|
|
Tereccüh ayrı, tercih ayrıdır
Kur’ân dersleri olan Risâle-i Nur külliyatının demir leblebi tabir edilen bölümlerinden biridir Kader Risâlesi. Üzerinde günlerce düşünmek ve müzakere etmek icap eder bazen. İşte Yirmi Altıncı Söz İkinci Mebhasın başında “Ehl-i ilme mahsus” cümlesine bir haşiye konulmuştur. Haşiye şöyle başlar: “Bu ikinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir. Bütün ulema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münâzaralı bir mesele-i akaid-i kelâmiyedir; Risâle-i Nur tam halletmiş (Sözler s.754, Renkli Y.A.N)”. Bu haşiyeden de anlaşılıyor ki, bu bölüm derin ve müşkül, ancak ehl-i ilim için de halledilmiştir. İnşallah biz, İkinci Mebhas içerisindeki “Eğer desen tercih bilâmüreccih muhaldir…” diye başlayan sorunun haşiyesinde bulunan “Tereccüh ayrıdır, tercih ayrıdır; çok fark var (Sözler s: 759, Renkli Y.A.N)” cümlesindeki tereccüh ve tercihin farkına bakmaya ve anlamaya çalışacağız bu yazımızla.
Tereccüh; üstün olmak, kendiliğinden üstünlüktür. Üstünlük için hiçbir sebep yokken, bir şeyin diğerinden üstün olmasıdır. Tercih ise; üstün tutmak, bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmektir.
Tereccühte kendiliğinden bir üstünlük söz konusudur. Tercihte ise, kişinin üstün tutma, fazla itibar etme durumu söz konusudur. Tereccüh ve tercih arasındaki fark için şunu da söyleyebiliriz sanırım. Tercih bizim irademizle gerçekleşiyor, tereccühte ise, irade söz konusu değildir. Çünkü bir şey kendiliğinden üstün ise, orada irade iptal olmuş demektir. Üstün olan bir şeyi tercih etmek söz konusu değildir. Zaten üstün olan bir şey, bizi kendisine zorunlu kılmıştır. Biz hiçbir üstün sebep yokken, iki eşit şeyden birini diğerine tercih ederiz ve irademizle bu seçimi yaparız. Çünkü irade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir (Sözler s.760, Renkli Y.A.N).”
İradenin zorlandığı yerde, elbette ki tercihten söz edemeyiz. Bu, olsa olsa tereccüh olur. Tereccühte ise, bizi zorlayan, üstün olan bir özellik vardır.
Meselâ, iki elmadan birisi çürük ve küçük, diğeri sağlam ve iri olsun. Sağlam ve iri elma çürük ve küçük elmaya göre üstün bir özelliğe sahiptir. Bu durumda bir kişiye, sen bu iki elmadan birini tercih et diyemezsin. Çünkü elmalar eşit şartlarda değildir. Bu durumda tercih yapmak imkânsızdır. Bir zorunluluk söz konusudur ve kişinin iradesi sağlam ve iri elma yönünde zorlanacak demektir. Şimdi eşit şartlarda iki elma farz edelim. Bu durumda ise kişi, elmalar arasında üstünlük sebebi olmadığından, birini diğerine tercih edebilecektir. Burada iradenin hür ve serbest oluşu görülmektedir. Zaten iradenin şe’ni de bunu gerektirmektedir. Bu izahattan sonra, “Tereccüh ayrıdır, tercih ayrıdır; çok fark var” diyebiliriz.
|
A. Baki Çimiç
30.08.2006
|
|
İki meyve
Evet, Bediüzzama’nın ifadesiyle: “Cennet-Cehennem; Şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesidir”. Şu kâinata dikkatle baksak, görürüz ki; içerisinde iki unsur, element var ki, kâinatın her tarafına uzanmış kök salmış. Hayırla şer, güzel- çirkin, fayda- zarar, mükemmellik- noksanlık, ışık- karanlık, kurtuluş- yanlış yol, nur- ateş, iman- küfür, itaat- isyan, korku- sevme gibi eserleri ve meyveleriyle şu kâinatta birbirlerine zıt olan unsurlar devamlı çarpışıyor.
Bu zıtlar devamlı değişiyor, başka ebedî bir âlemin tezgâhı hükmünde o âleme has çarkları dönüyor. Elbette birbirine zıt olan o iki unsurlar sonsuz âlemde birbirinden ayrılıp cennet ve cehennem olarak görünecektir. Demek ki esas olan ebedî âlem, şu içerisinde yaşadığımız geçici dünya âleminde yapılacak, teşekkül edecek şekillenecek, birbirine zıt olan o iki unsurlar ebedî âleme gidecekler.
Bu kâinatın hakikî sahibi olan Rabb’imiz, hikmetinin gereği, bu dünyayı bizler için bizleri tecrübe ve imtihan için, güzel isimlerine ayna, kader ve kudretine sayfa olmak için yaratmış. Bizlere verdiği kabiliyetlerin, aklın, kalbin, ruhun, cesedin, sırrın ve bizdeki diğer lâtif cihazların gelişmesi ve gerçek değer ve kıymetlerinin kazandırılması için Allah’ın o güzel isimlerine ayine olması ölçüsünde elmas gibi âli yüksek ruhların, kömür gibi kirlenmiş ruhların birbirinden ayrılması için bu imtihan dünyasına bizleri göndermiş.
Bu bahsettiğimiz sırlar gibi, daha nice bilmediğimiz nice ince sır ve yüksek gâye için bu âlemi yarattı, o zıtları birbirine hikmetle karıştırdı, baharın gelmesi ânında çirkinmiş gibi görünen fırtına, yağmur, çamur ve hemen arkasından o güzelim çiçeklerle süslendirmesi, şimşek, rüzgâr, gök gürültüsü kıyameti andıran bir fırtına, hemen arkasından yağmuru rahmet olarak göndermesi, yeni doğan bir çocuğu âciz ve zayıflığının hemen arkasından annelerini yardımına sevk etmesi, aç aslanı yavrusuna hizmet ettirmesi, tavuğun yavrusunu ite kaptırmamak için kendini feda etmesi birbirine zıt gibi görünen, birbiri içine karışıp âdeta hamur gibi bu zıtları yoğurarak bu geçici âlemde birbirine karışmış olan unsurları ebedileştirmek için o zıtları tasfiye, onları daimî kılmak için bu geçici âlemi ebedî âleme değiştirmek için kıyameti koparacak, onları birbirinden ayırarak, şerri, çirkinlikleri, zararı, karanlığı, sapkınlığı, küfrü, isyanı seçen bu meyvelerden istifade edenlere cehennem gibi dehşetli bir suret alacak ve bu taifeye Kur’ân, “Bu gün sizler ayrılın, ey mücrimler!” diyerek bu tehdide mazhar olacaklar.
Diğer meyveyi kendisine düstur edenlere cennet ebedî, haşmetli bir suret alarak ona ehil ve sahip olanlara yine Kur’ân’ın “Size selâm olsun, buraya tertemiz geldiniz, ebediyen kalmak üzere cennete girin” hitabına sahip olacaklar. Bu Dünya hayatı varsa ve içerisinde her gün ölümlere, ayrılıklara şâhit oluyorsak, elbette bunlar cennet, cehennem, ebedî bir hayat olacak. Bizdeki her kabiliyet bunu haykırıyor, ebed diyor, beka istiyor, bu fânî dünya dahi ölecek ve ahiret olarak yeniden dirilecek. Bütün peygamberler ve semavî kitaplar bunun olacağına ittifakla şahit oluyorlar, Allah’ın bu vadinin muhakkak yerine geleceğini ittifakla bize müjdeliyorlar.
Bir dalın iki meyvesi cennet ve cehennem bizim önüne sunulmuş. Ne mutlu cenneti netice veren o güzelim meyvelerden istifade edip, “Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır” hitabına mazhar olanlara…
|
Mehmet Diken
30.08.2006
|
|
Çalışmak mutluluk veriyor
Bugün mutluyum, hem de çok mutluyum! Niye mi? Çünkü çalıştım, çalıştım, çalıştım. Evet, isteseydim, sörf yapacaktım. Birkaç hikâye cevapla saatlerimi geçirecektim. İkinci seçeneği seçtim. Okudukça lezzet alıyorum, vakit geçmesin istiyorum. Ziyafetin, kim bitmesini ister.
Evet, âyette ne der: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”. Evet çalışan adam sıkılmaz. Vakit geçsin, istemez. Ama çalışmayan adama sorsan, “Canım sıkılıyor”, ya da “Vakit geçmiyor” der. Evet, çalışan insanlar çalışmaya mola verince, vicdan azabını ruhunun tâ derinliklerine kadar hissederler. Çünkü alışmışlar çalışmaya, o mola bile sıkar onları. Ama tembeller güruhu ise boşluğa alışmışlar. Aslında boşken de mutsuzlar. Bunalım ‘takılırlar’ ve “Canım çok sıkılıyor” derler. Evet, çalışma duygusu kemale koşmak için verilmiştir. İnsan çekirdekken ağaç olmak istiyorsa, çalışmalıdır. Ve ağaç olduğunu hissetmeye başlamak dahi ne kadar huzur veriyor.
Ben bugün gündüzü programımla geçirdim. Aldığım lezzeti asla anlatamam. Muhteşem bir şey, evet okudukça kendimi farklı hissediyorum. Çünkü öğreniyorum. Evet, insan bu dünyaya ilim ve duâ vasıtasıyla terakki etmek için gelmiştir. Bu terakkiyi hissediş, binlerce cismanî lezzete mukabildir.
Evet, atalet; yani tembellik edenler safahata mahkûmlardır. Ve bir pasaj sunacağım: “Vücudda atalet yok; işsiz adam, vücudda adem hesabına işler. En bedbaht, sıkıntılı, muztarip, işsiz olan adamdır. Zîrâ ki atâlet, vücud içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa’y ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakzasıdır elbet…”
Evet, vazife omuzumuzda… Tamirat zor, tahribat kolay. Tamiratçı az, tahribatçı çok. Buna rağmen, bu kısa vakitlerimizi bu iman hizmeti uğruna harcamazsak mesul oluruz. Peygamber ne der: “Adımın dahi hesabı sorulacak” Ya bu hızlı koşuşlarımızın hesabı, hızlı düşüşlerimizin hesabını nasıl vereceğiz? Her şey ölçüsünde güzeldir.
Haydi, sıvayalım kolları çalışmaya! Adam gibi çalışmaya, vaktin hesabını yaparak, iktisat ederek çalışmaya var mısınız? İnanın çok zevkli oluyor ve mutluluk veriyor çalışmak. Haydi; çalışalım, çalışalım, çalışalım…
|
Hatice Durak
30.08.2006
|
|
Yeni Asya ve Risâle-i Nur
Gündemi takip etmek ve siyasî arenadaki gelişmeleri daha sağlıklı ve doğru analiz edebilmek için Yeni Asya gazetesinin köşe yazarlarını ve gazete içerisindeki dinî muhtevalı yazıları mümkün mertebe okumaya gayret ederim.
Bir gün internette sohbet ederken, güya Risâle-i Nur okuyucusu olduğunu söyleyen ismi mahfuz internet kullanıcısı, “Neden Yeni Asya okuyorsunuz ki? Ne gerek var gazeteye? Yalnızca Risâle-i Nur okuyun, onları okumak yeterli” diye bir serzenişte bulundu. Özellikle bugünlerde gerçekleri çarpıtarak okuyucusuna sunan, tamamen art niyetli yazılar revaçta basın dünyasında...
Bediüzzaman Said Nursî ve onun eserleri olan Risâle-i Nurlar hakkında tamamıyla önyargının ve tarafgirliğin ön planda olduğu yazı dizileri ve haberler yayınlanmaktadır. Çağın teknolojik imkânları tahrip cihetinde kullanıldığında, şer olduğu gibi müsbet şekilde istimal edildiğinde de hayır yönü daha ağır basıyor. Basın yolunu Risâle-i Nur dâvâsı için istimal eden Yeni Asya gazetesi, ‘’hakikatin gür sesi”ni her zaman haykırmıştır. Ayrıca dine gelen taarruzların ekseriyet-i mutlakası basın-yayın yoluyla olduğundan, insanların zihinleri bulandırılmakta, kalplerine fitne ve fesat karıştırılmaktadır. Bu medya silâhına karşı gazete, radyo, TV gibi kitle iletişim araçları bir savunma mekanizması oluşturmakta, hizmetimizi ve dâvâmızı daha geniş kitlelere ulaştırmak için aranılan en iyi vasıtalardan birisidir.
Nasıl ki, Risâle-i Nur imana, Kurân’a ve İslâm’a hizmet ediyorsa; Yeni Asya gazetesi de Risâle-i Nur ve Kur’ân dâvâsına sahip çıkarak, Risâle-i Nur’a ve Kurân’a gazete yoluyla hizmeti kendine meslek ittihaz etmiştir. “Neden Yeni Asya okuyorsunuz?” sorusunun en bariz cevabı, söz gelimi Latif Salihoğlu tarafından gazetede hiçbir ilmî dayanağı ve fikrî değeri bulunmayan saçmalıklara verilen muknî cevaplar değil mi? Neden Yeni Asya okuduğumuzun haklılığını bunlar ispatlamıyor mu? Siz ne dersiniz?
|
Rüştü Kırış
30.08.2006
|
|
Ayrılık
Ayrılık duygusu bütün insanlar için hemen hemen aynı anlamı taşır. İnsanlar, hep bir şeylerin hasretiyle yanıp tutuşur, bir şeylerden ayrılmanın acısını çekerler. Sevdikleri bir varlığa kavuşunca, bir gün geldiğinde ondan ayrılacaklarını hayal bile etmek istemezler.
Aslında bütün kavuşmalar başka ayrılıkların, bütün ayrılıklar da başka kavuşmaların habercisidir. Bir zamanlar Leyla ile Mecnun da ayrı düşmüşlerdi. Mecnun bu yüzden bir süre acı çekmişti. Bu ayrılık ve çektiği acı başka bir sevgiliye kavuşmasına vesile olmuştu. Gerçek sevgiliyi (Allah’ı) bulduğunda, bir gün Leyla yanına gelir; ama nafile. Mecnun “Ben gerçek Leyla’mı buldum, seni tanımıyorum” demişti.
Doğarken yeni bir dünyaya açarız gözlerimizi. Başlangıçta dünya bize tuhaf gelir, ona yabancıyızdır. Bir süre afallarız. Daha sonra zamanla onu tanır, onunla dost oluruz. Bir de bakarız ki, gün gelmiş bu dostluğu da bitirmek zorunda kalmışız. Çünkü doğarken, ölümle nişan yüzüklerimizi takmışızdır. Bebekler doğarken, ağlayarak doğarlar. Sonra bu hayata yavaş yavaş alışırlar. Boyları uzar, kasları gelişir, her yönden en verimli dönemlerini yaşadıktan sonra yaşlılığa doğru vücutları zayıflar, dirençleri kırılır, iskeletleri öne doğru eğilir ve dünyadan ayrılma vakti geldiğinde yine acı çeker ve arkalarındakilere çektirirler.
Hayattayken, kavuşmaya yönelik hep pembe tablolar oluştururuz iç dünyamızda. Ama ayrılığa yer bile açmak istemeyiz hayat sergimizde. Dedim ya, ayrılık acıdır. Hapistekiler bile hapisten ayrılınca şöyle bir dönüp bakarlar arkalarına. Çünkü fiilen olmasa da çok şey paylaşmışlardır dostlarıyla, çok şey hayal etmiştir o dar dünyada. Peygamber Efendimiz (asm) ve sahabileri de doğup büyüdükleri Mekke’den zorla çıkarılınca, acı çekmişler ve dönüp arkalarına bakmışlardı. Çünkü Mekke’nin onlar için çok ayrı bir yeri vardı. Medine’deyken hep bir gün Mekke’ye kavuşmanın özlemini taşıyorlardı.
Bu dünyaya aşırı derecede bağlanmış insanlar için ayrılıkların en acı olanı, bu dünyadan ayrılma acısıdır. Onlara alışılmış bir şeyi terk etmek düşüncesi çok zor gelir. Bu düşünceyi bastırmak için de Pollyannacılık rolünü oynarlar. Çünkü alışılmış bu lezzetlerin zevali, onlar için yerini elemlere bırakıyor. Ölüm düşüncesi hep korkutur onları. Ne zaman bahis açılsa, hemen konuyu değiştirirler. Ölüm aslında inananlar için gerçek kavuşma da olsa, alıştığımız mekânı terk ettiğimiz için bazen bizi hüzne boğar. Cahit Sıtkı da Otuz Beş Yaş şiirinde, ölüm vaktinin her an yaklaştığı temayı dolayısıyla dünyadan ayrılma vaktinin yaklaştığını şöyle ifade ediyor: “…Her doğan günün yeni bir dert olduğunu/ İnsan bu yaşa gelince anlarmış…”
Edebiyatta vuslat, “Yağmurun toprağa düştüğü an”olarak ifade edilir. Dünyadaki terk etmeler ve edilmeler biraz ilginçtir. Bir terk eden vardır, bir de terk edilen. Günlük hayatta karşılaştığımız kısacık mecazî aşkların sonunda meydana gelen terk edilmeleri görmek mümkün. Yaşanan acılar bazen çok ileri boyutlara taşınabiliyor. Hatta bazıları intihara bile teşebbüs edebiliyor. Ayrılık her iki taraf için de zordur. Ama her zaman asıl acıyı terk edilen taraf çeker. Çünkü terk eden, kendi rızasıyla terk etmiştir onu. İnsan-dünya ilişkisi de böyledir. Bir gün mutlaka bir ayrılık yaşanacak ve bir taraf asıl acıyı çekecek. Bediüzzaman gibi, dünya bizi terk etmeden biz dünyayı terk etmeliyiz ki, acı çeken taraf biz olmayalım.
|
Abdurrahman Delen
30.08.2006
|
|
Cismim küçük
cismim küçük
hayallerim sığmaz denize
ihtiyacım sonsuz
değil sade ekmek, su ve tuz
isterim bakî ve sonsuz
yaşamak gibi hayallerde
uçsuz bucaksız bir menzilde
kanatlanıp uçmak isterim
ben bir insanım
bir nokta etmez kâinatta cismim
fakat mazharıyım Rahman isminin
bazan alâ-yı illiyyinde
bazan esfel-i safilinde gezerim
yırtıp ülfet perdelerini
Onu görmeliyim
|
Yusuf Bal
30.08.2006
|
|
|
|