Mete Göktük yargıda otuz yıl görev yapmış eski cumhuriyet savcısı. Bu süre içinde yargıya getirdiği eleştiri yüzünden üç defa dâvâ açılmış. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmalarda ceza alsaydı, 24 yıl hapis yatacak bir yargı mensubu. Mete geçtiğimiz günlerde, “Adaleti Gördünüz mü?” adında bir kitap çıkardı. Kitabında sağdan, soldan kısacası her kesimden yargı kurbanı olmuş insanların adlî hikâyelerini kendi bakış açısıyla aktardı.
“Adaleti gördünüz mü?” adında bir kitap çıkardınız. AB müzakerelerine başlamış bir 2006 Türkiye’sinde kitabınızı niçin böyle isimlendirdiniz?
Toplumsal hayatta adalet güçlülerin güçsüzleri ezilmesine engel olarak karşımıza çıkıyor. Onun için adalete en çok güçsüzler zayıflar sahip çıkıyor, adalete sığınıyorlar. Ne var ki bu kadar gelişmiş toplumlarda bile insanlar adaleti kolay kolay bulamıyorlar. Özellikle uluslar arası ilişkilerde güçlüler haklı durumda. Toplumdaki sosyal dengesizliklerde de adaletsizliği görüyoruz. Kimi çok yoksul yaşarken, kimisi de çok lüks yaşıyor. Sonra insanların anlaşmazlıklarını çözen adaleti yerine getirmeye yükümlü yargı kararlarına karşı da insanlar hoşnut değil. Yargı kararlarında da adaleti bulamıyoruz ve herkes memlekette adalet yok diye bağırıyor.
Yargı kararlarındaki adaletsizliğin sebebi nedir?
Toplumun genelinden yargıyı soyutlamak mümkün değil. Toplumda ne gibi hastalıklar varsa bu yargıya da yansıyacaktır. Toplumdaki kirlenmeden tutun da haksızlıklara, adam kayırmalara kadar bir çok olgu yargı organına da yansır. Ben otuz yıl yargının içinde bulunduğum için yargının eksiklik ve üstünlüklerini bilecek durumdayım. Bu yüzden bu süre içindeki gözlemlerimi bir kitapta toplamanın ve insanlarla paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm. Benimkisi tek bir pencereden bakıştır.
Yargıyı adaletin temsilcisi olarak görüyoruz. Yargı mensupları “Millet nasıl olsa adaleti savunmuyor, biz de böyle davranalım” mı demeli? Yoksa savcı ve hakimler erdemli kişiler olarak yol mu göstermeli?
Yargıyı toplumun diğer kesimlerinden soyutlamamak gerekir derken devletten de soyutlamamak gerekir. Yargı devletin bir organıdır. Devlet içindeki yanlışlıklar ve hastalıklar oraya da yansıyacaktır. Yargının siyasî iktidardan tümüyle bağımsız olması diye birşey söz konusu olamaz, olamıyor. Siyasî iktidarlar yargının kontrol ve güdümlerinde olmasını istiyorlar. Bunu cumhuriyet tarihimizde pek çok örnekleriyle yaşadık. Hiç de bağımsız ve yansız olmayan yargılamalara tanık olduk. Yargı siyasetten ve siyasal iktidardan tamamen soyutlanamaz. Buna gerek de yoktur. Çünkü yargının gideceği yolu belirleyen siyasettir. Anayasayı belirleyen siyasettir. Yasaları çıkaran parlamentodur.
Buradaki dikkat edilmesi gereken konu nedir?
Yargının günlük siyasete karşı bağımsız olması gerekir. Yoksa ben yasalardan bağımsızım bu yasaları beğenmiyorum deme gibi bir seçeneği yok. Ama yasa dışı emir, telkin ve talimatlara karşı yargının güçlü olması ve tarafsızlığını koruyabilmesi gerekir. İşte bu sarsıldığı sürece yargının bağımsız olmadığından söz edebiliriz.
Avrupa’yla mukayese edildiğinde Türk yargısının günlük siyasetin içinde daha çok yer aldığını görüyoruz. Bunu etkileyen yapı nedir?
Demokrasi geleneği... Biz batıdaki gibi demokratik mücadelelerle demokrasiye kavuşmuş bir ülke değiliz. Biz feodal kalıntıları temizlenmemiş bir toplum üzerine demokrasiyi kurmaya çalışmışız. Demokratik atılımlar hep üstten gelmiş, tabanın mücadelesiyle gelmemiş. Batıda demokrasi burjuvazi sınıfının ortaya çıkmasıyla hareket kazanmıştır. Avrupa’da sanayi devrimi yapıldıktan sonra soylular değil burjuvaların egemenliği başlamıştır ve başlamak zorundaydı. Hiçbir ayrıcalık olmadan özgürce davranmak, özgürce üretmek, hakkını aramaktır burjuva devriminin özelliğidir. Çünkü burjuvazi üreten bir kavramdır.
Devletten bağımsız karşılıklı bir ilişki içerisinde yönetim...
Serbestlik esası bağımsızlık esası var. Artık soyluların ayrıcalıkları kalmasın, artık toplumda egemen olan devleti temsil eden soylular üzerimizden baskıyı kaldırsın, biz üretim ilişkilerimizi özgürce yerine getirelim anlayışından doğmuştur demokrasi.
Son günlerde de demokrasi ve cumhuriyet ayrımı yapılır oldu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Demokrasiyle taçlandırılmamış bir cumhuriyetin hiçbir anlamı yoktur. Taliban yönetimindeki Afganistan’da cumhuriyetti, Irak da cumhuriyetti. İran’da cumhuriyet ama bunlar demokratik cumhuriyet değil. Halk iradesinden kopuk cumhuriyet ne anlam taşır...
Şu an Türkiye demokratikleşmenin sancısını mı yaşıyor?
Evet. Demokrasi yolunda çok mesafeler alındı, çok yollar kat edildi. Çok şeyler öğrenildi ve öğreniliyor. Bir de demokrasinin gelişmesi ekonomik altyapıyla alâkalı. Demokrasinin gelişmesi için ekonomik refaha da ihtiyaç vardır.
Avrupa’daki demokrasinin burjuvaların soylulara karşı başlattıkları hareketle hızlandığını söylediniz. Sizce Türkiye’deki soylular kim?
Avrupa’daki sosyal hareketlerle Türkiye’yi karşılaştırmak mümkün değil. Çünkü Türkiye sanayi devrimin dışında kalmış bir toplum. Batıdaki akımlar buraya gelmemiş. Cumhuriyetten sonra “gelişmiş ülkelerde şu sistem var biz de bunu getirelim” anlayışına geçilmiş.
Okullarda baskın olarak bize öğretilen Osmanlı döneminde hiçbir batılılaşma yok, cumhuriyetle Türkiye batılılaşıyor...
Hayır Tanzimat’tan bu yana hatta daha öncesinden Batılılaşma var. Özellikle İstanbul’da yapay bir burjuvazi oluşturulmaya çalışılıyor. Kılıkları kıyafetleri farklı hanımlar, Batı müziği dinleyen piyano çalan, Batıdaki gelişmeleri takip etmeye çalışan bir zümre var. Ama temelinde halk mücadelesi yok. Hep yukarıdan getiriliyor.
Deminki soruma cevap gelmedi. Tamam Türkiye’de Batı tarzı bir sosyal sınıf yok. Peki Türkiye’deki demokrasinin önünü tıkayan soylular kimler? Devletten baskı kuran güçler kimlerdir?
Bu konuya fazla girmek istemiyorum. Çekindiğim için değil, yanlışlar yapabilirim diye endişe ediyorum. Türkiye’de egemen olan güçleri aşağı yukarı biliyoruz. Bir kere askerî bürokrasi dediğimiz bir kadro var. “Cumhuriyeti kuran bizleriz buna sahip çıkmakta bize düşen bir görev” gibi yanlış saplantı içerisinde pek çok kez demokrasiye müdahale etmişler, bu bir gerçek... Başta bu faktörü göz ardı etmeyelim ve yok saymayalım. Bunun dışında bürokrasinin belli bir kesimi demokrasiyi özümseyememiş. Bunlar parlamentonun içinde de var.
TBMM demokrasiyi temsil ediyor ama?
Parlamentonun olması tek başına o ülkede demokrasi olduğunu göstermez.. Daha baskıcı, çok sesliliğe karşı, kuvvetler ayrılığını içine sindirememiş, kafa olarak demokrasiyi benimseyememiş milletvekilleri var. Türkiye’de demokrasi konusuna devam edecek olursak garip bir milliyetçilik saplantısı var. Bu giderek zaman zaman demokrasinin önüne engel olarak çıkıyor. Demokratik bir ülkede askerî darbeden söz edilemez. Gene demokratik bir ülkede asla siviller askere değil, askerler sivillere bağlıdır. Siviller, askerlere emir verir. Bunların değişmesi gerekir. Bunlar değişmediği sürece yol kat etmek mümkün değil. Demokrasinin önünde başka engeller de var. Kökten dincilik de demokrasinin önünde bir engeldir. Kökten dincilikte tek seslilik vardır, çok seslilik yoktur. Ama bugün demokrasinin önündeki temel sorunun o olduğunu sanmıyorum.
Kitabınızda ilginç bir örnek var. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yardımcısı ve o dönemde siyasal cinayetlerin sorumlusu olarak Genelkurmaya bağlı kontrgerilla raporunu hazırlayan Doğan Öz’ün 24 Mart 1980’de silâhlı saldırı sonucu öldürülmesinden bahsediyorsunuz. Cinayetin sorumlusu olarak MHP üyesi İbrahim Çiftçi’nin Ankara Sıkıyönetim Askerî Mahkemesinde 4 kez idam cezasına çarptırıldığını, ama Askerî Yargıtay’ca karar her defasında bozularak geri çevrildiğini söylüyorsunuz. Bunun sonucu da Çiftçi’nin beraat ettiğini belirtiyorsunuz. Bu nasıl bir anlayıştır?
Kamuoyu vicdanını rahatsız eden bu yargılamanın güdümlü bir yargılama olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Çünkü bildiğim kadarıyla bu olayın failinin Çiftçi olduğu görgü tanıklarıyla doğrulanmıştır. Bu yargının siyasallaşmasının bir göstergesi...
Bu devlet içinde bir yapılanmaya mı işaret ediyor?
Evet...evet... evet... (Düşünüyor) Bu inkâr edilse de böyle birşeyin varlığı ortaya çıkıyor.
Peki bugün de bu ilişkilerde devam ediyor mu sizce?
Bilemiyorum. Yani bu ilişkilerin devam edip etmediğini olaylar gösterir.
Sarıkaya olayını buna örnek gösterebilir miyiz?
Evet tabiî ki görülebilir. Çünkü başka bir örneği yok. Bir insanın görevine bu kadar hoyratça son verilmesine ben daha rastlamadım. Ben de aykırı bir kamu görevlisiydim, ben de yargılandım, ama çok farklı bir durumdu. Sarıkaya bir takım yerleri kaşıdığı için bunlar yaşandı. Buna sahip çıkması gereken kurumlar kendilerini demokrat saydıkları halde sahip çıkmadılar. Koskoca kitle partileri bu işi onayladılar. Bugün aynı şeyin kendilerine döneceğini hesaplamadılar.
Türkiye’de siyaset yapma sorunu var değil mi? Partiler kendilerini demokrat olarak gösterseler de işler bir yere dayandığında geri adım atmak veya susmak zorunda mı kalıyorlar?
Biz temelden yoksunuz. Halkımız neyse politikacımız da o. Biz evimizde demokrat mı davranıyoruz? Çocuğumuza karşı, eşimize karşı, arkadaşlarımıza karşı, sokaktaki insanlara karşı hoşgörülü mü davranıyoruz? Hakkımız neyse, riayet mi ediyoruz? Yoksa kuyrukta ileri geçmek için fırsat mı kolluyoruz? Bu durumun politikaya yansıması da bu şekilde oluyor. Biz neysek temsilcilerimiz de o...
Sizce bu kısır bir döngü değil mi? Halk neyse politikacı öyle, politikacı neyse halk öyle... Bundan kurtulamayacak mıyız?
Zaman... Zaman içinde toplumun gelişmesini de gözardı etmemek lâzım. Bugün geçmişe göre düşünce özgürlüğü açısından daha rahat bir dönemdeyiz. Öyle yasaklar vardı ki şu anda yok. Sansürden tutun da TCK 141-142-143-163-312 maddeleri gibi düşünceyi suç sayan maddeler vardı. bunların hepsi aşıldı.
Aşıldı mı, aşılıyor mu?
Aşılıyor... Zaten herşeyin bitmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Herşeyin bitmesi demek kıyametin kopması demek olur. İnsan sürekli gelişim ve değişim içersindedir.
—Devam edecek—
|