Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Dirilerle ölüler de bir olmaz. Allah dilediğine hakkı işittirir. Sen ise kabirde yatanlar gibi kalbleri ölmüş kâfirlere dâvetini işittiremezsin.

Fâtır Sûresi, 22

28.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki musîbete uğramış birisini tesellî ederse onun sevabı kadar sevap kazanır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3697

28.08.2006


Sünnetin her meselesinde bir hikmet var

“Fein tevellev fe kul hasbiyallahü” (Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter... / Tevbe: 129) dan evvelki olan “Lekad câeküm resûlün (ila ahir)” (Ey insanlar, size kendi içinizden bir peygamber geldi. / Tevbe: 128) âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu “Fein tevellev...” âyetiyle der ki:

“Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.

“Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Azîm-i Muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî muti taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir.”

Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risâle, o hikmetleri bitiremeyecek.

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübâtım var ki, mesâil-i şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risâle-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

İşte böyle bir zâtın Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibâa çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

Lem’alar, 11. Lem’a, s. 107

28.08.2006


Hüve Nüktesi ile ilgili bir nükte -2-

Dünkü yazımızda, Risâle-i Nurlarda kusur gibi görünen cümleler üzerinde çalışmak lâzım geldiğini ifade etmiştik. En azından bu tür cümlelere vaki bir itiraz olursa, verilecek cevaplarımız hazır olur, kem küm etmek zorunda kalmayız. Bu açıdan daire içinde böylesi bir çalışmanın önü açılsa faydalı olur kanaatindeyim. Nur talebeleri pürüzlü gibi gördükleri cümleleri, ulaştırabilecekleri bir havuza göndermeliler. İlk planda taşıdığı ince anlamı fark edilemeyen ve bu yüzden bir kusur imiş gibi görülen cümlelerin üzerinde bir heyet çalışma yapıp arka plânını açıklarsa pek güzel olur.

Bana, defalarca okuduğum halde hep “Bir kusur var” diye düşündüren bir cümlenin arka planını Allah’ın izniyle fark ettim. Cümlenin aslını vermeden önce, aynı omurgada başka bir cümle kuruyorum:

“Her bir adamda, nihayetsiz bir zenginliği, nihayetsiz bir kuvveti, nihayetsiz bir ilmi bulunmak lâzımdır ki bu işlere medar olabilsin.”

Yukarıdaki cümlede “-i” iyelik takılarının fazlalık olduğu, vasat her Türkçe sevdalısının fark edebileceği bir durumdur. Bu cümle nasıl düzelir, dense; verilecek cevap zor da değildir:

“Her bir adamda nihayetsiz bir zenginlik, nihayetsiz bir kuvvet, nihayetsiz bir ilim bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin.”

Aynı şekilde Hüve Nüktesi’nde şöyle bir cümle geçmektedir:

“…her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, irâdesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.”

Bilindiği gibi, iyelik 3.t.ş. eki olan i /si takıları, eklendikleri kelimeye “onun” mânâsını katar. Başta verdiğim örnekte “zenginlik, kuvvet, ilim” kelimelerinin sonuna iyelik 3.t.ş. ekleyerek bu kelimeleri “zenginliği, kuvveti, ilmi” şeklinde yazmak bir anlatım kusuru teşkil etmektedir.

ÖSS hazırlıklarında öğrencilere “Yemek yapma sını bilmiyormuş.” gibi bir cümle “gereksiz yere iyelik eki kullanmaktan kaynaklanan bir anlatım bozukluğu” diye örnek verilir. Çünkü “yapma” sözüne fazladan eklenmiş “-sı” iyelik eki, o kelimeye “onun” mânâsını ilâve eder. O zaman da cümle “Yemek onun yapmasını bilmiyormuş.” gibi bozuk bir hal alır. Doğrusu “Yemek yapmayı bilmiyormuş.” olmalıydı.

İlk bakışta Hüve Nüktesindeki ifade, anlatım kusuru taşıyor gibi göründü:

“…her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, irâdesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.” yerine, iyelik eklerinin kullanılmadığı şu şekil daha uygunmuş sanılıyor:

“...her bir zerre ve her bir parça havada, nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim, irade ve nihayetsiz bir kuvvet, kudret ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassalar bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin.”

Lâkin Hüve Nüktesinde kullanılan, ilk plânda fazladan ve gereksizmiş gibi duran iyelik takılarının, üzerinde kafa yorulduğunda bir fazlalık olmadıkları, bir görev ifa ettikleri anlaşılıyor.

Bilindiği gibi Hüve Nüktesi’nde hava zerrelerine gördürülen hizmetler sayılmakta, havanın, ses, elektrik, câzibe, dâfia ve ziyâ nakli gibi sâir letâifin naklinde şaşırmadan çalıştığı, aynı zamanda da bütün bitkilere ve hayvanlara teneffüs ve telkih (aşılama) gibi levazımatı muntazaman yetiştirdiği anlatılmakta ve bu fiillerin esbaba ve tabiata isnat edilemeyeceği ifade edilmektedir.

Bu muntazam ve muhteşem hizmetler eğer esbaba ve tabiata isnat edilecek olursa, her bir zerre ve her bir parça havada “hikmet, kuvvet, kudret, ilim, irade ve zerrâta hâkim-i mutlak olmak” gibi özellikler, bizzat ve nefsü’l-emirde olmalı ki, her bir hava zerresi, bu sayılan işleri yapabilsin. Yani hikmet bizzat hava zerresinin kendisinde bulunmalı. Kudret bizzat onun olmalı ki tabiata ve esbaba isnat ederek açıklanabilsin hava zerresinin yaptığı fiiller. Dolayısıyla (onun) nihayetsiz bir ilmi, (onun) nihayetsiz bir iradesi, (onun) nihayetsiz bir kuvveti… olmalı. Yani zatında bu özelliklere sahip olmalı hava zerreleri. İşte bu muhaliyeti ortaya çıkarmak içindir ki Hüve Nüktesinde “…her bir zerre ve her bir parça havada (onun) nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, (onun) irâdesi ve (onun) nihayetsiz bir kuvveti, (onun) kudreti ve (onun) bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin” denmiştir.

Çok açıktır ki onun yani hava zerrelerinin nihayetsiz hikmeti, ilmi, iradesi, kuvveti, kudreti ve bütün zerrelere mutlak hâkim olma özelliği mevcut değildir, hava zerrelerinde bu sayılan nitelikler yoktur. Hava zerreleri, ancak bu hususiyetlere sahip bir Sâni-i Zülcelâl’in emirber neferleridir.

Geriye, kafamı kurcalayan bir husus kaldıydı sadece bu cümlede:

“…bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medâr olabilsin.”

“Bir hassaları” ifadesinin ilk planda kulak tırmalıyor gibi görünen kullanımı. “Bir” kelimesi umumî kullanımıyla çokluk değil teklik isimlerle kullanılırdı. Türkçede sayı sıfatı ya da belgisiz sıfat olarak kullanılan bu kelime, her iki durumda da ismi teklik olarak alıyordu.

“Bir gün beni anlayacaksın” cümlesinde belgisiz sıfat olan “bir” kelimesinden sonraki ismi çokluk biçimiyle kullanmak, berbat bir anlatım kusuru oluşturmaktaydı: Bir günler beni anlayacaksın.

“Tatile bir gün kaldı” cümlesinde ise sayı sıfatı olarak kullanılan “bir” sözünden sonraki ismin teklik olması gerektiği açıktı. “Tatile bir günler kaldı” denemezdi.

Gerçi “bir” sözünün çoğul isim aldığı kullanım mevcuttu, “zaman/vakit” kelimeleriyle kullanıldığında “bir zamanlar, bir vakitler” şeklinde çoğul isim alabiliyor ve “geçmişe yönelik bir süreklilik” anlamı ifade ediyordu.

Ama bu durum sadece “geçmişe yönelik bir süreklilik” anlamı ifadesi içindi. Sayı sıfatı veya belgisiz sıfat olarak ne kadar cümle kurduysam hepsinde de “bir”den sonraki isim tekil oluyordu: “Sınıfta sadece bir öğrenci kalmıştı, yalnız bir elma yedim, iki kurşun bacağa, bir kurşun da ele isabet etmişti, bir an bile seni unutmadım, günde bir kerpiç düşer ömrümün sarayından; bir zaman sonra bunları unutacaktı, elbet bir gün buluşacağız / bu böyle yarım kalmayacak…”

“…bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki…”

Üstadımız, elbette biliyordu bu yazdığım kaideleri. Peki o zaman neden “…bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki…” şeklinde bir ifade kullanılmıştı?

Aniden “bir” sözünün başka bir kullanımı geldi hatırıma: “Adam bir evler yapmış ki görmelisin.” Yani görmeye değer birden fazla ev yapmış biri. Bu tür bir cümlede “bir” sözü, ne sayı sıfatı oluyordu, ne de belgisiz sıfat. Ve bal gibi de kendisinden sonraki isim çokluk eki alabiliyordu.

Böylesi cümlelerde “bir” sözü, “abartılı bir nitelik” ifadesi için kullanılmış oluyor ve kendisinden sonraki kelimenin çokluk ekiyle kullanılması anlatım kusuru teşkil etmiyordu. “Bir iltifatlar, bir ağırlamalar, bir taltifler ki sorma.” gibi bir cümle de bu türdendi; “bir hassaları” ifadesindeki “bir” sözü de.

Demek ki Hüve Nüktesinde geçen mezkûr cümlede, ne tashih hatası ve ne de bir anlatım kusuru bulunmamaktaymış.

Artık sıra, bilgisayarıma kaydettiğim diğer cümleler üzerinde günlerce, belki haftalarca kafa yormaya geldi. Kardeşlerimden duâlarıyla bana yardımcı olmalarını bekliyorum.

Nahit TOPALOĞLU

28.08.2006


Hak

Allah (c.c.), Hak’tır ve Ehak’tır. Yani Allah Teâlâ’nın zâtı hak, mevcûdiyeti hak, vahdâniyeti hak, isimleri ve sıfatları hak; vahyi, kelâmı ve emri hâlis hak ve hakîkattir. Cenâb-ı Hakkın ulûhiyeti haktır ve gerçektir. Varlığı Kendinden ve zorunludur. Zâtı hakîkî mevcuttur. Cenâb-ı Hak hakkı emreder, hakkı ister, haktan râzı olur, haksızlığı nehyeder. Hakkı inkâr etmek küfrândır, batıldır, dalâlettir, zulmettir, vahâmettir, hasârettir.

Ehak ismi de gerçeklerin en üstünü, en ulvî hak ve gerçek, her şükre ve hamde en lâyık, hakîkati kemâl noktada ve gerçeğin gerçeği olan mânâlarında Cenâb-ı Hakkı vasıflandırır. Allah her şeyi hak ile yaratmıştır.

Resûlullah Efendimizden de (a.s.m.) rivâyet edilen1 Hak ismi, Cenâb-ı Hakkın Kur’ân’da Kendi Zât-ı Akdesi için zikrettiği isimlerdendir. Ehak ismini de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Cevşenü’l-Kebîr’de zikretmiştir.2

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Sonra Hak ve Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Dikkat edin! Hüküm Onundur. Ve O, hesap görenlerin en sür’atlisidir.”3

“İşte Hak olan Rabbiniz Allah budur! Hakkın dışında ancak dalâlet vardır! O halde (dalâlete), nasıl döndürülüyorsunuz?”4

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrâhim’in (a.s.) Allah’ın zâtı ile putperestlerin putlarını mukâyese edişini Onun dilinden şöyle beyan eder: “Sizin Allah’a koştuğunuz ortaklardan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah’ın, hakkında bir delil indirmediği bir şeyi Ona ortak koşmaktan korkmuyorsunuz! İki taraftan hangisi güven açısından Ehakk’tır? (güvenmeye daha lâyık ve hakikat açısından daha haktır?) Bir bilseniz!”5

Hak ismi gereğince insanın hiçbir amelinin boşa gitmeyeceğini beyan eden6 Bedîüzzaman, yapılan iyiliklerin, ibâdetlerin ve hizmetlerin mükâfâtının da, işlenen kötülüklerin cezâsının da muhakkak görüleceğini kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, Hak ismi tek başına Haşrin kurulacağına delil olan isimlerdendir. Zîrâ hâdiselere dikkatle bakılsa görülecektir ki: Şu dünyada hiç kimse ve hiçbir canlı, yaratılış bakımından haksızlığa uğratılmamakta; her canlıya ve herkese, hayatı ile birlikte sahip olduğu tüm haklar kâmilen verilmektedir.7 İnsanın ebede uzanan istek ve ihtiyaçlarının giderilmesi, yaptığı hizmet ve ibâdetlerin mükâfâtının verilmesi, hatalarının ya affa uğraması, yahut hesabının sorulması, zulümlerinden ve haksızlıklarından dolayı sorgulanması, mâsum veya mazlum olduğunda hakkının zâlimlerden alınması, hayır ve hasenât adına kimin ne ameli varsa—az veya çok—hepsinin sevâbının eksiksiz verilmesi İsm-i Hakkın gereğidir.8

Bedîüzzaman, Fâtır-ı Hakîm’in, bizâtihî “Hak” olduğundan mahlûkatın hiçbir hukûkunu zâyi etmediğini ve etmeyeceğini vurgular. Ölmüş yeryüzünü gözümüz önünde yüz binler defa ihyâ eden Cenâb-ı Hakkın; ölmüş insanı da, vaat ettiği üzere, yeniden dirilteceğini ve insana yep yeni bir hayat ihsân edeceğini, yalnız “Hak” isminden anlamanın mümkün olduğunu kaydeder.9

Cenâb-ı Hakkın kudsî mâhiyetinin kâinatın mâhiyeti cinsinden olmadığını beyan eden Bedîüzzaman, varlıkların ve kâinatın bütün hakîkatinin, o kudsî mâhiyetin güzel isimlerinden olan Hak isminin şuâlarından ibâret olduğunu kaydeder.10

Bediüzzaman’a göre, her bir ilmin bir yüksek hakîkati vardır ve bu yüksek hakîkat Cenâb-ı Hakkın bir ismine dayanır.11 Bütün peygamberler hakkı konuşurlar, hakkı söylerler, hakkı tebliğ ederler.12 Kâinatta Allah’ın Hak oluşundan ve âhirete îmândan daha hak, daha yüksek ve daha lüzumlu başka bir hakîkat düşünmek mümkün değildir.13 Hakîki nimet veren Cenâb-ı Haktır.14 Hakîki rızıklandıran Cenâb-ı Haktır.15 Hakîki güzel olan Cenâb-ı Haktır.16

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât: 86; 2- Mecmuatü’l-Ahzab, 2:255; 3- En’am Sûresi: 62; 4- Yunus Sûresi: 32; 5- En’am Sûresi: 81; 6- Mektubât, s. 222; 7- Sözler, s. 586; 8- Şuâlar, s. 199; 9- Sözler, s. 381; 10- Mektubat, s. 242; 11- Sözler, s. 238; 12- A.g.e., s. 214; 13- A.g.e., s. 217; 14- A.g.e., s. 117; 15- Şualar, s. 26; 16- A.g.e., s. 71.

28.08.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Süfyan es-Sevri anlatıyor:

Evliyadan Abdullah Şeyban er-Rai ile birlikte hac için yola çıktık. Issız bir orman içinden geçerken karşımıza homurtularla dehşetli bir aslan çıktı. Şeyban’a:

“Köpeği görüyor musun? Yolumuzu kesiyor.” dedim.

Şeyban:

“Korkma ey Süfyan.” dedi.

Koca aslan, Şeyban’ın bu sözünü duyunca yumuşadı ve köpek gibi kuyruk sallamaya başladı. Şeyban da onun yanına gitti ve kulağını büktü.

Aslanla kırk yıllık dost gibi ahbap olmuşlardı. Ben buna kızdım.

“Aslanla ahbap olunur mu? Keramet mi gösteriyorsun?” dedim.

Şeyban:

“Estağfurullah, kendimi satmaktan Allah’a sığınırım.” dedi. “Keramet gösterme korkusu olmasa yükümü aslanın sırtına vurur, Mekke’ye kadar götürürdüm.”

(Veliler ve Kerametleri, 1/278)

Süleyman KÖSMENE

28.08.2006


Acaba sırf oyun, eğlence için mi yaratıldık?

Bir işe veya üniversiteye girmek zorunda olan birisi; işiyle ilgili bilgi ve beceri kazanmaya; üniversite imtihanına hazırlanması gerekirken bütün vaktini hikâye masal okuma, bulmaca doldurma, oyun ve eğlenceye harcarsa ne düşünürsünüz? İşte, en önemli meselemiz, yaratılışımızın hikmetini ve dünyaya gönderilişimizin gayesini öğrenmek iken; çok basit, eften-püften meselelerle uğraşmamız bundan ne farkı var?

Yaratılışımız ve dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, dünyaya yerleşmek ve sonsuza dek burada yaşamak değil; Ona iman etmek, Onu bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak, “ilim ve dua vasıtasıyla mükemmelleşmekle”1 bilgi ve maharet kazanarak olgunlaşmak ve mükemmel insan olmaktır. Yani, ruhî çalışma, gayret ve manevî yükselmekle kâmil insan olmak için çalışmak ve mutluluğu yakalamak değil mi?

Zaten, insanoğlunun tarihten günümüze batıl, ilkel, put, yanlış da olsa bir şeye inanması, tapınması; bu duygunun fıtrî olduğunu, yapısına konduğunu gösterir. Tapınma, ibâdet etme ve sığınma; insan rûhu için imân-ibâdetin nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğunun delildir.

İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ışığa muhtaç olduğu gibi; rûh cephesi de Kur’ân’da zikredilen bütün mânevî gıdalara (imân-ibâdete)muhtaçtır.2 Her duygu, duyu ve organımızın, alet ve cihazımızın farklı bir görevi var; göz görür, kulak işitir, dil tadar; ciğer hava teneffüs eder; mide yiyecekleri hazmeder. Kalbimizin görevi ise, Yaratıcısına iman, marifet ve sevmekle görevli. Dolayısıyla dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, iman etmek, ilim ve dua vasıtasıyla gelişmek, yükselmek olmalı. Dolayısıyla, akıl ve kalb ancak Allah’ı anma, Ona inanmak, Onu tanımak, Onu sevmekle tatmin olur, huzur bulur.

İmtihan; bilgi ve tecrübenin derecesini; bir de verdiği sözü yerine getirip getirmediğini tesbit eden bir ölçü işlevi görür. İlahi imtihan, yüce ruhlar ile, sefil ruhlar biri birinden ayırır. Tıpkı, diploma almak veya işe girmek isteyenlerin ehil olup olmadıklarını tespit için imtihanlardan geçtikleri gibi; din de elmas ile kömür rûhlu insanları biri birinden ayırt eden bir mihenktir.

Elest Bezmi’nde, yani ruhlarımızın yaratılıp, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına muhatap olduğunda, “Evet Sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde Halıkımızı, Rabbimizi tanıyacağımıza ve ihsan ettiği sayısız nimetlere teşekkür edeceğimize dair verdiğimiz sözü/misakı yerine getirip getirmeyeceğimiz denenmektedir.

Melek ve hayvandan da üstün olacak ve pek aşağı derecelere düşebilecek duygular, özellikle “hür irâde” ile donatıldığımıza göre, elbette gelişip olgunlaşması için sınanarak imtihana tâbi tutulacak. Din, hür irâde çerçevesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka”,3 ilâhî bir tekliftir

Dipnotlar: 1. Mektubat, s. 440-441.; 2. Mesnevi-î Nûriye, s. 108.; 3- Şuâlar, s. 498.

Ali FERŞADOĞLU

28.08.2006


Kur'ân-ı Kerim'de hak ve özgürlükler

Ferhat Altay: “1) Kur’ân-ı Kerim’in anlamını dondurmak mümkün müdür? 2) Kur’ân-ı Kerim’de hak ve özgürlükler nelerdir? 3) Kur’ân-ı Kerim’i yorumlamanın temel ilkeleri nedir?”

1) Kur’ân’ın anlamı dondurulamaz. Çünkü bu durumda Kur’ân’ın âyetlerinin anlamı, anlamını veren kişinin bilgisi ile sınırlı kalır. Çünkü Kur’ân’ın ana metnindeki derinlik, zenginlik, içeriklilik, mucize oluş, anlamında kâmil olarak yakalanamayabilir. Çünkü Kur’ân’ı anlamaya çalışan nihayetinde bir beşerdir. Beşer de ancak kendi ilmî kariyeri çerçevesinde anlam verebilir. Oysa Kur’ân’ın metni Allah kelâmıdır. Bu yüzden Kur’ân’ı tercüme edenin ilmî kariyeri ne kadar yüksek olursa olsun, Kur’ân’a nihaî anlam vermekten acizdir. Yani hiçbir âlim, “Ben bu âyete en geniş ve en etraflı anlamı verdim. Bu âyetin bu çerçevenin dışında bir anlamı, işareti ve remzi yoktur” diyemez. Bir başka âlim aynı âyetten yeni bazı mânâları daha çıkarabilir.

Allah’ın bir âyetten kastettiği mânâ, bir beşerin verdiği tercümeyle sınırlandırılamaz. Metnin mânâsı çok daha zengindir, muhtevalıdır, derindir, her asrı, her zamanı, her olayı, her kavmi, belki her kişiyi kucaklayan uzantılara sahiptir, her vak'ayı ifadelendiren işaretleri vardır. Kur’ân kelimelerinin seçiliş biçimi, harfleri, harekeleri sayısız anlam zenginlikleri ihtiva eder. Her bir âlim Kur’ân’a her yönelişinde yeni bazı anlamlar daha keşfedebilir. Bu, Kur’ân’ın Allah kelâmı olmasındandır. Bu bakımdan; bir beşerin verdiği anlamı esas alıp, Kur’ân’a başka anlam verilemeyeceğini söylemek, bir âyetin başka mânâya gelemeyeceğini söylemek doğru olmaz. Her âlim, Kur’ân’dan ilmine göre yeni bilgiler keşfedebilir. Bozgunculuk ve fitne olmasın; yeter.

2) Kur’ân bir fıtrat ve yaratılış kitabıdır. Herkesin doğuştan itibaren irade ve seçim hakkının bulunduğunu kabul ve teslim etmiştir. Çünkü Allah herkesi özgür biçimde yaratmış, irade vermiş, tercih imkânı vermiş; ama elbette seçtiklerinden sorumlu tutmuştur. Kur’ân’da hiçbir ayet insanları zorla inandırmaya yönelik bir eylemi desteklemez. Kur’ân böyle bir eylem sonucunda elde edilen şeye iman da demez. Nitekim böyle bir imkâna sahip olan Allah, Kendisi bile insanları zorla inandırmaya sevk etmediğini birçok ayetinde haber veriyor. İşte bazı âyetler: “(Resulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”1 “Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”2 “İşte bu (anlatılanlar), şüphesiz bir öğüttür. Artık kim dilerse Rabbine (varan) bir yol tutar.”3 “Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.”4

İnanç ve düşünce özgürlüğünden başka insanın doğuşuyla birlikte sahip olduğu hak ve özgürlükleri Kur’ân da tanımıştır. Fakat Kur’ân’ın şüphesiz bir kaydı vardır: İnsan özgürlüğünü şerlerden yana kullanırsa sonucuna katlanır. Hayırlardan yana kullanırsa kendisi kazanır. Yani her iki özgürlük kullanımının insana getirisi vardır. Kur’ân bu konuda uyarıyor, bilgilendiriyor.

3) Kur’ân-ı Kerim’i yorumlayan kişinin her şeyden önce âlim olması gerekir. Bu şarttır; çünkü ilimsiz Kur’ân yorumlanmaz. Kur’ân’ın metninden mânâ çıkarabilecek derecede Arapça bilmesi, Allah’ın âyetlerdeki maksadını, vermek istediklerini, kullarında görmek istediklerini, rıza dairesini, dinini bilmesi gerekir. İyi niyetli olması, doğru bir itikada, sağlam bir inanca sahip olması şarttır. Kur’ân’ın getirdiklerine aykırı bir anlayışa sahip olmamalıdır. Aksi takdirde yanlış inancı sebebiyle Kur’ân’ı doğru yorumlayamaz. Kur’ân’ı kendi yanlış eğilimine göre yorumlar.

Diğer yandan Kur’ân’ı yorumlayan kişinin Peygamber Efendimizin (asm) hadislerini, sünnetini, yaşadığı dönemi, yaşadığı şartları iyi bilmesi gerekir. Çünkü Kur’ân’ın ilk doğru yorumlayıcısı Hazret-i Peygamber’dir (asm). Hazret-i Peygamber (asm) Kur’ân’ı yaşayarak yorumlamıştır.

Öte yandan her ayetin bir iniş sebebi vardır. Bu bilinirse benzer olaylar ve sebepler için de yorum yapma imkânımız olur. Bu açıdan Kur’ân’ı yorumlayan kişinin ayetlerin iniş sebeplerini iyi bilmesi gerekir.

Kur’ân’ı yorumlarken doğru bir yoruma ulaşmak için; a) Varsa başka âyetlere bakmalı, b) Peygamber Efendimizin (asm) hadislerine ve sünnetine bakmalı, c) Sahabe-i Güzin’in yorumlarına bakmalı, d)Âyetlerin iniş sebeplerine bakmalı, e) Önceki âlimlerin yorumlarına bakmalıdır.

Dipnotlar: 1- Yunus Sûresi: 10/99, 2- Kehf Sûresi: 18/29, 3- Müzzemmil Sûresi: 73/19, 4- İnsan Sûresi: 76/29.

Süleyman KÖSMENE

28.08.2006


Dünyevîleşmek istemedi...

Kâinat Yaratıcısının habibi olan Peygamberimiz (a.s.m) isteseydi dünyanın bütün nimetlerinden en güzel bir şekilde istifade edebilirdi. Ama o sade bir hayat yaşayan bir kul gibi yaşamayı tercih etti bu dünyada. O aynı zamanda sabır peygamberiydi. O ihtişamlı bir yaşayış tarzıyla değil, dünyanın sıkıntılarına katlanarak ümmetine örnek olacaktı.

O isteseydi onun ashabı ona dünyanın en güzel köşkünü inşâ ederlerdi. Çünkü dünyada koca devletleri idare eden hiçbir yönetici onun kadar kendini çevresine sevdirememişti. Onun bir dediği iki edilmiyordu. Emrini yerine getirenler korkudan değil, severek ve büyük bir istekle emirlerini yerine getirmekteydiler. Ama o kerpiç evlerde yaşamayı, mütevazi bir şekilde günlerini geçirmeyi daha uygun buldu. Çünkü sarayların ve ihtişamlı bir hayatın dünyevîleşme olduğunu bilmekte ve ümmetine dünyanın geçiciliği konusunda örnek olması gerekmekteydi.

O isteseydi kuş tüyü yataklarda yatar, acem halılarıyla evinin her tarafını döşerdi. İsteseydi yumuşacık yastıklara yaslanır, etrafa emirler yağdırırdı. Ama hasırların üzerinde, ümmetinin ekser insanları gibi yatmayı ve taşları kendine yastık edinmeyi tercih etti. Evinin hiçbir tarafına dünyanın güzelliklerini hatırlatan bir süse bile izin vermedi. Ashabı, dünyanın ihtişamını hatırlatan güzel eşyaları ona hediye etmek için can atmaktaydılar. Ama yok, o dünyanın beş paraya değmeyen güzelliklerini elinin tersiyle itmeyi bilmişti.

O isteseydi açlık nedir bilmez bir şekilde dünyanın bütün güzel yiyeceklerini yiyebilirdi. Belki yedi, ama doyasıya değil, Rabbine şükür etmek için yedi. Çünkü o bir gün aç, bir gün tok yaşamayı tercih etmişti. Ona göre, kısacık dünya hayatında, insanın dikkatini dünyanın güzelliklerine çeken nefsin arzularına uymamak gerekmekteydi. Zira o biliyordu ki, nefis, insanın hayrına bir şey istememekte, şeytanın arzularını yerine getirmek için büyük çaba göstermekteydi. O biliyordu ki, insan nefsin arzularını yerine getirdikçe Rabbinin arzularını yerine getirmekten uzaklaşmaktaydı.

Allah’ın yüce Resûlü, nefse uyarak gurura hayatında yer vermedi. Kovulduğu Mekke’ye, muzaffer bir şekilde girdiği zaman, gururu hatırlatan bir tavırla değil, mütevazi bir şekilde ve başını eğerek girdi. Zira gurur insanı dünyanın şan ve şerefine yönlendirmekteydi. O ise dünyaya ehemmiyet vermemeye çalışıyordu. Çünkü dünyanın, Rabb-i Rahim yanındaki değeri bir zerre kadar bile değildi. O dünyanın değersiz metalarıyla oyalanmak için bu dünyaya gönderilmemişti.

Dünyanın şaşaası Resûl-ü Kibriyayı kendine çekemiyordu, ama hanımları bir ara dünyaya meyletmişlerdi. “Biz de dünyanın nimetlerinden istifade edelim” diyerek Resûlullah’tan dünyalıklar talep etmişlerdi. Onun Rabbi, hemen emrini tebliğ etti: “Hanımlarına söyle eğer dünyayı tercih ediyorlarsa, buyursunlar gitsinler, yok eğer Allah’ı ve Resûlünü istiyorlarsa sabır göstermeye devam etsinler.” Allah’ın yüce Resûlüne eş olmak şerefine nail olmuş ezvac-ı tahirat, yaptıkları hatanın farkına varıp tevbe ve istiğfar ettiler ve Allah’ı ve Resûlünü dünyanın geçici zevk ve sefasına tercih ettiler. Böylece onlar da dünyevîleşmeyi elleriyle ittiler.

Bizim Peygamberimiz (a.s.m) böyleydi. O hiçbir zaman dünyevîleşmedi ve ümmeti için de dünyevîleşmeyi tavsiye etmedi. O her zaman dünyanın cazibedar fitnelerine kapılmaması için ümmetini ikaz etti. “Eğer dünyanın Allah katında bir sinek kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su dahi içirmezdi” diyerek dünyanın değersizliğine ümmetinin dikkatini çekti. Bütün kötülüklerin başında dünya sevgisinin olduğunu ifade buyurdu.

Yine Rehber-i Ekmel olan Yüce Nebî şöyle buyurmakta idi: “Uhud dağı kadar altınım olsa, borcum için bırakacağımın dışında, yanımda üzerinden üç günün geçmesini istemem. Hepsini Allah için dağıtırım.”

Allah’ın Resûlü, dediklerinin fazlasını bile yaşadı ve ümmetine en güzel bir şekilde örnek oldu. Peki ya o yüce Nebî’nin (asm) ümmeti olmakla şereflenen bizler, onun huzur veren yaşantısını örnek alabiliyor muyuz?

Nimetullah AKAY

28.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004