Şehirlileşme, modernleşme, sanayi devrimi ve teknolojideki atılımlar gibi pek çok kavram günümüz hayatının merkezine oturmuş ve ferdî hayatımız, sosyal hayatın çizdiği bu sınırlar içine hapsolmuş. Sosyalleşme süreci, dünyevileşme süreci ile beraber gittiği için ferdin enfüsî âlemine yönelik boyutu ve özü ile olan bağlantısı her geçen gün daha da kopuk hale geliyor gibi. Bir günün mesailerinin tanziminde geçirilen zamanın tamamına yakını dünyevî konuma ve ferdin sosyal hayata dair faaliyetlerine ayrılıyor. Kulluk büyük oranda bu yoğunluk içinde şeklen yerine getirilen, yoğun mesai içinde aradan çıkarılan veya kerhen eda edilen bir hal alıyor. Oysa ferdin asıl anlamı ve iç zenginliği kulluk ve içe yöneliklik ile açığa çıkıyor olmalı. Hayatın ve benliğin anlamı özdeki anlam zenginliği ile ancak keşfedilebilir ve kalbin duygu zenginliklerinde ancak hissedilebilir. Modern hayatın dalgalanmaları içinde insanlar öyle bir hale geldi ki, samîmîdünyevî aşklar bile özlenir oldu.
Son zamanlarda herkes hayatta bir şeylerin eksildiğinin farkında ve bunu farklı şekillerde dile getiriyor. Özellikle incelik, nezaket, letafet gibi kavramlar ve tavırlar hayatımızı terk etti gibi. Sadece ortamın gereği olan kurallara uymak şeklindeki yapmacık tavırlar ruhlara incelik şeklinde yansımıyor ve ruhları inceltmiyor. İnsanın dünya hayatındaki temel problemi; bütün yönleri ile tanımlanmış, başlangıcı ve sonu ile, sonsuz uzay boşluğu içindeki bütün irtibat alanları ile varlığı ve hayatı anlamlandırabilmek olmalıdır. Bu, günlük yaşantının her işleyişi ve karşılaşılan her problem için geçerli bir yaklaşım şeklinde ifade edilebilmelidir. Oysa, genellikle varlık ve olaylarla ilgili açıklamalar ya da algılar, sadece olayın cereyan ettiği dar alana yakın çevredeki bağlantılara sınırlı bir şekilde ele alınmaktadır.
Yaşantısını mülk âleminin kuralları ile şekillendirmek durumunda olan insanın uygulamaları, hayata bilim ve teknoloji şeklinde yansıyan fıtrî şeriata yani eşyanın işleyişi ile bizlere gösterdiği “Neden? Niçin? Nasıl?” sorularının cevaplarına uygun olmak durumundadır. Bu belki de Hazret-i Âdem’e öğretilen eşyanın ve talimin bir parçası idi ve asırlardır gelişerek, her geçen gün farklı işleyişlerin ve kuralların keşfi ve hayata aktarılması ile zenginleşerek sürüp gidiyor. Eşyanın işleyiş kurallarına ve bunları sistematik bir şekilde size ulaştırmanın şekli ya da dili olan bilimlere aykırı hareket ettiğinizde tokadı hemen geliyor. Başarısızlık, yıkım ve mağlubiyet gibi haller bu kurallara uymak şeklinde ortaya koyacağınız fiilî duâyı hakkı ile yapmamaktan kaynaklanıyor. Bunun adını teslimiyet olarak koyabilmek mümkün değil. Çünki, gerçek iman sahibinin inancına göre mülk âlemindeki kuralları koyan ve bilimlerin diliyle ifade edilen varlık kanunlarını ikame eden Allah’dır. O’nun koyduğu kurallara uymamak bir teslimiyet değil, bilâkis irade ve kasıt ile olmayan ancak tembellik, umursamazlık gibi nedenlerle ortaya çıkan bir isyan halidir. O’na teslim olan O’nun koyduğu kanunlara daha çok uyar ve bunu bir duâ mahiyetinde, hayatında her işleyişi, her kuralı O’ndan medet uman bir talep ruhu ile yerine getirir.
Varlık âleminin sırlarını daha iyi çözebilmek, hayatı daha anlamlı hale getirebilmek ve yaşadığımız olayların hiçbir zaman sadece maddî boyutun katı kurallarına bağlı cereyan etmediğini görebilmek için zaman zaman işleyişin dışına çıkarak bakmamız gerekiyor. Dar alanlarda anlayabilmemiz mümkün olmayan sırları çözebilmek için ruhen dünyanın hatta kâinatın dışına çıkarak bakıp o noktadan olayların nasıl gözüktüğünü tasavvur etmemiz gerekiyor. Yoksa olayları yalnızca mülke, hatta mülk âleminin yalnızca olayla ilgili olduğunu düşündüğümüz yakın çevresine sınırlı algılamanın sığlığında yaşamaktan kurtulamayız. Varlığın ve her işleyişin, iyi ve kötü her olayın gerisinde gizlenmiş hikmetleri görme imkânı bulamayız. En kötüsü de yaratılışımızın asıl gayesi olan Esma-i İlahiyye’yi gerçek anlamıyla anlayıp anlamlandıramayız ve hayatımızın bütün anlamı kaybolur.
Yıl içinde Ramazan ayı, Ramazan içinde son günler ve muhtemelen bu zaman diliminde yer alan Kadir Gecesi manevî anlamda zirve olan ve kalplerin daha açık, daha lâtif olduğu ve bazı duyguların daha net hissedilebileceği zamanlar. Bu dönemlerde olabildiğince bedenin katılığından ruhun inceliğine, maddenin kesifliğinden mânânın letafetine, kesretten vahdete dönme yolunda içe yönelmek yani mabede dönmek gerekiyor. Peygamberimizin (a.s.m.) sünneti olan itikâf bu mânâyı en net şekilde yaşamanın vesilesi olmalı. Ruhun öze dönüşü ve bedenin bu hale uygun olarak dünyadan çekilmesi ve aslını bulma arayışı ya da duâsı. Ne var ki zaman ve şartlar her fert için bu uygulamayı yapmaya izin vermiyor. Modern dünyanın artmış kesafeti ve yoğunlaşmış kesreti özden uzaklaştırdığı gibi, öze dönüş imkânlarını da çok sınırlıyor. Ancak, kişi ruh âlemini ve bilinç dışı alanını kontrol kabiliyetlerini geliştirerek günümüz hayatının kesif ve yoğun, maneviyatı gölgeleyen tablosundan sıyrılabilir. Algıladıklarını harfîleştirerek, lâtifleştirip özüne dönüştürebilir. Otobüste, büroda, yoğun kalabalıkların olduğu sokaklarda esmaya muhatap olmanın farklılığını yaşayabilir. İşte bu da yeryüzü mescidinde bir itikâf duâsı olabilir. Aynı şekilde bedeni mülk âleminin işleyişlerine harfiyen riayet ederken, ruhunda melekûtî mânâları hissederek özünün mescidinde itikâf hali yaşayabilir. Sadece mânâya dönük olmak ve harfileştirme endişesi taşımakla. Yeni hayat düzeninin pek çok manevî değeri tahrip edişine karşılık bu türden tavırlar geliştirmeli, mânânın zirvede olduğu şu günlerde en azından itikâf mânâsını bir nebze yaşamak için kafa yormalı ve endişesini taşımalıyız.
Kalp ya da bilinçaltı, duyguların merkezi, en son noktada hep duygular var. Her işleyiş duyguya dönüştüğünde gerçekliğine en yakın hale geliyor. Hissedişler için, içinde bulunulan mekân çok önemli. Ancak bilinçaltının hayal ve gerçeği ayırt etmediği güçlü bir şekilde hayal edilen herhangi bir halin aynen yaşanmış gibi duygu oluşturabileceği söyleniyor. Bu bilgi aslında kurtuluşumuzun ve gerçek hissedişimizin reçetesi olabilir. Madem hissedişimize uygun mekânlar ve haller içinde olamıyoruz, o halde hissetmek istediklerimize uygun hayalleri güçlendirelim. Çünkü algılarımızı sınırlayıp, bedenimizi beton binalar ve elektronik cihazlar içine sıkıştıran modern hayat ve varlığın kesreti hayallerimizi sınırlayamıyor. Madem ki aslolan hissetmektir, hissedişimize en uygun mekânlar ve haller içinde olmaya çalışmalıyız. Meselâ son on günü mescidde geçirmenin yollarını aramalı ya da her mescide girişimizde itikâfa ve kesretin yoğunluğundan sıyrılmaya niyet etmeliyiz. Ancak bunu sağlayabilmek imkânı olmadığında kalbin en güçlü araçlarından biri olan hayalimizi devreye sokmalı ve Ramazanın son on gününde hayalimizin mescidinde güne gözümüzü açmayı hedeflemeliyiz. En azından bu endişe ve arayış içinde olmak sonsuz rahmet sahibi Rabbimiz tarafından elbette görülecek ve hissetme duâmız karşılıksız kalmayacaktır. Hayalimizin mescidinde günlük hayatın gereği olan halleri yaşarken mescid içinde yer alan oyuncaklarla oyalandığımız duygusu içinde Medine’nin bir minber ve Mekke’nin bir mihrap olduğu algısı çok güçlü şekilde var olacak bir yandan günlük işleri yürütürken diğer yandan Medine minberinden Ezeli Hutbe’yi dile getiren Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) itikafta bulunduğu mescidde dinlemenin tarifi imkânsız hazzını yaşayacağız.
09.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|