Zaman ve mekânın olmadığı boyutlardan bu âleme yansımalar ubudiyet dairesinden bakıldığında çok uzun zaman dilimlerine yayılmış şekilde algılanmakta ancak rububiyet dairesinde olan her şey vahdet ile birleşmektedir. Varlığın arka planındaki tekliğin ifadesi nur-u Muhammedi (a.s.m.) olmalıdır. Her varlığı ve her zaman dilimini aydınlatan ve eşya gerisindeki esmayı gösterenin o nur olduğu ve kâinatın bütün zamanlarını aydınlattığı artık daha net hissedilmektedir. Varlığın asıl algılanış şekli ve en öz mânâsı hisler şeklinde olmalıdır.
Çevremizde cereyan eden oluşlar, yani kâinat ya da kevnler, varlıklar âlemi sürekli bir şeyler anlatma çabası içinde. Şimşeğin çakışında, yağmurun sağnak sağnak inişinde, rüzgârın uğultusunda, dağların görüntüsünde, kısacası varlık âleminde ne var ve hangi işleyiş varsa hepsinde pek çok anlamlar yüklü ve her haliyle bir şeyler anlatmak istediklerini ifade ediyorlar.
İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık âleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması ve yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.
Tarihi boyunca insanlık, varlık âlemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık âlemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgili her şeyi ve tabiî olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir.
Yakın zamânâ kadar bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür. Bu güçlü rüzgâr yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddî âleme ve laboratuvara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır. Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi âlemin keşfi ile maddî dünya anlayışını sarsmıştır. Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi yerini her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır.
Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır. Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları âlemimize taşımıştır. Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır. Bilimin kendine aşırı güvenen bir eda ile “olmaz” ya da “olur” şeklinde ortaya koyduğu hükümlerden pek çoğunun bir anlamı kalmamıştır. Bilinemezlikler, belirsizlikler, ihtimaller daha ön plana çıkmış ve yeni dönemin varlık algısı köklü değişikliklere uğramıştır.
Bu yeni noktanın uzantısında ortaya çıkacak olan kâinatın bir kitap olduğu ve o kitabı anlamlı kılan en parlak cümlenin Hazret-i Muhammed (a.s.m.) olduğu sonucudur. Kitap içindeki bütün cümlelere anlam veren ve her noktanın gerisindeki gizli mânâları açığa çıkaran şahsiyet-i Muhammediye (a.s.m.) hakikati olmalıdır. Mevcutlar ve Hâlık-ı Kâinat arasındaki bağlantının merkezinde o zat (a.s.m.) yer almaktadır. Bu anlam, âlemlerin Rabbı tarafından kâinatın olmazsa olmazı konumuna getirilmesinin sebebi olmalıdır.
Varlığa mânâ kazandıran bu konum zerrelerle şekillenen âlemlerin de ötesinde farklı mânâ âlemlerine ve her türden âleme ulaşıyor bütün kevnleri, oluşları kuşatıyor olmalıdır. âlemlerin Rabbi’nin her ne türden hitabı varsa hepsinin anlamı ve ve şifresi Muhammedi (a.s.m.) gerçeklik içinde gizli gibidir. Bu ilişkiler ağı zaman ve mekân ötesi varlığın bütününü kuşatan ve kâinata adeta ruh veren bir yapı içinde gerçekleşmektedir. Bu türden ilişkilerin fizik âleme de yabancı olmadığı yeni fiziğin ölçülerinde de ortaya konmaktadır. Her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir âlem algısında ilk atomun ve son atomun Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile bağlantısı daha kolay algılanabilir ve anlaşılır hale gelmiştir. Onun (a.s.m.) varlığa nur kattığı hepimizi ve bütün âlemi aydınlığa kavuşturduğu düşünülerse bu bedenin insan adını almış olması ve onunla (a.s.m.) aynı türden oluşumuzun ne büyük bir şeref olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Belkide zerrelerin sürekli kaynaşması onun (a.s.m.) zerrelerden yaratılmış olmasının verdiği tarifi imkânsız bir sevinç ve her zerreye şeref veren bu halin hissettirdiği mutluluktan kaynaklanmaktadır. Salavat ise bu mutluluğun zerrelerle şekillendirilmiş bedenlerden kelimelere dökülmesi ve varlık âlemini kuşatan sonsuz rahmete onu (a.s.m.) vesile yapmak anlamına geliyor olmalıdır. Bu an Kâinat Sultanının Hazret-i Muhammed şeklinde ifade ettiği en parlak kelimenin zerrelerle ifadesinin ardından idrak sahibi zerrelerin ağzından aynı mânâ ile buluşmanın dile getirilmesi olmalıdır. Yani kâinatı anlamlandıran nurun kelimeler şeklinde açığa çıkması ve idrak edilir hale gelmesidir.
Allah (c.c.) ve melekleri ona salavat getiriyorlar. Biz de bütün zerrelerimizle ve kâinatı kuşatan bütün zerreler adına ona (a.s.m.) salâvat getirmeliyiz. Çünkü o (a.s.m.) kâinatı nuru ile kuşatmaktadır ve varlık adını alan her şeyi nuru ile aydınlanmaktadır. Çünkü o kab- ı kavseyn mânâsı ile âlemlerin Rabbine ayinedir.
04.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|