GİRİŞ
Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde, British Council ve BBC World Trust işbirliği ile üç yıllık bir proje kapsamında yapılan “Medya ve Toplumsal Katılım” araştırmasının sonuçları herkesin bildiği gerçekleri bir kez daha gözler önüne serdi. Ocak-Ekim 2005 tarihlerinde Hürriyet, Sabah, Akşam ve Vatan gazetelerinde yayınlanan toplam 16 bin 60 haberin analiz sonuçlarına göre haberlerde kadınların kimlikleriyle değil bedenleriyle öne çıktığı, çocukların ise çoğunlukla suç ile anıldığı ortaya çıktı.
Araştırmayı yapan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mine Gencel Bek ile araştırma sonuçlarını ve medyanın içinde bulunduğu durumu konuştuk.
“Medya ve Toplumsal Katılım” araştırmasıyla neyi amaçladınız?
Projede daha çok popüler ve çok satanlar olarak kendimizi sınırladık. Yayın kuruluşlarını dolaştık ve bir danışma kurulu oluşturuldu. Toplumsal açıdan daha mağdur durumda olan ya da yeterince sesini ifade edemeyen grupların medyada daha çok temsili için bir araştırma yapalım dedik. Araştırma basın toplantısı aracılığıyla kamuoyuna ulaşsın ve işaret ettiğimiz problem çerçevesinde medya kendine yeniden baksın, yeniden ilkelerini belirlesin, bir çeşit ek ilkeler oluştursun istedik.
Meslek ilkeleri zaten var ama...
Meslek, basın ilkeleri var ama bu ilkeler hep böyle tepeden indi. Basın Konseyi’nin, gazeteciler cemiyetlerinin çalışmaları var. Ama yine de bir şekilde ihlâller yaşanıyor. Medya istediğimiz nitelikte değil. Bunun istediğimiz nitelikte olmamasının nedeni bana göre medyanın ekonomik politik dinamikleridir. Reyting, kâr kaygısı, ticarileşme bütün bunların uzantılarıdır. Yoksa tek tek gazetecilerin çok kötü olduğundan değildir. Bu yapısal bir sorundur. Ama biz, “bu yapısal sorundur” diye oturup beklemektense “toplumsal dönüşüm için yine de yapabileceklerimizi yapmalıyız” dedik. Hangi konularda katkılarda bulunabiliriz diye düşündük. Dolayısıyla gazeteciler kendi içlerinde çok da üstten olmadan, tepeden inmeden kendi çalışma pratiklerine baksınlar diye düşündük.
Daha önce Türkiye’de buna benzer bir araştırma yapılmış mı?
Ele aldığımız konularla ilgili yapılmamış. Çalışmada bu konulara bakarak bir içerik analizi yaptık. Belli başlı haber örneklerini seçtik. Belli sorun odakları tesbit ettik. Dolayısıyla bu araştırma sonucunda umuyoruz ki editörlere yönelik bir eğitim dizisi başlayacak.
Eğitimler de yine proje kapsamında mı düzenlenecek?
Evet. BBC’den gelen eğitmenlerle atölye çalışması gerçekleştirilecek. Sorun odakları neler, nasıl aşılabilir diye çalışma yapılacak. British Council’ın hedefi bunun nihaî olarak bütün gazetecilere yayılarak bir eleştirel tartışma sürecinin başlamasıdır.
Araştırma sonuçları sizi şaşırttı mı? Yoksa beklediğiniz bir sonuç muydu?
Şaşırtmadı. Kadın bedeninin hep teşhir edildiğini, malzeme olduğunu, birinci sayfalara kadar girdiğini, ünlü dedikodularının neredeyse siyasilerden önemli hale geldiğini biliyorduk. Bilimsel bir araştırmayla teyit edildiğini gördük. Ama biz bunları artık kanıksar hale geldik. Sorun burada. Bunları tartışmamız lâzım. Belki bizim araştırmamız bunları bir kez daha tartışmaya sevk edebilir.
Kadın bedeninin öne çıkarılmasında ne gibi bir amaç olabilir? Tiraj mı bekleniyor?
Öyle herhalde. Bunun hep çok sattığını düşünüyorlar. Üçüncü sayfa güzeli, arka sayfa güzeli v.s. Hep cinsiyetçi bakış açısı, hep kadın bedeninin teşhiri var. Çalışmamızda yüzde 90’ın üzerinde hep kadın üzerinden yürüyen bir yayın var. Kadının malzemeleştirilmesi var.
Gerçekten bu tür yayınlar tiraj arttırır mı?
Fotoğrafları kesersek tirajın düşüp düşmeyeceğini bilmemiz zor. Ama bu piyasacı söylemin çok belirgin karakteristiğidir. “Halk bunu istiyor. Halk televole görmek istiyor” denir ama yirmi yıl önce televole yoktu. Bunlar aslında pazar dinamiklerinin bize getirdiği, tanıştırdığı faktörlerdir. Ama “halk bunu istiyor” şiarına yaslanırlar. Bu doğru değildir. Halk bunu istiyor değildir. Halkın istekleri biçimlendirilir, maniple edilir. Ya da bir gün olur bakarsınız ki gerçekten başka bir seçenek yoktur. Cumartesi günü hangi kanalı açarsanız televole tarzı programı görürsünüz. Siz de artık merak eder hale gelirsiniz. “Acaba Hülya Avşar bugün ne söyledi?” diye. Çünkü her gün görünce o da bir habermiş gibi geliyor bize. Kanıksama böyle başlıyor.
Son dönemlerde reyting ölçümlerinin de sağlıklı yapılmadığı ortaya çıktı. Reytinglerin yüksekliği gerekçe gösterilerek televole tarzı programların yayınlanması ne kadar doğru?
O konuyla ilgili şaibeler var ama ben çok ayrıntısını bilmiyorum. Sınırlı bir örneklem üzerinden yapılıyor.
Ölçümler yönlendirme amaçlı mı kullanılıyor?
Halk bunu istiyor deniyor. Çoğunluğun isteğine göre yayın yapmak da pek yararlı bir şey değil. O zaman azınlıkta kalanların seslerine kim sahip çıkacak. O zaman kamu hizmeti kavramı bertaraf edilmiş oluyor.
Çocuklara yönelik ortaya çıkan sonuçlar neyi gösteriyor?
Çocukta da kadında da kişisel dramların çok öne çıktığını gördük. Akıllara, yüreklere seslenme, duyarlılığı arttırma anlamında bir potansiyel olabilir ama bunun mutlaka toplumsal olanla birleştirilmesi lâzım. Kişisel olanın toplumsal ilişkisini kurmadığımız sürece sorunlarımızı da çözemeyiz. Medya da buna ön ayak edemez. Bu nasıl olur? Sadece tek tek bireylerin dramlarının yanı sıra bu konuda çalışan derneklerin, örgütlerin sesine ve bu konudaki araştırmalara yer verilmeli. Bir olay olunca onun takipçisi olunmalı. Politikacıları, siyasetçileri zorlamalı. Değişiklikler konusunda sorgulamalı. Bir çeşit kamunun hafızası gibi bir işlev görülmeli. Yoksa tek tek dramlar bizi bir yere götürmüyor. Ağlıyor, üzülüyoruz ama sorunlar çözülmüyor.
Medyadaki haberlerin çoğu İstanbul ve Ankara’dan. Bu ne kadar toplumu yansıtır?
İstanbul sermaye ile ticaretin hakim olduğu, ünlülerin ve şöhretlerin olduğu bir şehir. Ankara bürokrasinin, politikanın şehri. Bu başka araştırmalarımızda da karşımıza çıkan bir sonuç. Türkiye coğrafik olarak temsil edilmiyor. Türkiye’de yerel basının da gücü çok sınırlı. Bu da çok ciddî kaygı verici bir durum. Elbetteki Ankara ve İstanbul öne çıkacak ama diğer şehirlerin bu kadar az temsil edilmesi düşündürücü.
Genel itibariyle medyada ne gibi olumsuzluklar görüyorsunuz?
Gittikçe içeriğin yüzeyselleştiğini görüyoruz. Politik bilgilerin daha azaldığını, bunun yerine magazinin ve eğlencenin çok öne çıktığını görüyoruz. Bunu televizyon ve haber için de söyleyebiliriz. Araştırıcı habercilik daha geriye itiliyor.
Bu durum bir iletişim hocası olarak sizi rahatsız ediyor mu?
Elbette. Okur da rahatsız oluyor ben de.
Öğrencileriniz nasıl düşünüyor?
Bu da kanayan bir yara. Öğrenciler sanıyorlar ki teknik şeyleri öğrenmek; fotoğraf çekmesini, kamera kullanmasını öğrenmek için buradalar. Kuramsal dersler, tarih, sosyoloji, siyaset bilimi fazlalık gibi geliyor onlara. Biz onlara şunu diyoruz; “Önemli olan senin bu aletlerle ne yaptığın.” Bu aletlerle nasıl kötü şeyler çıktığını medyada görüyoruz. Dolayısıyla bu aleti kullanma bilgisi, teknik bilgi öğrenilir ama topluma, dünyaya dair genel formasyonun, tarihin, nereden geldik nereye gidiyoruz bilgisinin olması gerekir diyoruz. Derslerimizi böyle kurarak katkıda bulunmaya çalışıyoruz.
Öğrenciler bu söylediklerinizi kabul ediyor mu?
Direnç noktalarıyla karşılaşıyoruz. Meselâ, “Hocam bunlar ideal olan. Haklısınız ama medyada çalışınca bu eğitimin hiçbir kıymeti kalmayacak, o sistemin bir parçası olacağız” diyorlar. Ben bu kadar tezatlık ilişkisi içine girmemeleri gerektiğini düşünüyorum. Medya o kadar homojen değil. Farklı medya grupları, farklı sesler var. Biz onları araştırmadık ama kaliteli, araştırmacı gazeteciliği bilen, genel formasyona sahip öğrencileri, yetişmiş elemanları arayacak bir medya olduğuna, bunun daha da artacağına inanıyorum bir yandan. Çünkü bir yere gelecek artık tekrarlamaktan sıkılacağız. Miadı dolacak.
Benzer araştırmalar Avrupa da yapılmış mı? Karşılaştırma imkânınız oldu mu?
Tabi ki yapılıyor. Medyanın içerik analizleriyle ilgili çok araştırmalar var. Kapitalist sistemin medyasında kâr odaklı, kârı maksimize etme anlayışı hakim maalesef. Onun için benzer sorunlar her yerde var. Meselâ İngiltere’yle farklı olarak şunu söyleyebiliriz. Orada çok ciddî Guardian gibi bir gazete de bulabiliyorsunuz. Sun gibi gazeteler de var. Türkiye’de maalesef iç içe geçmiş. Kitleselleşmiş düşünce basını da göremiyorsunuz. Düşünce basınının içinde de yer yer magazin unsurları oluyor. En büyük gazetelerde zaten magazin var.
Basının kendisine eleştirel bakarak katkıda bulunmasını istiyorsunuz. Bu nasıl olacak?
Bakması benim temennim tabi. Biz kimsenin bilmediği bir şey ortaya çıkarmış değiliz. Farklı araştırmalar, okur mektupları, ombudsmanların daha etkili işlemesi olabilir. Pek çok farklı dinamik bunu sorgulayabilir. Sadece gazetecilerin bireysel olarak sorgulamaları da bir şeyi değiştirmiyor. Üst yönetim anlayışlarında da, editoryal düzeyde de değişiklikler lâzım. Sahiplik ilişkileri ile editoryol ilişkilerin arasındaki özerklik sınırlarının biraz daha artmasına ihtiyacımız var. Yani “ben patronumun sesiyim onun dediğini yaparım” diyen bir editör yerine “benim editoryal özerkliğim vardır o başkadır bu başkadır” diyen biraz bu özerkliği sorgulayan, arttıran editörlere ihtiyacımız var.
Medyanın ekonomik ticarî alanlara el atması ne kadar doğru? Ticarî düşünen bir medya toplumsal kaygılara ne kadar yer verir?
Yaşadığımız dünyanın maalesef bir gerçeği de bu. Tekelleşme diyor bazıları. 1980 sonrası bizde de çok görüldü. Gazete sahipleri eskiden doğuştan, çekirdekten yetişmişti. Şimdi holdingler medyayı bir iş olarak görüp giriyorlar. Kendi iş alanlarını geliştirmek için medyayı bir araç olarak kullanıyorlar. Bu yaşadığımız bir gerçeklik. Büyük bir yatırım alanı olduğu için her isteyen giremiyor medya alanına. Dolayısıyla da gittikçe de yoğunlaşan bir medya ortamı yaşanıyor. Dikkat ederseniz eskiden bir gazetesi olan gazete sahibinin yerine şimdi büyük medya komplekslerinden söz ediyoruz. Gazete, radyo, televizyon, internet ve başka sektörlerdeki yatırım alanlarında karşımızda böyle bir dev medya şirketleri var. Bunların bu kadar hâkim olması benzer düşüncelerin dolaşımda olması gibi bir sonuç getiriyor maalesef.
|