Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Bunları yapan, her türlü noksandan uzak olan o Allah'tır ki, toprağın yeşerttiklerini de, kendilerini de, kendilerinin bilmediği daha nice şeyleri de çiftler halinde yaratmıştır.

Yâsin Sûresi: 36

09.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Namazı kendisini hayâsızlık ve kötülüklerden alıkoymayan kimse bu namazla Allah'tan sadece uzaklığını arttırmış olur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3750

09.10.2006


İsraf, şükre zıttır

BİRİNCİ NÜKTE

Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

İKİNCİ NÜKTE

Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misâlinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. “Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeye mecbur edecek.

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

Lem’alar, 19. Lem’a, s. 201

Lügatçe:

istihfaf: Hafife alma.

ihtiram: Hürmet gösterme.

kuvve-i zâika: Tat alma duyusu.

müsavi: Eşit.

tevfik-i hareket: Hareketin uygun olması.

tenevvü-ü et’ime: Yiyecek çeşitleri.

iştihâ-yı kâzibe: Yalancı iştah.

Bediüzzaman Said NURSİ

09.10.2006


Helâl dairesi geniştir (2)

Sosyal ahlâk

İslâm düşüncesinde şahsî menfaat kadar toplum menfaatinin korunması da esas alınmıştır. Ancak kişinin ve toplumun menfaati, birbirine zarar vermeyecek ve birbirini inkâr etmeyecek şekilde dengelemiştir.8 Bu durum “sosyal” veya “içtimaî” ahlâk dinamiklerinin toplumda var olduğunu göstermektedir. Çünkü toplumda yaşayan bireyler ya güzel ahlâklı olurlar ya da kötü ahlâklı olurlar. Güzel ahlâklı insanların toplum ve sosyal hayat için faydalı oldukları hususunda şüphe yoktur. Buna karşılık kötü ahlâk sahiplerinin topluma zarar vermeyeceğini tahmin etmek safdillik olur. Dolayısıyla toplumu, aileyi, kurumları, çalışma hayatını, çevre ve tabiatı; hatta bilim ve siyaset dünyasını kötü ahlâkın etkilerinden korumak için “sosyal ahlâk” kurallarına ihtiyaç vardır. Sosyal ahlâk, bir bakıma bireylerde hakim olan kişisel ve derunî olan ahlâkın, eyleme dönüşerek toplumu etkilemesidir. Kuşkusuz bu konu sosyologların ilgilendiği bir sosyal davranış bilimi olarak da incelenmektedir.

Burada bizi ilgilendiren yönüyle sosyal ahlâk, bencillikten uzak durmak, kardeşlik esaslarına riayet etmek, yardımsever ve diğergam olmak gibi toplumu doğrudan etkileyen davranışları ifade etmektedir. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır”9 hadisinden de anlaşılacağı gibi İslâm dini özellikle toplum için faydalı olacak insanları yetiştirmeyi amaçlamıştır. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde meşrû dairede yaşamanın gerekliliği üzerinde durmuştur. “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir; harama girmeye lüzum yoktur”10 şeklindeki sözlerinden maksat, insanın başkalarına karşı mütecaviz davranmaması, nefsini tatmin uğruna başkalarına zarar vermek sûretiyle toplumsal ahlâk kurallarını ihlal etmemesidir.

Bediüzzaman’ın tesbitlerine göre, toplum ahlâkı fertlerden, fertler de toplum ahlâkından etkilenir. Çünkü çevrenin insan ahlâkı üzerindeki etkisi inkâr edilemez. Bediüzzaman, sıcak memleketlerdeki açık saçıklığın, şehevî yönden su-i istimale, israfa, kötü ahlâkın yaygınlaşmasına ve neslin zafiyetine, hatta iktidarsızlığa sebep olduğunu, bunun da toplumun ahlâkî yönden yozlaşmasına yol açtığını ifade eder.11 Ona göre sosyal ahlâkı olumsuz yönde etkileyen en büyük etkenlerden birisi de doğruluk ve yalanın sosyal hayatta aynı dükkânda satılması, dolayısıyla yalanın müthiş çirkinliğiyle doğruluğun parlak güzelliğinin görünmemesidir.12 Yalanın revaç bulduğu, yalancı insanların itibar gördüğü, buna karşılık doğrunun ve doğru insanların alaya alındığı toplumlar ahlâkî yönden fesada uğramış sayılırlar. Bediüzzaman konuyla ilgili olarak, üstün ahlâka sahip Asr-ı Saadet’teki Sahabe toplumunu örnek göstererek özetle şöyle der: Asr-ı Saadette, toplumsal hayat çarşısında, yalan, kötülük ve küfür gibi maddeler, ebedî mutsuzluğu ve Müseylime-i Kezzab gibi maskaraları doğurduğundan, yüksek seciyelere ve üstün ahlâka talip olan Sahabelerin öldürücü zehirden kaçar gibi o maddelerden kaçacakları ve nefret edecekleri açıktır. Diğer taraftan yüksek karakterli Sahabenin; Hz. Peygamber gibi bir meyveyi ve ebedî saadeti netice veren hak, doğruluk ve iman gibi değerleri birer elmas kıymetinde görerek var güçleriyle sahip çıkmaları ve aşık olmaları kaçınılmazdı.13

—Devam edecek—

Dipnotlar:

8. Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, İst., 1976, s. 99.

9. Buhari, Mağazi, 35.

10. Sözler, s. 33, 133.

11. Lem’alar, s. 200.

12. Sözler, s. 452.

13. A.g.e., a.y.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

09.10.2006


Ğaffâr

Allah (c.c.), Gaffâr’dır, Ğâfir’dir, Ğafûr’dur. Yani Cenâb-ı Hak hataları örten, günahları bağışlayan, kulunun tövbesine mağfiretle mukabele etmeyi seven ve kulunun gizli hallerini açığa vurmayan, ayıplarını gizleyen, hatalarını affedendir. Gaffâr-ı Rahîm olan Allah kulunun günahlardan arınmasını ister ve kendisine bir adım bile olsa yönelişinden râzı olur, mağfiret ve rahmet yollarını açar.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde, “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizlerin yerine günah işleyip de hemen Allah Teâlâdan mağfiret isteyen ve Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı bir kavim yaratırdı” (Müslim, Tevbe: 11) buyurmak sûretiyle Cenâb-ı Allah’ın, kulun istiğfâr etmesine verdiği ehemmiyeti bildirir. Kul, bilerek veya bilmeyerek hata eder, yanılır, sürçer, ayağı kayar, günah işler. Günahlarından pişman olduğu anda, Cenâb-ı Hakkı Ğâfir, Ğafûr ve Gaffâr, yani hadsiz mağfiret sahibi ve bağışlayıcı bulur. Her üç isim de Kur’ân’da tövbe eden, îmân eden ve amel-i salih içinde bulunan kullar için, günahlara karşı eşsiz bir şemsiye ve bir siper hüviyetinde gelmiştir. Cenâb-ı Hak kullarının da bir birlerini bağışlamalarını ister ve affı tavsiye eder.

Gerek Ğâfir ismi, gerekse bu ismin iki mübalâğalı şekli olan Gaffâr ve Ğafûr isimleri hem Resûlullah Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilmiş, hem de Kur’ân’da yer almıştır. Her üç isim Cevşenü’l-Kebîr’de de zikredilmiştir.

Âyetleri inceleyelim:

“Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır. O, kötülük yapanlara işlerinin karşılığını verir. İyi davrananlara ve küçük kabahatlar bir yana, büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınanlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını verir. Muhakkak Rabbin, mağfireti geniş olandır.” (Necm Sûresi: 31-32)

“Muhakkak Ben, tövbe eden, îmân eden, amel-i sâlih işleyen ve hidâyet üzere olan için Gaffâr’ım.” (Taha Sûresi: 82)

“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Azîzdir, Ğaffâr’dır” (Sâd Sûresi: 23)

İnsanın, ömür ve gençliğinde bir çok yanlış ve bâtıl tercihlere girdiğini; sonunda ise elinde elem verici günahlar, zillet verici elemler ve dalâlet verici vesveselerden başka bir şey kalmadığını hatırlatan Bedîüzzaman, Ğaffâr isminin günahların vücudunu istediğini, fakat bağışlanmak isteyen günahkâr kulun Fâtır-ı Zülcelâlin rahmetine karşı kusurunu itiraf etmesinin önemli bulunduğunu; kusurunu itiraf ederek istiğfâr edenin şeytanın şerrinden kurtulacağını, Allah’a sığınacağını ve affa müstahak olacağını; Ğaffâr, Settâr, Tevvâb ve Vehhâb isimlerinin tövbeyi ve affı istediklerini kaydeder.

Bediüzzaman’a göre, Rahîm ismi Ğaffâr mânâsındadır. Cenâb-ı Hak mağfiret isteyen tövbe ehli kullarına çok müşfik ve çok merhametlidir. Enâniyeti bırakıp, şerden, tahripten ve nefse itimatdan vazgeçerek istiğfar eden, hayır ve vücudu tevfîk-i İlâhiyeden isteyen ve tam abd olan bir kul, “Allah kötülükleri iyiliklere tebdil eder” (Furkan Sûresi: 70) sırrına mazhar olur. Bu durumda insandaki nihâyetsiz şer kabiliyeti, nihâyetsiz hayır kabiliyetine döner ve böylece insan ahsen-i takvîm kıymetini alarak âlâ-yı illiyyîn makâmına çıkar.

Müzminleşmiş hastalığının şiddetinden yaralarına kurt düşmüş olan Hz. Eyyüb’ün (a.s.),”Rabbim, zarar bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiya Sûresi: 83) şeklindeki makbul duâsıyla şifâ bulduğunu beyan eden Bedîüzzaman, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) bedenî yaralarının mukabili olarak bizim de iç dünyamızda rûhî ve kalbî yaralarımızın bulunduğunu kaydeder.

Bediüzzaman’a göre, işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe kalp ve rûhumuzda yaralar açar. Hz. Eyyüb’ün (a.s.) yaraları kısacık dünya hayatını tehdit ederken; bizim mânevî yaralarımız pek uzun ebedî hayatımızı tehdit etmektedir. Hz. Eyyüb’ün (a.s.) yaptığı duâya, ondan bin defa daha muhtâcız.

Her günahı bir mânevî yılan olarak niteleyen Bedîüzzaman, îmânın selâmeti için bu yılanların imhâ edilmesinin şart olduğunu, aksi takdirde îmânın mahalli olan kalbimizi mütemadiyen ısıracağını haber verir. Bu yılanı imhâ etmenin tek yolu da, Allah’ın mağfiretine sığınmak, yani istiğfâr etmektir. Çünkü biz günahkârız; Cenâb-ı Hak ise Ğâfirü’z-Zenbdir, yani günahları bağışlayandır.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

09.10.2006


Münâcâtü'l-Kur’ân

FÂTIR:

1. Ey yaratıkları için neyi dilerse onu arttıran! (1)

2. Ey ne gökte, ne de yerde Kendisini âciz bırakabilecek bir güç olmayan! Ey her şeyi hakkıyla bilen! Ey her şeye hakkıyla kàdir olan! (44)

09.10.2006


Risâle-i Nur’a çalışmak

Risâle-i Nur’a çalışanlar, imân ve İslâmiyet hizmeti uğrunda öyle bir feragat ve fedakârlığa sahip olmuşlar ki, onlarda menfaat-i şahsiye denilen âdi ve bayağı maksatlar yer bulamamış ve tutunamamıştır. Zira Nur talebelerinde en birinci maksat ve en büyük gaye rıza-i İlâhîdir. Allah’a hadsiz şükürler olsun Risâle-i Nur’a çalışmanın, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Azîmüşşana hizmet olduğunu öğrenen uyanık ve kıymettar ve fedakâr arkadaşlarımız milyonları geçmiştir. Aklı yerinde olanlar için pek âşikâr olarak görünen bu hakikati hiçbir ferd inkâr edememektedir. Allah için bir çalışma olan Risâle-i Nur faaliyetlerinde, İlâhî bir aşk ve şevkle, kalbî ve ruhî bir sevgiyle gece uykularını dahi feda edenler olmaktadır.

Bakınız! Risâle-i Nur’a hizmet eden Nur’un öyle hakiki talebeleri var ki, onlardan birisine denilse, “Risâle-i Nur yerine şu kitapları istinsah et de Amerikalı milyarder Ford’un servetini sana verelim.” Risâle-i Nur’un satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan o bahtiyar talebe şöyle cevap verecektir:

“Dünyayı servetiyle ve saltanatıyla verseniz kabul etmem. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bize Risâle-i Nur’un mütalâası ve hizmetiyle tükenmez, bâkî bir hazine verecektir. Acaba sizin o dünyevî servetiniz beni mes’ut edecek midir? Bu şüphelidir, fakat Rabbimizin ihsan edeceği bâkî servet ile hakikî bir saadete kavuşacağımızda şek ve şüphe yoktur.”

09.10.2006


Ayağını meshetti, şifa buldu

İmam-ı Bağavî, tahrici ve tashihiyle haber veriyor ki:

Aliyyi’bni’l-Hakem’in, gazve-i Hendek’te, küffârın darbesiyle ayağı kırıldı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshetti; dakikasında öyle şifa buldu ki, atından inmedi.

Mektubat, s. 141

09.10.2006


Takvim

On altıda nefis perişan,

İşlediği günahlardan pişman.

Gerçekten tevbe edeni

Affeder Rahim-ü Rahman.

Ferhat ÖĞMEN

09.10.2006


Ramazanda çehrelere yansıyan tebessüm

Oruç tutan insan bilir ki:

Sonsuz cemal ve kemal, idrak edicilerin ve şuur sahiplerinin yokluğunda gizlenmişken, varlığı kuşatma istidadındaki sınırsız muhabbetin içinde yer aldığı ilk atom tohumu büyük bir patlama ile çatladı ve o muhabbet bin bir yapraklı bir gül goncası gibi asırlara yayılan serüven içinde açmaya başladı. Âlemleri kuşatan rahmet, bir gülün güzelliğinde, bir böceğin süslerle bezenmiş elbisesinde, varlık âleminde güzellik ve estetik anlamında ne varsa hepsinde ve en önemlisi gül-ü Muhammedî’de (asm) tecessüm etti. Âlemdeki bütün güzellikler, estetik kavramının oluşmasına hizmet eden her türlü incelikler, aynı Şems-i Ezelî’nin rahmet tarzında yansımasından, eşya gerisinde gizli bin bir isimden rahmet ve cemale âyineliğinden kaynaklandı.

O patlama içinde, milyarlarca yıl sonrasının kafa taslarını saran lâtif örtülerde binlerce kasla buluşup yüzlerde rahmetin yansımasına, asırlarca öncesinden varlığın en ulvî gayesi olan rahmete ve sevgiye âyinelik için kasılacak ve gevşeyecek olan kaslarla buluşacak mineraller kalsiyumlar, sodyumlar ve potasyumlar gizliydi. Uzayın sonsuz gibi gözüken boşluğunda savrulup uçuşarak o âna, kasların kafa taslarının ve onları şekillendirecek merkezî mekanizma olan beyinlerin buluşmak için sabırsızlıkla beklediği niyet ile buluşmak üzere milyarlarca yıl öncesinden ve kâinatın çok uzak mesafelerinden koşarak geldiler.

Bütün bu işleyişlerin niyet ile buluşmasının ardından yüzlere yansıyan muhteşem bir manzara, varlığı kuşatan sonsuz rahmetin çehrelerde tebessüm gülleri şeklinde açması ve maddî âlemi kuşatan sevginin cesedin işleyişi ile buluşması anlamında muhteşem bir manzara ortaya çıkacaktır. O manzara hem yansıdığı cesede, hem de sonsuz rahmeti yansıttığı şuurlara tarif edilmez bir huzur kaynağı ve kâinatı kuşatan sevgi ile bütünleşmekten ve varlığın ahengi ile uyum içinde olmaktan dolayı ruhlarda büyük bir sükûn sebebi olacaktır.

Dünyamızı şenlendirmek ve sosyal âhenk ve refah için satın alabileceğimiz en ucuz şeylerden biri yüzlerimizde sonsuz rahmetin tebessüm şeklinde yansıması olmalıdır. Hem tebessüm edenin, hem de o tebessüme gözleri ile şahit olanın ruhlarına ılık bir meltem serinliği, ruhlarda lezzeti tarif edilmez bir huzur ve varlığın genel ritmini yakalamış olmanın verdiği bir dinginlik ortaya çıkacaktır.

Bu, ilk patlamanın en önemli sebeplerinden olması muhtemel mukaddes bir sevgiden güneşe, güllere ve âlemin en güzide gülü Hazret-i Muhammed’in (asm) yüzüne ve ruhuna yansıyan bir güzellik ve sevgi seliyle bütünleşmek anlamına gelecek ve karşı çehreleri de aynı bütünlüğe dâvet edecek tahrik edici bir dâvet olacaktır.

Ruhların yumuşadığı, gönüllerin mukaddes muhabbet ile çağladığı ve dünyadan, hırslardan sıyrılmışlığın çok belirgin şekilde hissedildiği Ramazan günlerinin bir şiârı da ruhlardan yüzlere daha net ve samimane yansıyan tebessüm olmalıdır. İnsanın oruçlu iken tebessümü sanki uhrevî âlemlerden yüzüne yansıyan bir sıcaklıktır.

Hakan YALMAN

09.10.2006


Ramazan orucunun farzları nelerdir?

Ramazan orucunun üç farzı vardır: Vakit, niyet, imsak.

1- Vakit. Vakit, Ramazan ayıdır. Ramazan ayı girdiğinde farz orucun vakti girmiş olur. Artık başka oruç tutulmaz. Bir kişi Ramazan ayında nafile oruca veya kaza orucuna niyetlense, bu oruç gene Ramazan orucudur. Ramazan ayı girmeden de Ramazan orucu farz olmaz.

2- Niyet. Oruç için, gün batımından itibaren imsak vaktine kadar niyetlenmek şarttır. Eğer bu saatler arası niyet gerçekleşmemişse, oruç bozucu bir davranışta bulunmamış olmak şartıyla, oruç günü en geç öğleye kadar o günkü oruç için niyet yapılabilir. Fakat niyet yapılmamışsa, aç susuz kalınmış olsa da, oruç tutulmuş olmaz.

3- İmsak. Yani oruç tutmak. Yani, imsak vaktinden iftar vaktine kadar oruç bozucu davranışlardan uzak durup orucu tamamlamaktır.

Süleyman KÖSMENE

09.10.2006


Hastalık gelince

Bundan on yıl önce hissettiklerim ile şimdiki düşüncelerim arasında epeyce fark var.

Bir yaşlı teyzem vardı. Bize misafirliğe gelir gelmez daha hoş-beş etmeden çantasından bir parça ekmek çıkarır yerdi. “İçim kıyılıyor, elim ayağım titriyor, doktor ‘Sık sık bir şeyler atıştır’ demişti, bundan dolayı böyle yapıyorum” derdi.

Anlamazdım kadıncağızı.

‘Biraz sonra çay servisine başlayacağım, niye böyle yapıyor?’ diye düşünürdüm.

Aradan çook yıllar geçti. Yakın çevremde şeker hastalarının çoğalmasıyla o teyzeciğin niçin öyle yaptığını şimdi anlar oldum.

Annemin babamın şekerle tanışmalarına inanamadım. İştahları yerinde olup da en sevdikleri yemekleri yiyememesi, bir insan için eminim çok zor olmalıdır.

Hastalıklar gelince sağlığın kıymetini biliyor olmak bilmem işe yarar mı?

Açlık çekince tokluk değer kazanıyor ve çok da işe yarıyor.

İnsanların birbirleriyle yarışırcasına yardım kampanyalarına katılmaları bundan olsa gerek.

Artık oruç tutamayan ve bundan dolayı her gün bir fakiri yediren bir tanıdık belki de kendi bir-iki çeşit yemekle doyacak ama doyurduğu muhtaç insana üç-beş çeşitlik yemek yardımı yapıyordu.

Bunu da şöyle izah ediyordu:

‘Ben zaten yiyemiyorum, bari yiyebilenler doyunca yesinler’

Fazla kilolarımız, günlük iştahsızlıklarımız, geçici ağrılarımız yüzünden kendimizi huzursuz etmenin mânâsızlığı ciddî hastalıklarla yüz yüze gelince nasıl da önemini kaybediyor değil mi?

Birkaç günlük gribal bir rahatsızlığın esiri olunca evde ne yemek yapabildim, ne de bir işe yaradım. Bereket delikanlılar ve genç kızımızın olması işin vehametini en aza indirdi de yattığım yerden epeyce düşünme fırsatım oldu.

Sağlık ne büyük bir nimetti.

Sağlığı veren Rabbimiz bunun için şükür secdelerine kapanmamızdan razı olacaktır.

Hastalıkları bize lâyık gören Rabbimiz, şifa istememiz için Şâfî ismine sığınmamızı ister.

Attığımız her adım, çiğnediğimiz her lokma şükür etmemiz için bir sebeptir.

Hülya YAKUT

09.10.2006


YAKARIŞ

Allah’ım!

Bize kalp verdin; sevgini lütfet! Bize gönül verdin; aşkını ihsan et! Bize çeşit çeşit duygular verdin; irfanını ve şahadetini ikram et! Bize akıl verdin; ilmini ve hikmetini nasip et! Kalbimize Senden başkasının Senin için olmayan sevgisini koyma! Gönlümüze Senden başkasının aşkını yerleştirme! Duygularımıza boş düşünceler ve yaramaz hülyalar verme! Aklımıza faydasız bilgiler koyma! Bizi yeryüzü bahçende hakikat arısı kıl! Bize hakkı sevdir! Bize doğruyu sevdir! Bize Senin yolunu sevdir! Bize Senin dinini sevdir! Bize hizmetini sevdir! Bize Senin Yüce Zatını ve esma-i hüsnanı sevdir! Bize tüm sevdiklerimizi Senin için sevmeyi nasip et ve bize rızana ulaşmayı kolaylaştır! Âmin...

Süleyman KÖSMENE

09.10.2006


Takvim

Bugün orucum on altı

Şeytanların hepsi bağlı

Nefsimize vurduk gemi

Orucun Nurlu gecesi

Celal YALÇIN

09.10.2006


Allah’ı zikir ve tesbih

Yüce Allah’ın emirlerine harfiyen uymak, Peygamberimizin (asm) âdeti idi ve sahabelerine de bunu telkin ve tavsiye ederdi. Yüce Allah, Tur Sûresi’nin sonunda Allah’ı tesbih etmeyi emrediyordu. Peygamberimiz (asm) sûreyi okuyup vahiy kâtiplerine yazdırıp tamamladıktan sonra şöyle buyurdu:

“Sübhâneke Allahümme ve bihamdik. Eşhedü en Lâilâhe illâ Ente. Estağfiruke ve etûbü ileyk.” (Allahım! Seni hamdle tesbih ederim. Şahadet ederim ki senden başka ibadete lâyık mabud yoktur. Günahlarımdan ve hatalarından dolayı Sana tövbe eder ve Senden affımı rica ederim.”

Sahabeler sordular: “Ey Allah’ın Resûlü, bu nedir?”

Peygamberimiz (asm) cevap verdi: “Bu Allah’ı tesbih etmektir. Bu Allah’ın emridir ve bir meclisten kalktığımız zaman bunu söylemek o mecliste yapılan boş konuşmalara ve işlenen hatalara kefarettir.”1

Bundan sonra Peygamberimiz (asm) bir meclisten kalkınca bu tesbihi devamlı okurdu ve sahabelerine de tavsiye ederdi.

Daha sonra Peygamberimiz (asm) Cebrail’in (as) telkini ile namaza başlayınca iftitah tekbirinden sonra “Sübhâneke Allahümme ve bihamdik. Ve tebareke’smük. Ve Teâlâ ceddük. Ve Lâ İlâhe Gayrük” demeyi sahabelerine öğretti.2 Yine Tur Sûresinde emrolunduğu vecihle Sabah ve Akşam namazını kılmaya başladı. Allah’ı zikir ve tesbihin en güzel şekli olan namaz daha önce kuşluk ve ikindi vaktinde kılınıyordu. Böylece Sabah ve Akşam vaktinde ikişer rekât kılınmaya başlandı, tâ Miraç’ta beş vakit emr olunana kadar böyle devam etti. Tabiî ki bu emredilen namaz farziyet şeklinde değil nâfile nevinden kılınıyordu. Sonra beş vakit namaz emredilince bu iki rekât namaz Sabah namazının sünneti olarak devam etti ve farz olan iki rekât sabah namazının farzından önce kılınmaya devam etti.

Peygamberimiz (asm) bilhassa sabah namazını sahabelerine tavsiye ederek buyurdular: “Sabahleyin fecir ve seher vaktinde kılınan iki rekât namaz dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır.”3

Ebû Mus’ab bin Sa’d (ra) buyuruyor ki “Bir gün Dâr-ı Erkam’da Resûlullah’ın (asm) yanında bulunuyorduk. Resulullah’ı (asm) dinliyorduk. Buyurdular ki: ‘Herhangi biriniz günde bin sevap kazanabilir mi?’ Orada bulunanlardan birisi ‘Nasıl bin sevap kazanabiliriz ey Allah’ın Resulü?’ diye sordu.

Peygamberimiz (asm) cevap verdiler: “Kim yüz defa ‘Sübhanallah’ diyerek Allah’ı tesbih ederse kendisine bin sevap yazılır ve bin günahı da affedilir”4 buyurdular.

İşte Peygamberimiz (asm) Kur’ân nâzil oldukça ve yüce Allah’ın istediği şekilde ibadet, zikir ve tesbihin nasıl olması gerektiğini sahabelerine hemen öğretiyor ve kendisi de emredildiği andan itibaren Cebâil’in (as) kendisine öğrettiği şekilde tesbih ve ibadete devam ediyordu.

Dipnotlar:

1- İbn-i Kesir, Tefsir, 4:263

2- Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 7:283

3- İbn-i Kesir, Tefsir, 4:264

4- Müslim, Zikir, 37; Tirmizî, Daavât, 58

M. Ali KAYA

09.10.2006


Değişimi ve farklılıkları yönetin!

Kâinattaki kurgu, değişime açık (mümkün), çokluğa (kesret) eğilimli ve eyleme müsaittir. Bu durumda, değişime açıklık, Değişmeyen Bir’ini; çokluğa eğilim, Tek olan Bir’ini; eyleme açıklık da, Yapan Bir’ini gösterir.

İnsan değişkendir

İklime ve coğrafyaya göre kendini ayarlayabilen tek varlıktır insan. Bunların yanında, sosyal hayata göre de kendini düzenleyebilir insan. Hayvanlar ve bitkiler öyle mi? Onlar iklim sevdalısıdır. Kendi iklimlerinde yaşar, kendi coğrafî şartlarında hayat sürerler. Evrensel tasarımın bir parçası olan insan ise, değil dünya ortamındaki farklılıkları yakalamaya, gökyüzünün bilinmez kürelerindeki hayat şartlarına bile uyum sağlayabilir bir kıvraklığa sahip. Kısacası her bir insanın muhtevasında çok fertler var; ömrünün seneleri, günleri hatta saatleri sayısınca farklı bir insan olur çıkar karşımıza… Her an bambaşka bir kişiliktir o. Çünkü zaman altına girdiği için, o tek kişilik adeta bir model hükmüne geçip, emsâllerini üretir. Üstelik kendisi değişken olduğu gibi, vatan tuttuğu şu küre de değişken. Her mevsim biri gider, diğeri gelir yerine. Daima çeşitleniyor, her gün başka bir âlem kapısını açıyor.

“Mümkinat”

Kâinattaki tasarım değişime açıktır. Üstünde yaşadığımız yer kürenin dört mevsim her gün değiştiğini an be an yaşıyoruz. İnsan da bu değişime göre giyeceğini, yiyeceğini değiştiriyor. Hatta duyguları bile, değişen mevsimlerden nasibini alıyor. Çünkü kâinat bir “mümkinat”lar zincirinden oluşuyor. “Mümkinat” ise değişimin ta kendisidir.

“Kesret”

Evrensel kurgu, değişime açık olduğu kadar, çokluğa da eğilimlidir. Dünya yüzündeki canlı ve cansız türlerin sayısı bile ancak tahmin ediliyor. Bir türün bile yüz binlerce farklı alt türleri var. Bütünde aynı gibi gözüken türlerin ayrıntılarında ne kadar farklı olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Bilim de bu çeşitlenmeden kaynaklanmadı mı zaten?

“Eylem” asıldır!

Evrensel kurguda eylem asıldır. Tekdüzelik, pasiflik, yokluk, durağanlık bu sistemde yok! Sistem “süreç” odaklı olup, “verim”, “üretkenlik”, “sonuç” gibi meyveler vermektedir.

İnsana düşen…

Böylesine değişime açık (mümkin), çokluğa açık (kesret) ve eylemle içli dışlı olan evrensel gemide “Dümenci” unvanıyla görevlendirilen, böylesine farklılıkları yönetmede “Ustabaşılık” pozisyonunda işe atanan insan da değişime açık, çokluğa eğilimli ve sürekli faaliyet içinde bulunmak zorundadır. Aksi halde evrensel dolabın çarkları altında kalmaya ve ezilmeye mahkûm olabilir. Değişkenler Değişmeyene boyun eğmelidir. Su kabarcıklarında yansıyan güneş, su kabarcıkları gibi akıcı ve değişken olsaydı, yansıma tecellî etmezdi. Kâinattaki değişim ve çeşitlilik de Değişmeyen Bir Tek Zatı göstermektedir.

Kendi türünün bu kadar çeşitlenmesinin, yeteneklerinin bu denli çok olmasının ve bilim denilen farklılıkları yakalama ve çeşitlilikleri disipline ederek yönetme becerisinin sonucu olarak, insan evrensel kurguya uyum sağlamak zorundadır.

Teklif: Yeknesak, tekdüze, alışılagelmiş, durağan, tembel, âtıl bir hayattan kaçının! Evrensel değişimi anlayarak ve evrensel çokluğu yöneterek gelişim yolcuğunun keyfini çıkarın!

B. Sait ÇİFTÇİ

09.10.2006


İktisat

“Kanaat eden iktisat eder, iktisat eden bereket bulur.”

(Bediüzzaman Said Nursî)

İktisat; her şeyi, yerinde ve ölçüsünde kullanmaktır. Nimete saygıdır. İktisat eden nimete hürmet göstermiş sayılır. İktisadın zıddı israftır. İsraf ise eşyayı yersiz, ölçüsüz ve zamansız kullanmaktır.

İktisat manevî bir şükür sayılır. İsraf ise şükre zıddır, nimete değer vermemektir.

İsraf eden hem kendi, hem de toplumun zararına hareket etmiş olur. Dikkat etmezse bir gün o israf ettiği şeylere muhtaç hale gelebilir.

İnsan, denizin kenarında olsa bile suyu ihtiyacı kadar kullanmalıdır. Kendisine verilen zamanı da iyi değerlendirmelidir. Kendisi için rızık olarak yaratılan yiyecekleri de israf etmekten kaçınmalıdır. Cimrilikle iktisadı karıştırmamak gerekir. Hayırda israf olmaz. O ayrı bir mesele. Ama yapılan israfların hiçbirisinde de hayır yoktur.

İktisat eden, tutumlu olan, geçim sıkıntısı çekmez. İsraf eden kimseler ise manevî olarak şükre zıt hareket ettikleri için o nimetlerden mahrum kalabilirler.

Mehmet ERBAŞ

09.10.2006


Hüve Nüktesi

* “Bu Hüve’nin keşfettiği sırr-ı tevhid pek kat’î ve bedihî bir sûrette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hatta bir kısmında hiçbir vesvese ve şüphe bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmî yasak ile set çekmek için çalıştılar.”

(Emirdağ Lâhikası, s. 306)

* “Hüve Nüktesi pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş, fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imânî hissedebilir diye size gönderildi.”

(Emirdağ Lâhikası, s. 224)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

09.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004