Maalesef, İran, zor günlerinde bile kardeş ülkelerle arasındaki mesafeyi arttırmaktan başka bir işe yaramayan takıntılarından vazgeçmiyor. Ortak köprülerimizden Şehriyar’ın anıldığı günlerde, aslında böyle bir yazı yazmak mecburiyetinde kaldığım için hicap duyuyorum. Böyle bir yazı yazmak istemezdim. Ama yazmadan da olmuyor. Mevlânâ üzerinden kavga yapmak, aslında Mevlânâ’yı anlamamak ve mirasına sırt dönmek demektir. Dolayısıyla, bunu yapan bir ülkenin veya anlayışının Mevlânâ’nın manevî mirası konusunda hak iddia etmesi kadar abes bir şey yoktur. İranlı Kültür Bakanlığı yetkilileri Türkiye’nin Mevlânâ ihtifalleri ve onu kendisine mâl etmesi noktasında abartılı davrandığını ileri sürdüler. İran Kültür Bakanı Muhammed Hüseyin Harandi, “Mevlânâ hiçbir eserini Türkçe yazmadı. Tüm eserleri Farsça. Dolayısıyla Mevlânâ’nın yaşgünü kutlamaları için gerçek merkez Türkiye değil, İran olmalıdır. Bilim, eğitim ve teknoloji bakanlıklarının ortak çalışmasıyla Mevlânâ için büyük bir doğum günü kutlaması hazırlayacağız...” demiş. İran’ın katkılarına kimse itiraz edemez, lâkin kazın ayağı öyle değil. Mesele sadece Mevlânâ takıntısı olsaydı, yazmayacaktım. Ama birkaç ay önce, aynısı Azerbaycan’ın da başına geldi. Azerbaycan, Genceli Nizami’yi sahipleniyor diye, İran’ın hışmına ve protestosuna uğradı. Genceli olması itibarıyla, elbetteki Azerîler herkesten ziyade Genceli Niyazi’ye sahip çıkma hakkına sahip değiller mi? Fazilete sahip çıkmak, fazilettir. Ancak İran nedense bundan gocunuyor. Genceli Nizami veya Mevlânâ Celaleddin gibi hazerâtı tekeline almak istiyor. Aslında bu İran’ın kadim, belki de tedavisi olmayan bir hastalığıdır. Maalesef. Mevlânâ Sultan’ul ulemâ ile birlikte Belh’den çıkmış Bağdat’a, Şam’a gelmiş ve ardından Anadolu’yu vatan edinmiş ve burada yaşamış. O günkü devlet ricali kendilerine sahip çıkmışlar. Bundan olayı Rumî mahlâsıyla anılmış. Ama bir kısım İranlılar onu hiç bir zaman rakip bir coğrafya addettikleri Rum ile birlikte anmak istememişler ve Rumî yerine hep Belhî demişlerdir. Bu da hakları sayılabilir. Zira, Mevlânâ Belh asıllıdır. Öyleyse, doğum yeri olması itibarıyla, Mevlânâ’nın manevî şahsiyetine Afganistan da Türkiye kadar sahip çıkabilir, ama Türkiye’ye itiraz neden Afganistan’dan gelmiyor da İran’dan geliyor? Bunun cevabı rahatsız edici. Halbuki Mevlânâ bugünkü İran sınırları içinde hiç yaşamamış.
***
İran’ın Mevlânâ’yı sahiplenme gerekçesi olarak geriye, sadece Farsça kalıyor. Ama Farsça aynen Arapça gibi, millî bir dil olmaktan ziyade müşterek bir kültür dilidir. Türkler saray dili olarak Karamanoğlu Mehmet Bey’e kadar Farsça’yı kullanmışlardır. Dolayısıyla, bugünkü İran, Farsça mirası üzerine de hükümranlık iddia edemez, bu onu aşar. Arapların Arapça mirası üzerine hükümranlık iddia edemeyecekleri gibi… Ali Tantavi, Farisî lâkaplı Arap müelliflerinden bahsetmektedir. Aynı durum, Türkler için de geçerlidir. Birçok Osmanlı Şeyhülislâm’ı Arapça kadar Farsça’ya da aşinâdır ve bu dille de yazardı. Mevlânâ gibi şahsiyetler, ortak manevî köprülerimizdir. İran, Mevlânâ’ya uluslararası ilgi dolayısıyla merkeze oturmak istediğinden, Türkiye’nin sahiplenmesini hazmedemiyor. Halbuki Mevlânâ paylaşıldıkça büyür ve büyütür. Geçen yıl yayınlamış oldukları müşterek pulda da bunu görmek mümkün. Kendilerini merkeze yerleştirmişler, ikinci sırada Afganistan, sonra Suriye ve Türkiye var. Sıralamada yanlış var. Sıralamada İran sonuncu ülke olmalıydı. Türkiye birinci, Afganistan ikinci, Şam üçüncü, İran da dördüncü sırada. Müşterek unsur Farsça ise, bugün Afganistan’ın iki resmî dilinden birisi Farsça’dır. Dolayısıyla onlar hem dil, hem de mekân itibarıyla daha fazla iddiaya hak sahibidirler. Burada İran’ın rekabet veya müzahamet damarıyla hareket etmesi Mevlânâ’nın anlayışına da terstir. Kur’ân’ın kölesi olması dışında, kendisine mevki isnat edenleri payladığı ve bundan rahatsız olduğunu dile getirdiği gibi, eminim ölümünden sonra kendisi üzerine bu tür çiğ tartışmalardan haberdar olsaydı, bundan da bizâr olurdu. Bu tartışmalar kabirde bile Mevlânâ’yı bizâr eder.
***
Eğer Farsça, Mevlânâ’ya sahip çıkmak için yeterli bir nedense, Farsça şiirler yazan ve divanı olan Yavuz Sultan Selim’e neden sahip çıkmıyorlar? Şah İsmail Hatayî Türkçe yazarken, Yavuz daha ziyade Farsça yazmamış mıydı? Gazalî gibi Mevlânâ, ayrıca genel mânâda Sünnî dünyaya aittir. İranlılar meseleleri tersyüz etmekte mahirdirler. Sözgelimi, geçtiğimiz dönemde bir de Türkiye ile Çaldıran polemiği yaşandı. Çaldıran’dan Şah İsmail’in değil, Yavuz’un kaçtığını yazıyorlar. Öyleyse, Topkapı Sarayı’ndaki Şah İsmail’in tahtı ne oluyor? Maalesef İran’ın bu yaptığının dinî hassasiyetle hiç alâkası yok, tamamen kültürel milliyetçilik bağlamında bir hazımsızlıktan ibarettir. Basra Körfezi’ni hep Fars Körfezi olarak anmaları gibi. Kimse buraya Arap Körfezi demiyor. Basra nötr bir isim olduğuna göre, bu Körfez’i paylaşan ülkelerin bu ismi yeğlemeleri daha doğru olmaz mı? Bu anlayış İran’ı, ancak yalnızlığa götürür. Halbuki bölgede herkesin yalnızlığı aşmaya ihtiyacı var. Bu tip hazımsızlıklar İran’a zarar verir.
23.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|