Yoğun dış gündem arasında, kadın meselesi, ister istemez beni iç gündeme yönelmeye mecbur etti. Çünkü bu mesele dış politikadan da önemli bir ontolojik mesele. Yani varlık yokluk; olmak veya olmamak meselesi. Elbette her dönemde kadın yazarlarımız oldu. Ama son dönemi Cevdet Paşa’nın kızı Fatıma Aliye Hanımdan itibaren başlatabiliriz. Hem şark, hem de garp kültürüyle yetişmişti. Babası kendi eksiğini onda tamamlamıştı.
Kabine üyesi arkadaşlarından Mithat Paşa ile sonu gelmeyen bir tartışmaları vardır. Mithat Paşa der ki: “Günümüzde Fransızca’ya ve kültürüne aşina olmayan devlet adamı olamaz...” Klasik bir medreseli olan dengeli devlet adamı Cevdet Paşa bu sataşmalara şöyle karşılık verir: “Öyleyse Fransa’nın kunduracıları da devlet adamlığı yapabilirler...” Elbette Fransızca veya yabancı dil bilmek kemaliyattandır. İşte Cevdet Paşa bu eksiğini kızı Fatıma Aliyye’de tamamlamıştır. Daha günümüzde Şûle Yüksel Şenler ve İnci Beşoğul gibiler bu bayrağı devralmışlardı.
Ağustos ayına kadın yazarlarımız yine damgasını vurdular. Gündeme damgasını vuran üç yazarımız da maalesef daü’l ümem denilen başkalarının hastalıklarından fena halde etkilenmişler. Özgün bir duruşları olmadığı söylenebilir. Savrulma bu sahada da geçerli. Nihal Bengisu Karaca, Duygu Asena’nın ardından yazdığı makale ile gündeme geldi. Duygu Asena’nın bir erkek projesi olduğu ifadesi büyük gürültü kopardı. Ben de Gülay Göktürk gibi bu ifadeye kaydı ihtiraz şartı koyanlardanım. Tabiî ki benim çıkış noktam farklı. Gerçekten de buradan Nihal Hanıma kontra bir soru sormak gerekirse: Gerçekten de Duygu Asena bir kadın projesi mi olması gerekirdi? Eğer mefhumu muhalifinden hareket edecek olursak Gülay Göktürk’ün işaret ettiği gibi karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor: Burada Asena ile şuuraltı feminizan bir yarış var. Ve özür dilemeci bir üslûp.
***
Bengisu ile Göktürk polemiği devam ederken bu defa da gerçekten de ağırbaşlılığıyla farklı bir yere oturan Fatma Karabıyık Barbarasoğlu’nun bir tökezlemesiyle karşı karşıya kaldık. İslâmî kesimde erkeklerin Sibel Can’dan etkilendiklerini ve hanımlarının da onun gibi olmasına özendiklerini yazdı. Sosyolojik bir yozlaşmanın aktarımı olarak tesbit doğru. Ama gelen tepkiler, meselenin dallanıp budaklanması, bu uç örneğin (Sibel Can) telâffuz edilmesinin yanlışlığını ortaya koydu. Zaten Sibel Can kendisine öyle bir rol arıyormuş, hemencecik tanımın üzerine atladı ve Nevval Sevindi’den yıllar sonra İslâmî kesimin kadınlarının rol modeli olduğunu doğrulayıverdi.
Bu tesbit belki doğru olmakla birlikte tesbitin kuvveden fiile çıkarılması ve perde önüne getirilmesi eskilerin tabiriyle perdenin yırtılmasıdır. Ve bu tesbitlerin aktarımının yaygınlaştırıcı bir etkisi olması kaçınılmaz. Dolayısıyla vakıayı yaşayanlarla anlatanlar belki farkına bile varmadan aslında aynı kabahatı iki farklı ucundan paylaşmış oluyorlar. Hacivat Karagöz repliklerinde olduğu gibi bu durumda ‘Yıktın perdeyi, eyledin viran’ denilir. Arapça’da da buna benzer bir deyim vardır: “Küşife’l mestur ve vekaa’l mahzur/ gizli açığa çıktı, yasak ortaya saçıldı...” Bâtılı tasvir safî zihinleri idlâl edebilir. Bunun faş edilmesi illa zaruri ise bu doktor titizliğiyle yapılmalıdır. Aksi takdirde, ağızlara sakız ve Hürriyet gibi gazetelere malzeme olursunuz. Bundan hoşlanıyorsanız bu sizin misyonunuzla çelişir.
***
Üçüncü isim ise İslâm dünyasında kadın konusuyla alâkalı bir kadın dizisine imza atan Ayşe Böhürler oldu. Ayşe Arman’a konuşmuş. Bu konuşmayı okuyunca hemen seleflerini ve benzerlerini hatırladım. Mod değişikliğinin yaşandığı 28 Şubat sürecindeki savrulmayı. Ertesinde Ertuğrul Özkök bir Fransız dergisinde değişimin ipuçlarını veren Mustafa Şen’in (MGV’nin eski yöneticilerinden) konuşmasını yazısına misafir etmişti. Gelişmeden memnun olduğu besbelli idi. Orada Mustafa Şen ‘Eşim başörtüsünü açsa karışmam’ demişti. Hiçbir tepki vermeyeceğini ifade ediyordu. Aslında bu tavır YÖK’ün yasak tavrından hem daha cıvık, hem daha tahrip edici.
Ayşe Böhürler, Ayşe Arman’a başörtüsünün kendi tercihi olduğunu ve dinin bir emri olduğuna inandığı için başörtüsünü taktığını söylüyor. Ama Anadolu’dan gelen ve âdet sonucu başörtüsünü örtenlere de sahip çıkmıyor. Bu örtünme şeklinin dinle ve namusla alâkası olmadığını söylemekten maada aynen Mustafa Şen’in üslûbunu taklit ederek; kızının tercihine karışmayacağını ve tercihleri doğrultusunda örtünmelerinin de gerekmediğini söylüyor. Bu indirim karşısında hayrete düşen adaşı Arman “Bunda samîmî misiniz?” diye sormaktan kendisini alamıyor. Ve yarım yamalak dindar diye bir bölümde şu ifadelerine rastlanıyor: “Bir tarafta benim gibi serseri serbest mayınlar var...”
Reklâmdaki dede rolünde Gazanfer Özcan’ın keklere el koyarken ‘Başka bomba var mı?’ diye sorması gibi Hürriyet’in de galiba daha fazla bu tür mayınlara ihtiyacı var. Hayırlı olsun. Ve Böhürler’in bu konuşmasının yayınlandığı aynı günkü Hürriyet’te sözü ‘Teşhirci kadının nihaî zaferi’ başlıklı yazısında Ertuğrul Özkök’ün bir cümlesine bırakalım: “Bu çağın en büyük mücadelesi, inanç ile kadın arasında olacak. Ve kendim kadar eminim ki bu savaşı kadın kazanacak...” Bazı dindar yazarlar da maalesef Ayşe Arman veya Özkök’ün değirmenine su taşıyorlar.
28.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|