Eyvah dâvâm!
Kapalı bir gün... Rüzgâr elektrik tellerinde ağıt söylüyor. Gözleri yaşarmaya başladı göğün. Deniz çırpınıyor durmadan... Balıkçı sandalları yuvaya dönüyorlar. Martılar süslüyor deniz dalgalarını. İnsanlar birer gölge gibi sokaklarda. Çocuk feryatları geliyor açık pencerelerden… Yalnızlıkla kol kola dolaşıyorum. Şairin kaldırımlar şiirini mırıldanıyorum. Duyulmayan bir ses içimden beni teselliye çalışıyor. Kalbimin gözyaşlarını tutamıyorum. Üstadı hatırlıyorum…Van kalesinden ayağı kayıp da düşerkenki feryadını: “Eyvah dâvâm!..”
Artık Kâmuran da yok… “Ağabey,” diyordu, gözleri nemlenerek “Üstadı kabrine koyarken hafif hafif yağmur yağıyormuş... Sema ağlıyormuş...” Birlikte Bafra’ya Muammer Şenel Ağabeye gitmiştik haber vermeden. Kapıyı çaldığımızda: “Nerede kaldınız yahu!... Akşamdan beri sizi bekliyorum…” deyişine nasıl da şaşırmıştık…
“Dershane önce kalplerde açılmalı” demişti Kâmuran... Onun memleketi benim gurbetim idi. Ben de onu gurbete uğurlamıştım memleketinden… “Git kardeşim, çalış, okulunu bitir... Bil ki, buna sarf ettiğin zaman dâvâ için...” Kucaklaşmıştık... Ayrılıp gitmişti beni yalnızlıkla baş başa bırakarak...
Girdim yine yalnızlığın kollarına,
Gecenin karanlığına karıştı göz yaşlarım,
Damlayarak duâya açılan avuçlarıma,
Yalnızlık mahkûmu isyan etti,
Kurtarmak için beni bu yalnızlıktan,
Adımladım geçeceğin yolları defalarca,
Kalabalıklar yavaş yavaş kaybolurken,
Beklediğim sokağın sonuna geldiğimde,
Aydınlık alıp kaçtı yine ümitlerimi,
Son bir ümitle arkama döndüğümde,
Gördüm çektiğim ıztırabın izlerini,
Ve yine yalnızlık geldi buldu beni…
Uzun uzun içimi çektim. Etrafımdaki sessiz çığlıklar nasıl da tırmalıyordu kalbimin kulaklarını.. Adımlarımı sıklaştırdım. Güneş battı belli ki... Hava karardı. Gök hıçkırıklarla ağlamaya başladı... Hayli ıslanmışım... Yalnızlığın doldurduğu evime giriyorum… Örümcek enkazları nemli duvar köşelerinde... İşte kendimle başbaşayım. Dâvâyı düşünüyorum. Dâvâ deyince “O” geliyor aklıma. Van kalesini, Barla’yı, ihtiyarlanmış Ankara Kalesini hayal ediyorum. Dâvâ uğruna hayatı hakir görmüş Üstad... Feryadını duyar gibiyim zindan köşelerinden: “Kardeşlerim!... Bana yardım edin!... Meselemiz çok nazik!...”
Kardeşlerimi, ağabeylerimi düşünüyorum. “Ehl-i imanın imanı tehlikede” sözü hâlâ kulaklarımda Ali Vapur Ağabeyin... Sadakat deyince Bedirhan Işık Ağabeyi hatırlıyorum. Ahmet Erbil, Süleyman, Adem ve Hamidullah kardeşlerle gurbete uğurlamışlardı beni. Bir bir kucaklaşmıştık… Ayrılıp gitmişlerdi yokuş aşağı… Yürüyüşlerinde bile dâvânın çilesi vardı. Karar vardı... Arkalarından bakmış, bakmıştım. Dâvâ cisimleşmişti sanki... Bilmem ki dâvânın neresindeyim? Dâvâyı yaşamak, dâvâ için yaşamak...
Bırak taş yürek gözyaşlarımı,
Zaman! Ağart saçlarımı,
Takvim! Bir yaprak ver ölüm tarihimi yazsın,
Demirci! Döv baltayı küreği mezarımı kazsın,
Hayal! Göster bana mezarımı kazacak dostları,
O kısa yolculukta beni taşıyacak omuzları,
Birkaç kürek toprağın altına bıraktılar beni,
Ve arkasından uzaklaşan ayak sesleri,
Artık yalnızsın ey! Hani dost bildiklerin,
Anladın mı gerçek dostu, o iyi amellerin,
Bir ah çekişimle kendime geldim. Dalıp gitmişim yine hayallere… Üstadla görüşeyim dedim, dertleşeyim... Öyle dememiş miydi? “Benimle görüşmek isteyen Risâle-i Nur’ları okusun...” Kur’ân’ın bu asra verdiği ders olduğu nasıl da belliydi... Hüsran-ı İslâma damlayan gözyaşları, harfler, kelimeler, satırlar şeklinde cisimleşmiş… “Kardeşlerim dikkat edin... Aman kardeşlerim...” diye feryad ede ede hayata veda etmiş... Elleri yakalarımızda... Avuçları hâlâ duâda... Ah Üstadım! Defalarca zehirlendiği halde ölmeye bile vakit bulamamış; kendisine atılan taşlarla bizlerin yürüyeceği yolu yapmasını bilmiş Üstadım... Camsız hapishane odalarında soğuktan iki büklüm oluşuna dayanamıyorum… Kalbimi parçalıyor çektiğin ıztıraplar…Bu haldeyken “Bana ıztırap veren yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir” deyişin…
Sayfalar nasıl da ilerlemiş. Uzaktan uzağa ezan sesi geliyor. Gökyüzü sakinleşmiş… Ay doğmuş. Köpek havlamaları süslüyor gecenin karanlığını... Rüzgâr saçlarımı okşuyor şefkatle… Yapraklar bir şeyler fısıldıyor… Camiye yürüyorum… Bir taraftan memleket geliyor aklıma. Kardeşlerden de ayrı düştük. Kim bilir hangi kusurumuz ile bu gaflet deresine atıldık? Adem kardeş söylemişti memleketten uğurlarken: “Üstad, yalnızlığa giden bir talebesine: ‘Senin hizmetin, kendini muhafaza etmendir’ demiş...” Sadece birkaç ihtiyar var camide... Eğilip kalkıyorlar sızlanarak… Bana bakıyorlar garip garip cami kapısından çıkarken...
Kahveler tıklım tıklım dolu. Gürültü, duman, insan dolu... Birkaç sarhoş geçiyor yanımdan sendeleyerek... Akıllarını boğazlamışlar. Ah! Şu akıl... Azap âleti...
Eve yaklaşmışım. Yalnızlık beni düşünce hamalı yaptı. Kendimle konuşuyor; kendimle dertleşiyorum. Eğilerek giriyorum omuzlarcasına açtığım kapıdan... Ve kapıyla kapanan bir gün daha... Bir şiir mırıldanıyorum üstümü değişirken:
Baharın öncüleri,
Bir muştu gülümsüyor
Eriyen karlar arasından
Öksüz oğlan çiçekleri,
Kırmızı güller bitecek ardından ki,
Muştusu daha bir kuvvetli ilk baharın,
Hayal-meyal görüyorum fikirlerin yeşerdiğini,
Bir dâvâya omuz verdim,
Taraftar dileniyorum düşünce kapılarını çalarak,
Taş yürekli insanların ilgisiz bakışları
Bir kapı gibi yüzüme çarpılırken,
Tepeden tırnağa hissederim garipliğimi,
Bu dâvâ garip geldi, garip gidecek...
|