacağımızı bilemiyoruz. Belki yarın, belki de yarından yakın, ona kavuşacak, onun kucağına atılacağız. Ona “ölüm” mü desem, yoksa ona “mevt” mi desem? Ona “mezar” mı desem, yoksa “kabir” mi desem?.. Ne fark eder ki?
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mi'racın sürekliliği |
|
Sema kapılarının açılıp feyiz ve bereketin yağmur yağmur gönderildiği Mi’rac, yükselmek demektir. Bizim için Mi’rac, tüm süflî arzulardan, duygulardan, beşerî hislerden arınarak kulluğa, en yüce mertebeye bir yükseliştir. Mi’rac mu’cizesi, Resûlullahın (asm) şahsında insanlığın ufkuna açılmış seyr ü sülûk (manevî gezi ve gözlem), bir terakkîdir.
Bu İlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâ’ya kadarki safha Kur’ân’da şöyle anlatılır:
“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.”1
İkinci merhalesi de Mescid-i Aksâ’dan başlayarak semanın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhî huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresi’nde şöyle anlatılır:
“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi onun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki Onu bir kere daha hakikî sûretinde gördü. Sidre-i Müntehâ’da gördü. Ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.”2
Namaz mü’minin miracıdır. Hergün beş defa, maddî, nefsî, süflî arzulardan arınıp, kâinatın Sahibine yönelmek, ona muhatap olmaktır. Şu halde;
* Hayatta olduğumuza,
* Sayısız nimetlerle kuşatıldığımıza,
* Bunlara karşı vicdanî teşekkür şart olduğuna,
* Acz ve fakrımız devam ettiğine,
* En büyük duâ ve şükür, namaz olduğuna,
* Mi’rac’ın da en büyük meyvesi namaz olduğuna göre; öyleyse mü’min için mi’rac süreklilik ifade eder. Mü’min her gün, beş defa veya daha fazla maddeden, dünyadan kopup metafizik âlemlere dalmak zorunda.
Ve, Mi’rac gecesi sabaha kadar devam ettirdiğimiz namaz, duâ, tesbih, zikir (Kur’ân okuma) ve fikri (tefekkürü) sürekli kılarak hayatımızın bir parçası haline getirmeli. Çünkü, dönüş O’nadır. Eğer namaza devam edersek, dönüşümüz Mi’racvârî olabilir…
Dipnotlar:
1. İsrâ Sûresi: 1.
2. Necm Sûresi: 7-18.
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Büyü ve sihir üzerine |
|
Antalya’dan Mehmet Bey: “Büyü nedir? Etki alanı nedir? Büyünün etki edeceğine inanılır mı? Bir öğrencinin başarısızlığı, bir esnafın iflası, bir karı kocanın ayrılması veya birleşmesi, bir kişinin mutsuzluğu büyüden mi olur? Bunları düzeltmek için gene büyüye mi başvurmalı? Haram olan bir meseleye kudret verilebilir mi? Bu doğru Allah inancına zarar vermez mi?”
İlkel toplumlardan günümüze kadar gelen bir takım batıl veya batılda kullanılmış itikatlar vardır. Sihir, büyü, efsun, falcılık, cincilik... vs. gibi alışılmış hayatın ötesinde hile, göz bağlama, insanları manyetize etme gibi tabiat kanunlarına aykırı bir takım gizli güç ve tesirler meydana getirmek sûretiyle genelde ticarîleştirilmiş ve hep kötü amaçlı kullanılmış meslekler tarih boyunca var olagelmişlerdir. Hemen belirtelim ki, bu fiillerin hemen çoğunun dayandığı bir ilim ve bir hakikat vardır. Fakat hemen hepsi insanlar tarafından hep şerde ve kötülüklerde kullanılmışlar ve maalesef hiçbirisi aslâ hayırda kullanılmamışlardır. Zaten pozitif değerleri öne çıkaran İslâmiyet, insanların şerre düşkünlüğünü de hesaba katarak sihri, büyüyü, efsun yapmayı ve falcılığı haram kılmış; Peygamber Efendimiz (asm) büyü yapmayı büyük günahlardan saymıştır.1
Sihrin ve büyünün mazisine gelince; Kur’ân geçmiş milletlerin yaptıkları sihirlerden bahseder. Meselâ Firavun’un sihirbazlarının yaptıkları sihirler karşısında Hazret-i Musa’nın (as) asasının mutlak galibiyetini zikreden Kur’ân, bu galibiyet üzerine sihirbazların secdeye kapanarak: “Âlemlerin Rabb’i olan Musa ve Harun’un Rabb’ine inandık” dediklerini beyan eder.2
Sihrin, Babil halkına imtihan için gönderilen Hârût ve Mârût adlı iki melek tarafından, küfre girmemek şartıyla bir ilim olarak öğretildiğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz. Fakat aynı âyette, sihrin, şeytanlaşan insanlar tarafından, karı ile kocanın arasını açacak şekilde kullanıldığının beyanı da gözümüzden kaçmıyor. Cenâb-ı Hak âyetin devamında; “Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil, zarar vereni öğrenmektedirler” buyurmaktadır.3
Bediüzzaman, zamanımızdaki gibi kendisine “ölüler” namını veren cinlere, şeytanlara ve kötü ruhlara maskara ve oyuncak olmanın insanlığın “hilâfet” sıfatına yakışmadığını; Kur’ân’ın ise kulak verildiğinde, onları hem insanların emri altına almanın, hem de şerlerinden emîn olmanın yollarını gösterdiğini belirtir.4
Fakat beşeriyet hemen her faydalı ilmi zararda, kendi hasis menfaatinde ve çok özel sefîl merakında kullandığı gibi; cinlerle haberleşmeyi de, sihir ilmini de, büyücülüğü de maalesef şer işlerde kullanmıştır. Yemeğini pişiren ateşi, kin ve adavette kullanarak nice ocaklar söndüren beşer; sihir gibi, cinlerle haberleşme gibi, ispirtizma gibi ilimleri de aynı savurganlık ve sefaletle hep birbirinin ayağına tuzak kurmak, hile oyunları geliştirmek ve fitne ve fesat çıkarmak işlerinde kullanmıştır.
Ancak âyette de belirtildiği gibi, Allah Teâlâ dilemeden hiç kimse, hiç kimseye zarar ve ziyan verecek değildir. Her şey Allah’ın izniyle, emriyle ve dilemesiyle vaki olmaktadır. Sihirbazların, büyücülerin ve muskacıların hiçbir oluşumda, hiçbir işte, hiçbir hâdisede Cenâb-ı Hakk’ın dileği dışında ne doğrudan, ne de dolaylı olarak hiçbir katkıları ve etkileri yoktur. Olduğu da görülmemiştir. Her başarısızlığı, her ters giden işi, her karı koca uyuşmazlığını büyüye vermek asla doğru değildir. Büyüyü bu derece abartmak tevhid inancıyla asla bağdaşmaz. Çünkü Allah dilemedikçe kimse kimseye zarar veremez. Konuyu evham haline getirmek çözüm değil, hastalıktır.
Kötü niyetli ve şerir insanların ve mahlûkların şerlerinden korunmak için; Peygamber Efendimiz’e (sav) yapılan bir sihir teşebbüsü üzerine nazil olmuş bulunan “Kul eûzü bi Rabb’il Felak ve Nâs” sûrelerini okuyarak Cenab-ı Hakk’a sığınmak inşaallah kâfi olur.
Dipnotlar: 1- Buhârî, Vesâyâ, 23 2- A’râf Sûresi, 7/114-122; Tâhâ Sûresi, 20/68-73 3- Bakara Sûresi, 2/102 4- Sözler, S. 233, 234
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hakikat çekirdekleri |
|
Filistin ve Lübnan bombalanır; her gün onlarca bebek İsrail saldırılarında can verirken Pınar Altuğ’un bilmem kaçıncı kez eş değiştirmesine odaklanan medyanın şimdiki gündemi ise bir defa daha “irtica.”
İzmir-Karaburun’da cereyan eden seviyesiz “mahalle kavgası”nın “Tesettürlüler bikinililere saldırdı” şeklinde takdim edilerek işin yine irtica-laiklik zeminine çekilmek istenmesi artık iyice bayatlayan bir numara.
Ama bunun hâlâ işe yaradığına inanıyor olmalılar ki, geçmişte farklı versiyonları defalarca yaşanan provokasyonların bir yenisini piyasaya sürmekten fayda umuyorlar.
Bu asılsız ve maksatlı iddia üzerine tozu dumana katanların, okul önlerinde polis coplarıyla dövülen, yerlerde sürüklenen, bazıları kaza geçirip sakat kalan, hapse atılan, gururları incitilen, en temel hakları ellerinden alınan başörtülülerin mağduriyetini ısrar ve inatla görmezden gelmeyi sürdürmelerinde ise şaşılacak birşey yok.
Kendilerinden bekleneni ve tıynetlerine yakışanı yapıyorlar.
Eşzamanlı olarak, İstanbul Müftülüğünden verildiği öne sürülen kaynağı meçhul “okunmuş su” fetvası köpürtüldükçe köpürtülüyor.
Müftülüğün kendi içerisinde soruşturduğu bu konuda kimi TV kanalları ise açıktan isim vererek yine yargısız infaz yapıyorlar.
İşin bir başka ilginç tarafı, Diyanet’i “Hurafe üretiyor” suçlamasıyla hedefe yerleştiren kampanyanın, Başkan Bardakoğlu’na “aydın din adamı” övgülerinin yağdırıldığı bir ortamda başlatılmış ve hız kesmeden, tırmandırılarak devam ettiriliyor olması.
Prof. Bardakoğlu, “Tarîk-ı gayr-i meşru ile bir maksadı takip eden, maksudunun zıddıyla ceza görür” sözündeki hikmeti tasdik eden bir muamele ile mi karşı karşıya?
O sözün devamında şunu da ifade ediyor Bediüzzaman: “Gayr-i meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir (düşmanlığıdır).” (Mektubat, s. 456)
Peki, bu mânâyı pekiştiren şu söze ne demeli: “Aç canavara karşı tahabbüb (sevgi), merhametini değil, iştihasını açar; hem de diş ve tırnağının kirasını ister.” (a.g.e.)
Ve bilhassa şu dönemde kulak vermemiz gereken bir söz daha: “Havf (korku) ve zaaf, tesirat-ı hariciyeyi (dış baskı ve tesirleri) teşci eder (cesaretlendirir.)” (a.g.e., s. 459)
Bu son sözdeki mânâyı teyid ve tasdik eden en son örnek ise, YÖK’ün yeni kurulan 15 üniversiteye rektör tayin ederken hükümeti hiçe sayarak uyguladığı yöntem.
Bilindiği gibi, 15 yeni üniversitenin açılması, özellikle Millî Eğitim Bakanının sıkça vurguladığı üzere hükümetin iddialı projelerinden biriydi. Uzun ve yorucu hazırlıklarla işin altyapısı oluşturuldu, Meclisten kuruluş kanunu çıkarıldı ve bu süreçte, öteden beri “Bu kadar fazla üniversiteye ne gerek var?” diyen YÖK kılını bile kıpırdatmadı.
Ama ne zaman ki sıra rektör tayinlerine geldi, YÖK bu yeni üniversiteleri ikişer üçer mevcut rektörlere “tedviren” bağlayıverdi.
Ne demişler: El çabukluğu marifet!
Peki ya hükümet? Seyretmeye devam et!
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Karar öncesi düşünülmesi gerekenler... |
|
Hükümet, Güney Lübnan’da görev yapacak uluslar arası barış gücüne katılım konusundaki kararını netleştirmeye çalışıyor.
Geçen hafta içinde Lübnan’a giden Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Pazar günü de İsrail ve Filistin’i ziyaret etti. Gül’ün bugün de Suriye’ye geçerek Devlet Başkanı Beşşar Esad’la görüşmesi bekleniyor. Hükümetin, asker göndermeyle ilgili nihaî görüşünü Gül’ün “kritik” ziyaretleri ardından netleştireceği görülüyor. Lübnan’a gönderilecek askerî birliğin, muharip güç olmayacağı konuşuluyor.
Lübnan’daki ateşkese rağmen, İsrail’in ateşkesi ihlâl etmesi herkesi endişelendiriyor Bölgede barışın hâlâ sağlanmaması ve çatışmaların yeniden başlaması endişesi, hükümetin kararını vermesini geciktiriyor.
* *
Birleşmiş Milletler’in aldığı “ateşkes” kararına rağmen, İsrail’in ateşkesi ihlâl edebileceğine ilişkin “Ey dünya; utan” başlıklı yazımız üzerine, düşüncelerini bir mektupla gönderen Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, İsrail’in savunmasız, silâhsız insanlara yapılan bu saldırının gerçekten “utanılacak bir insanlık suçu” olduğunu belirtiyor.
Pulitzer ödüllü yazar Seymour Hers, The Newyorker Dergisi’nde yazdığı makalede; “İsrail’in Lübnan’a saldırı plânını ABD’nin hazırladığını, amacın İran’a saldırmadan önce Hizbullah’ın silâhlarını yok etmek olduğu” yönündeki sözlerini hatırlatan Başoğlu, İsrail’in Lübnan’a bir aydan fazla saldırma fırsatı verilmesinden bu düşüncenin isabetliliğini ortaya koyduğunu vurguluyor.
BM Güvenlik Konsey kararının doğrudan bir ateşkes olmadığının anlaşıldığını söylüyor Başoğlu… “Karara göre; İsrail’in canı istediği zaman yeniden saldırıya geçebileceğine dair hükümler yer almaktadır. Böylece 34 günlük saldırının meydana getirdiği tahribatı İsrail; yeni saldırılar ile çoğaltabilir, yeni çocuklar-yaşlılar ve kadınlar öldürebilir, Lübnan’ın altını üstüne getirebilir, taş üstünde taş bırakmayarak insanların sığınabilecekleri, yaşayabilecekleri ve geçinebilecekleri yerleri yok edebilir” görüşünü dile getiriyor.
Sağlık-İş Sendikası Ankara’nın göbeğinde de “utancın fotoğrafları”nı, “İsrail’in Lübnan’da yaptığı katliâmlarını hafızalarda canlı tutmak amacıyla beş gün süreyle sergilemişti. Sendika bu fotoğrafları daha sonra Kayseri’de sergiledi. Bugün de, Bursa’da sergileyecek “utanmazların” gerçek yüzlerini göstermek için…
İsrail’in Filistin ve Lübnan’da insanlığı nasıl katlettiğini gösteren fotoğraf sergisini, bu saldırının insanların hafızalarında yer etmesi için yapılmasını önemli görüyoruz.
* * *
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, “Operasyonlardan endişeliyim. İsrail uçakları bölgede barışı tehlikeye sokuyor ve Lübnan hükümetinin otoritesine zarar veriyor” sözü ile, Lübnan’ın başşehriBeyrut’u ziyaret eden BM elçisi Terje Roed- Larsen’in, “İsrail operasyonları savaşı yeniden başlatabilir. Bu olay bölgeye gönderilmesi plânlanan barış gücüne desteğin çekilmesine de yol açıyor” uyarıları da bu görüşleri doğruluyor.
İsrail, ateşkesin üzerinden birkaç gün geçmesinin ardından ateşkese uymayıp saldırılarına devam etmesi ve adı terörizmle anılan İsrail’in BM kararlarını bundan önce dinlemediği gibi, bundan sonra da dinlemeyeceği tahminleri, hükümetin bölgeye göndereceği asker konusunda hassas davranması gerektiğini gösteriyor.
Türkiye, Lübnan’a asker göndermeli mi? Türkiye bu kritik kararı verirken, bölgedeki durumu, bölgesel çıkarlarının yanında İsrail’in 34 gün boyunca 10 günlük bebeleri öldürdüğünü unutmamalı ve BM’yi dinlemeyen bir İsrail ile karşı karşıya olduğu hafızalardan silinmemelidir...
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
İktidara uyarı |
|
Kamuoyu anketleri ya da etrafındaki halka, Başbakan Erdoğan’ın gerçekleri görmesini engelliyor çoğu zaman.
İktidarın körleştirme ve sağırlaşma etkisi, Başbakanı iyiden iyiye sarmış gibi gözüküyor. Kendisine uyarı olabilecek gelişmeleri görmüyor, eleştirileri işitmiyor. O hep “Yaşa varol padişahım” havasındakilerin sesine kulak veriyor. Ama gerçekler öyle değil.
Türkiye, hızlı bir şekilde Lübnan’a asker gönderme tartışmasının içine girdi. İktidarın iyiden iyiye rölantiye aldığı AB konusunda Ekim ayında bir İlerleme Raporu açıklanacak. Brüksel’deki kaynaklar, ‘tam üyelik müzakerelerine başlamadan önceki raporlardan dahi daha ağır bir rapor geliyor’ diyorlar. Tam üyelik müzakerelerine başlamakla Türkiye’nin daha bir üst statü aldığını, sadece başvurumuzun olduğu dönemdeki raporlara göre statümüze uygun bir değerlendirmenin yapılabileceğini, ancak bu kez eskileri de aratan bir raporun gelmekte olduğunu söylüyorlar. Komisyonların taslak metni incelemesinden sonra, Eylül ayında rötuşlar yapılıp, Ekim’de rapor kamuoyuna açıklanacak. Bu bilgiler bize ulaştığı gibi, iktidarın da kulağına gitmiyor mu? Daha ayrıntılı bilgilere sahipler. Ancak önemsememe söz konusu. Meclis Eylül’ün ortasında açılacak. AB’nin beklediği bazı yasaları çıkarıp, raporu etkilememiz söz konusu. Tabiî, eğer iktidar bunu dikkate alırsa. Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınması beklenmiyor. Ancak ilişkilerin bozulması ve tam üyelik beklentilerinin “duvara toslaması” gibi bir tablo ile karşı karşıyayız. Kıbrıs’ta AB’nin isteğine uygun hareket ettik, ancak karşı beklentiler yerine getirilmedi gibi, artık bizim AB yolumuzu tıkayan argümanlardan bir an önce kurtulup, AB ipine bir kez daha sarılmalıyız. Neden mi? Siyasî ve ekonomik istikrarımız açısından gerekli de onun için. İktidarın AB konusunu böylesine geri plana itmesinin tamamen iç siyasî kaygılardan kaynaklandığına inanıyorum. AB’ye taviz görüntüsünün, MHP’yi güçlendirdiği düşüncesinde Erdoğan. Bu nedenle, gerekirse AB’ye de posta koyup milliyetçi oyları kazanırım gibi, popülist bir yaklaşım içinde. Konulan postaların bizi hangi postallara kurban ettiğini ve Rum kesimi AB üyesi olurken, bizim onların onayını almak zorunda kaldığımızı unutarak…
AB konusundaki kayıtsızlığın seçim hesaplarından başka bir izahı yok. Ancak Türkiye’de yatırım yapan büyük şirketlerin temsilcilerinin Brüksel’de kapı kapı dolaşıp, sonbaharda Türkiye’de bir ekonomik kriz patlak verir mi sorusuna cevap aradıklarını da Erdoğan’a hatırlatmak isterim.
Sonbaharda ekonomik kriz beklentisi...
Kriz sözcüğü kadar sevimsiz bir kelime düşünemiyorum.
Her 3-5 yılda bir ekonomik ve siyasî krizlerle boğuşmuş bir ülkeyiz. Siyasî istikrar nedeniyle birkaç yıldır sabah kalktığımızda, kriz olmayacağından emin olarak başımızı yastığa koyduk. Bu dahi bizi rahatlattı. Ancak Mayıs ayındaki küçük dalgalanma ile büyü bozuldu. Tek başına iktidar olmasına ve temel ekonomik göstergelerin sağlamlığına rağmen, küçük bir dalgalanmayı dahi iyi yönetemedi Türkiye. Dalgalanmadan, diğer gelişmekte olan ülkeler yüzde 5 seviyesinde zarar görürken, biz yüzde 20 etkilendik.
Sadece Brüksel’de ellerinde çanta kapı kapı dolaşan yabancı sermaye temsilcileri değil, ne yazık ki, küçük ve orta ölçekli işletmelerde de bir sonbahar kaygısı yaşanıyor.
Başbakan Erdoğan’ın bunu da görmesi lâzım.
Mazeretler, tumturaklı laflar sorun çözmüyor. Hükümet önce bunu ciddiye alacak, sonra piyasalara güven verici işlemlere yönelecek. İktidar bu psikolojiyi aşabilecek enstrümanlara sahip. Sorun Erdoğan’ın bu tür kaygıları algılama biçiminden kaynaklanıyor. Başbakan bunları iktidara karşı bir düşmanlık olarak görüyor. Tam tersine testi kırılmadan önce yapılan bir dost uyarısı. 3 Kasım’da eski partileri siyasetten silip, AK Parti’yi iktidara getiren küçük esnaf bir anlamda iktidara, “Alarm zilleri” çalıyor. Bu kaygıları dile getirenler Türkiye’nin ilk esnaf mitinginde Tandoğan’da binlerce esnafı toplayıp, Ecevit hükümeti için alarm zilleri çaldıran ve son hesabı da sandıkta gören kesimler. Bu nedenle bu kaygıları AKP iktidarı ciddiye almalı.
AB’nin başkenti Brüksel ile Türkiye’nin başkenti olan Ankara’da esnafın nabzının attığı Siteler ve Ostim’de bir kriz beklentisi varsa, akıllı olan iktidar bunun gereğini yapar. Gereğini yapmayanların durumu ortada. AK Parti tek başına iktidar. Şu anda ciddi bir alternatif gözükmüyor. 1 yıl sonrası için şimdiden konuşmak için erken. AKP’yi iktidara son 6 aydaki rüzgâr taşımadı mı? Siyaset için 1 hafta bile uzun bir süre olabilir, ancak Perşembe’nin gelişini Çarşamba’dan görmek mümkün. Kitleler AK Parti’ye kızmaya başladı. Oylar eriyor ve parçalı bir siyaset doğuyor. 1983’te ANAP tek başına iktidardı. 1987 seçimlerinden sonra ANAP yine tek başına iktidar oldu, ama çok parçalı bir parlamento oluştu. Şimdi de üç, hatta dört partinin meclise girebileceği çok parçalı bir tabloya doğru gidiyoruz.
“Hazıra Hasan Dağı dayanmaz”. AK Parti hazırdan yemeye ve Başbakan’ın vatandaşı azarlayan üslubu, iktidarın heyecanını kaybetmesi kitleleri AK Parti’den soğutmaya başladı.
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Irak’ta Şiî, Lübnan’da Sünnî olmak |
|
Garip bir tezat var. Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine gitmesini istemeyenler, marş marş Lübnan’ın güneyine gitmesini istiyorlar. Cengiz Çandar gibiler, bunu, sıkılmadan rahat derecesinde de söylüyorlar. Çünkü dünya böyle yapıyormuş. Bu denklemde daha da vahim olan nokta şu: 2003 yılından beri Türkiye’nin Irak’ta Sünnî politika izlediğini söyleyenler, şimdi işlerine böyle geldiği için, Türkiye’den Lübnan’da Sünnî politika izlemesini ve Sünnîlik rolü üstlenmesini istiyorlar. Hayat böyle garipliklerle dolu. Aslında, Türkiye’nin Irak’ta Şiî politika izlemesi istenirken, gerçekten de Şiî politikasından çok işbirlikçi Şiîlerin çizgisini izlemesi isteniyordu. Davet Partisi ve Irak Şiî Yüksek Devrim Konseyi’nin çizgisini. İşin ilginci, bu iki parti Arapların müzdevice dedikleri çifte bağlılık güdüyor. Bir tarafta ABD’yi ve işgal güçlerini memnun etmeye çalışırken, diğer taraftan da İran’la ilişkileri geliştirmenin çarelerini arıyor. Gerçekten de Amerikalı neoconlar ve onların Türkiye’deki bazı uzantıları Türkiye’nin Irak politikasından çok şikâyet ediyor ve değiştirmesi gerektiğini söylüyorlardı. Soli Özel, özelinde ve yanılmıyorsam Aslı Aydıntaçbaş gibiler, Türkiye’nin Irak’ta Sünnî bir politika izlediğinden şikâyetçiydiler. Cengiz Çandar da öyle. Şimdi ise, bu kalemşörlerden en az bir ikisi Türkiye’nin Lübnan’a asker sevketmesini istiyor ve onunla da kalmıyor, burada Hizbullah’a karşı İsrail yanlısı bir Sünnî bariyer kurmasını da istiyor. Bundan dolayı, Türkiye’nin ‘muharip güç göndermeyiz’ açıklamalarıyla da alay ediyor ve bunun yerine Kızılay’ı devreye sokmasının daha evlâ olacağını dile getiriyorlar!
***
Yani herkes, kendisine göre, Türkiye’den ısmarlama politikalar istiyor. Cengiz Çandar ‘Sünnî kalesi olmamız beklentisi var’ başlıklı bir söyleşide şunları söylüyor:”İran nötr kalmasını ve Batı ile irtibatta bir kanal olmasını, kendisine hasmane pozisyonda bulunmamasını, Kürt meselesinde partner gibi davranmasını istiyor, şartlarını oluşturuyor. İsrail; Türkiye’nin, kendi güvenliğinin sağlanmasında belli bir role sahip olmasını istiyor ve bekliyor. Arap kamuoyu Türkiye’nin ABD ve İsrail’e karşı hareket etmesini bekliyor. Hemen hepsi Sünnî Arap yönetimleri ise, artan Şiî tehdidi ve bunun arkasında İran nüfuzu olduğu kanısındalar. Onlar da Türkiye’nin İran nüfuzunu dengeleyebilecek tek güç olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’nin Sünnî karakterinin ve Sünnî kalesi olma beklentisinin dürtüsüyle hareket ediyorlar. Suudi Arabistan Kralı da o yüzden geldi....” Gerçekten de bu beklentiler ve dengeler muvacehesinde çok hassas olmak gerekiyor. Saddam’ı da böyle harcamışlardı. Hem de ABD ile birlikte. Nitekim Mescidi Aksa’daki Abdullah Gül’e yönelik bir saldırı girişimi de hassasiyetin lüzumunu göstermiştir. İsrailliler, maiyetine İsrailli korumalar vererek Mescidi Aksa’da Filistinlilerle Abdullah Gül’ün karşı karşıya gelmesine neden olmuşlardır. Burada yapılması gereken İsrailli korumaların camiye girmemeleri ve camiye giriş noktasında Gül’ün güvenliğini Filistinli korumalara devretmekti. Bundan dolayı neredeyse Abdullah Gül, Mescid-i Aksa’da İkinci Abdullah vakası yaşayacaktı. Bilindiği gibi, Filistin’i Yahudilere peşkeş çektiği gerekçesiyle dönemin Ürdün Kralı Birinci Abdullah Filistinliler tarafından Mescidi Aksa’da öldürülmüştü.
***
Benzeri bir vakıa Mısır eski Dışişleri Bakanı Ahmet Mahir’in başına gelmişti. 22/12/2003 tarihli gazetelerin de konu ettiği gibi, Mahir Aksa Camii’ni ziyaret ederken, bir grup Filistinlinin saldırısına maruz kalmıştı. Bir grup bağırarak Mahir’e saldırmış ve kendisinden geçen Mahir de akabinde hastaneye kaldırılmıştı. Burada Abdullah Gül’ün de acemiliği var. İçeriye girerken, mutlaka kendi korumalarının yanında, kendisine Filistinli koruma da verilmesinde ısrar edecekti. İsrail Mescid-i Aksa’nın hürmetini bu şekilde ihlal ederek uluslararası müzakerelerde kabul ettiremediği hükümranlığını fiilen bu şekilde yürürlüğe koymaktadır. Bu durumda, Gül gibiler ya Mescid-i Aksa’ya kendi şartlarında girecekler, ya da ziyaret etmeyecekler. İsrail’in oyuncağı durumuna düşmeye gerek yok. Gül’ün El Aksa’nın tarihçesiyle ilgili bilgi aldığı sırada, bir Filistinli, “Biz Müslümanız, burası Müslümanlar’ın yeri” diye bağırmaya başlamış. Tekbir de getiren kişi, “Bu toprakların kurtulması için mücadele edilmeli” diye bağırmasını sürdürmüş. Eylemcinin Gül’e yaklaşmasını, Bakan’a eşlik eden İsrailli korumalar engellemiş ve eylemciyi gözaltına almışlar. Olayı değerlendiren Haremüşşerif Vakfı yöneticileri, Filistinli’yi camide ilk kez gördüklerini belirtirken, eylemcinin, cami içine üniformaları ve silahları ile giren İsrail polisine tepki göstermiş olabileceğini ifade ediyorlar. İsrail’in arzusu, bu küçük ölçekli fotoğrafın büyük ölçekli hale gelerek bütün bölgeyi kapsaması. Araplar Şiîlere karşı Sünnî bariyer isterken, İsrail de Hizbullah ve diğerlerine karşı Türk bariyer arıyor. Bu noktada Arap yöneticilerle İsrail’in arzusu buluşuyor. Bu açıdan İsrail’in emelleri konusunda çok titiz olmak gerekiyor. Farkına varmadan sizi tongaya düşürebilirler.
22.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|