ara ard-ı ribat demiştir. Dolayısıyla buraların sakin ve meskûnlarına da murabıtlar, yani kutsal diyarın bekçileri denir. Balkanlar’daki evlâd-ı fatihan dahi öyledir. Onlar baba ve ata ocağını beklerler ve tüttürürler. Eskiden ata ocağını tüttürecek olan evlâtlara bir başka gözle bakılır, bir başka muamele edilir ve onlar ümit nesli olarak görülürmüş. Onlar şûle-i ümittirler (Beacon of hope) Şimdi evlâd-ı fatihanın tamamı da yadigâr illerin bekçileridir.
HAFIZ İDRİS HOCAEFENDİ
Üsküplü Hafız İdris Hoca (1936-2005) bu neslin son halka ve temsilcilerinden birisi idi. Bu alaylı zât, Arapça deyimle tam bir İsami’dir ve ahlâkta ve ilimde mektepliler onun kabına (ayak) yetişemezler. Bundan dolayı, zaman zaman haset ve kıskançlıklara da konu olur. Vefatına gazeteler şöyle bir not düşmüştü: “ Üsküp’ün ve de Makedonya’nın ünlü âlimi Hafız İdris Hocaefendi, 17 Kasım 2005 Perşembe akşamı geçirdiği kalp krizi sebebiyle hayata gözlerini yumdu. Osmanlı âlimleri zincirinin son halkasını temsil eden Hafız İdris Hocaefendi, Üsküp’ün meşhur âlimlerinden Hafız İbrahim Efendi’nin ve Fikriye Hanımın oğlu olarak 15 Kasım 1936 tarihinde dünyaya gelmiş, 11 yaşında hafızlığını tamamlamış ve Dükkancık Camii imamı olarak ilk resmî görevine başlamıştı. Daha sonra Yelenkapan ve Alaca Camii imam-hatip ve vaizliği görevlerini de yapan merhum Hocaefendi, buralarda yüzlerce talebe yetiştirdi. 1999 yılında emekliliğe ayrılmak zorunda bırakılan Hocaefendi, bu tarihten itibaren evinde münzevî bir hayat sürdü. Hayatını ilim tahsili ve talebe okutmakla geçirmiş olan merhum Hocaefendi, geriye bıraktığı eserlerle sevap defteri kapanmayan kişiler zümresine katıldı...”
***
Hanedanlıklar çeşit çeşittir. Bunlardan bir kısmı saltanat aileleridir. Bir kısmı Abbasilerdeki Bermekiler veya Osmanlı’daki Köprülüler gibi vezir aileleridir. Hindistan’da Kongre Partisi ve Gandi ailesinin bağlantısı da modern dönemde bunu canlı tutan örneklerden birisidir. Bir de ilmî hanedanlıklar vardır. İbni Rüşd ailesi (ced ve hafîd) kezâ İbni Teymiyye ve İbni Cevzî ailesi ve benzerî aileler de ilmiye sınıfına mensup hanedanlıklardır. Hafız İdris Hoca da öyledir. Babası hafız olduğu gibi, aynı zamanda hafız bir aileye de mensuptur. Hafız İbrahim Efendi oğlu İdris Efendiyi hafız-ı kelâm yaptığı gibi, ona Arabî ilimler de öğretmiştir. İdris Efendi de bu geleneği devam ettirmek için canla başla çalışmıştır. Hakkını veren en güzel ifadelerden birisi, “Üsküp’ün son Osmanlısı” ifadesidir. O Osmanlı âşığı olduğu gibi, “yürüyen Kur’ân” ve “yürüyen medrese” gibi sıfatlara da bihakkın lâyık bir şahsiyettir. Makedonya’nın eski tarz son hocası idi. Kendisine ‘Balkanlar’ın son klasiği’ nazarıyla da bakılabilir. Bulunduğu her yer; evi, camisi medrese olmuştur. Alaca Camii’ni gayri resmî medrese haline getirdiği gibi, burada eski tarz eğitim vermiş ve İslâmî ilimler öğretmiştir. Eski tarzın gölgesinde ulu bir çınardı. Üsküp’ün medar-ı iftiharı idi. Üsküp’ün iki sembolünden birisiydi. Birisi Taşköprü, diğeri de bizzat kendisi. Yürüyen kandildi. Taşköprü cansız köprü, kendisi ise canlı köprü idi. İnşaallah manevî mirası yine canlı köprü vazifesini görür.
***
İdris Efendi Osmanlı’nın son köprüsü idi. Geçmişle gelecek arasında bağ kurduğu ve bu anlamda dikey köprü olduğu gibi evlâd-ı fatihanın çeşitli kolları arasında da yatay köprü vazifesi görmüştür. Arnavut ve Türkler arasında bir köprü ve harç idi. Türkçesi daha kuvvetli olmasına rağmen, vaktin icabatı dahilinde, Arnavutça da vaazlar vermiş ve cemaatını her iki dilde de tenvir etmiştir. Hutbelerini Türkçe okur, vaazlarını ise Arnavutça verirmiş.
1952 yılına kadar, Üsküp camilerinde vaazlar, Türkçe verilir ve hutbeler de hep Türkçe okunurmuş. O tarihten itibaren artan ve yoğunlaşan göç sebebiyle Türkler azalınca, vaazlar da haliyle Arnavutça’ya dönmüş. Hafız İdris Hoca bu tarihten itibaren, kürsülerde Türkçe yerine Arnavutça diliyle hitap etmeye başlamış. 1952 tarihinden itibaren, sadece Murad Paşa Camii’nde Hafız Kâmil Efendi tarafından Türkçe vaazlar verilmektedir. Hafız Kâmil Efendi’den sonra da el’an bu camide vaazlar Türkçe olarak verilmektedir. Ancak bu yeterli olmaz. Türkler Üsküp Müftülüğü’nden Türkçe vaizlar talep eder. Bunun üzerine Ramazanlarda, Perşembe ve Pazar günleri İdris Efendi’nin Türkçe vaazlar vermesi kararlaştırılır. O da bu görevi seve seve icra eder.
HER HALİYLE ÖRNEK
İdris Efendi kılığıyla, kıyafetiyle tam bir Osmanlı beyefendisidir. Tabir caizse, eski İstanbul efendisine nazir Üsküp beyefendisidir. Sarığını özene bezene sarar. Üstüne başına takıntı derecede özen ve ihtimam gösterir. O bunu, kendisi için yapmaz, ilmiye sınıfını temsilen yapar. Bundan dolayı, ona sadece Müslümanlar değil, Makedonlar da gıpta gözüyle bakarlar. O sarığını başından çıkarmadan sarığıyla irtihali dar-ı beka eylemiştir.
1984-85 yıllarında Hacı Yunus Camii’nde bayanlara vaazlar verir. Dönemin yönetimi bundan hiç hoşlanmaz. Bu komünist ideolojiyi kadınlar üzerinden sıfırlamaktır. Hoca, kadınların okumasına karşı olduğundan değil, resmî ideolojiye olan muhalefeti yüzünden kızlarını mektebe göndermez. Bunun üzerine, istintaka ve sorguya İçişleri Bakanlığına bağlı Sekreteriyat’a çağrılır. Emniyete sarık ve cüppesiyle gider ve kendisine bu şekilde içeriye giremeyeceği söylenir. Bunun üzerine o da ısrarcı olur ve şöyle der: “Sarığımı çıkarmam, burada Tito’nun resmi var, saygısızlık olur...” Bir benzeri olay Preşova ziyaretleri öncesinde yaşanır. Logos-A’nın sahibi ve aynı zamanda talebesi olan Adnan İsmaili anlatıyor: “1997 yılında Hocam’la Preşova’ya giderken, gümrükte Sırp polisler gûya güvenlik bahanesiyle sarığın içine bakmak istediler. Buna mukabil Hafız İdris Efendi’nin onlara cevabı şu oldu: Baş çıkar, sarık çıkmaz...” Kendisi, medenî mânâda Osmanlı beyefendisi idi. İlmî mânâda da Osmanlı âlimi idi.
Peki Osmanlı âlimi ne demektir? Bunun cevabını da sizlere Şam’da Fethü’l İslâm Medresesi Müdürü Hüsameddin Ferfur’un ağzından nakledeyim. 1978 yılında Şam’da iken, elimde Nasirüddin Elbani’nin ‘Sallu kema reeytumuni usalli’ kitabını gördü ve beni o meşrebe meyilli birisi olarak değerlendirdi. Esasen ben Nasirüddin Elbani’nin meşrebine muzaharet için değil, fikirlerine muttali olmak için bu kitabı almıştım. Neyse, bu vesile ile bana Osmanlı âlimlerini anlattı. Osmanlı âlimleri ilmiyle amil olduğu gibi, İslâma sonsuz saygısı ve sevgisi olan edep ve haya timsali kimseler idi. İslâma sonsuz bağlıydılar. Bunların son temsilcilerinden birisi, Şeyhülislâm Mustafa Sabri ve Zahid Kevserî gibi merhumlardı. Şeyhü’l İslâm Mustafa Sabri, Mısır’da nur gibi parlamıştı. Adeta yürüyen bir nur imiş. Bana aslında Osmanlı ulemasını anlatarak Elbani ile arasındaki farkı ima etmek istemiştir.
Hafız İdris Hocaefendi’nin, Türkçe ve Arnavutça’nın yanında mükemmel derecede Arapça bildiği söylenir. Bunun yanında, tedris edecek kadar Farsça’ya da vakıftır. Ayaklı medresedir. Ve hayatında 2500 kişiye Kur’ân öğrettiği gibi, 25 hafız ve Alaca Camii’nde üç devrede 40 kadar da âlim şahsiyet yetiştirmiştir. Hat san’atına da vakıftır. Bunlar arasında Prof. İsmail Bardi ve eski Üsküp Müftüsü Hafız Zenun Berişa, Hafız Abdulbaki Baki, Adnan İsmaili, Ataullah Aliu gibi zevat vardır. Meddah Medresesi ulemasının da son halkalarından birisiydi. Muhammed Aruçi Reisü’l ulema olması için çabalamışsa da hem makamperestlerin itirazı, hem de kendisinin imtinasıyla bu gerçekleşmemiştir. Ümmet bağlısı birisi olduğundan dolayı, her yöreden dostları olmuştur. Ve bu dostlukların bir nişanesi olarak adı Zimbabwe’de bir camiye verilmiştir. 47 yıl Üsküp’te iman ve Kur’ân’ın bekçiliğini yapmıştır. Bu son Osmanlı, 17 Kasım 2005 tarihinde dâr-ı bekaya irtihal etmiştir. Makamı cennet olsun.
Bitirirken; gitmesek de görmesek de, o topraklar bizim topraklarımızdır. Ama hem gidelim, hem görelim; sevelim, sevilelim...
—SON—
|