Çocuk bağrışmaları, işportacıların sesleri, araba kornaları, yorgun bedenleri taşımaktan bitap düşmüş ayak sesleri, bütün bu sesler arasında ayırt edebildiğim o ses, içinde vapur, martı ve dalgaların geçtiği şiirlerin üstüne yazılınca anlam kazanan o ses, bir duvar kıyısında boynunu bükmüş kimsesiz bir çocuk tablosunun fonunda duyulunca o ses, uzaklığında yetim kaldığım, yakın durduğumda dikkatimi celbetmeyen o ses. Günbegün değişen dünyanın değişmeyeni o ses. Yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındakileri avuçlayan, sarsan o ses. “Hele bir kendine gel bakalım, nereye koşuyorsun!” diyen ve aynı zamanda alt cümlede binlerce ve hatta milyonlarca mesaj ihtiva eden kutsî.
Zaten varsa bir şey hayatınızda ve o şey zaten sizinse ellerinizin arasından bir civa gibi akıp gitmeyecektir. Onu tutabilirsiniz, o sizin olabilir, yalnız siz onun olabilir misiniz?
Hayatlarında belki de ilk defa duydukları ezan sesiydi ülkemden uzaklara taşıdığım ve yabancı bir memleketin neredeyse hiç tanımadığım insanlarına dinlettiğim. Öyle bir sesti ki o, Süleymaniye’de, Sultanahmet’te ya da Selimiye’de defalarca duyulmuşsa da dinlenmemiş, dinlenmişse de hissedilmemiş, hissedilmişse de içselleştirilmemiş. Ezan kümesinde bir kapsayıcı olmamış, kesişiminde bile yerimizin olmadığı, ‘bizimse hani nerede’ diyebildiğimiz, ancak bu kadarla yetinebildiğimiz.
“Şimdi sizlere ezanı (call to prayer) dinletmek istiyorum” dedim dünyanın öbür ucundaki arkadaşlarıma. “Bunu dinlerken lütfen sessiz olalım. Çünkü bu bizim için çok değerli” diye de ekledim. Zaten herkes susmuştu. Şaşkın bakışlarla etrafa bakmaya başladılar ve ezan başladı. Sabah ezanıydı seçtiğim, saba makamından. Ben başımı öne eğmiştim, yıllardır sürekli duyduğum yalnız ilk defa hazır ola geçtiğim bu seste yine ilk kez ağladım.
Sanki bu ezan başkaydı. Sanki ben ilk kez duyuyordum bu sesi. Başka türlü okunuyor olabilir miydi? Hayır hiçbiri değildi bunların, ben sadece uzak düşmüştüm içimdeki sese. Ruhumu yıkayan, her günümü 5’e bölen ve aralarda yaşadığım ezanımdı karşımdaki Hıristiyan topluluğun kalbini çalan ve beni yerle yeksan eden.
Kilise çanlarıyla uyandığım New York’un göbeğinde dedim ki “Hey canına seni bir dayanılmaz, bir derli toplu, bir anlatılmaz seviyorum ki.” (Kemalettın Kamu)
Nerdesin? Benden uzakta nerede okunuyorsun? Seni duyunca içleri titremeyen insanların içinde mi, seni duyup da kılını bile kıpırdatmayan gafletin üstünde mi? Benden uzakta, benden öte nerede okunuyorsun? Çağır beni istediğin yere geleyim, yeter ki seni duymak bahtiyarlığına ereyim. Ezan saatlerine bakıp da huzura varmak canımı acıtıyor. Lütf-u İlâhîden dileniyorum seni.
Ülkem topraklarına adım attığım vaktin öğle ezanı bir yıldır duyduğum en güzel sesti. Ve ben…
“Açın camları ezanı duymak istiyorum. Allah’ım bu ezan sesi. Sussun herkes, ezanı dinliyorum.”
Gurbetin en acınılası yanı işte bu özlemler… ve siz…
Çok şanslı olduğunuzu biliyor muydunuz?
“Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” (Mehmet Âkif Ersoy)
03.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|