Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yeni Asyadan Size

Kurullar toplandı



Malî, Yayın, Eğitim ve Sosyal Kurullar (MAYES) geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da toplandı. Toplantının ilk günü kurullar kendi yürütme kurullarında Ocak-Ağustos döne-mini değerlendirerek, Eylül-Aralık dönemi hedefleri üzerinde durdular. Bölge temsilcilerinin katılımı ile yapılan toplantılarda alt grup ve bölge temsilcilerinin teklifleri ele alındı, birim raporları okundu. 2006-2007 faaliyet dönemi hedefleri üzerinde duruldu. Toplantılarda ayrıca MAYES Ortak Yürütme Kuruluna götürülecek teklifler belirlendi.

Yeniden Yapılanma Projesinin acilen hayata geçirilmesi istendi.

Yayın Kurulunun toplantısına Yeni Asya A.Ş. adına katılan gazete, dergiler, yayınevi, satış ve pazarlama, abone ve dağıtım, tanıtım ve pazarlama, idarî ve malî işler, matbaa ve teknik hizmetler ile Bizim Radyo’nun birim sorumluları hazırladıkları raporları sundular.

Gazete adına Yayın Kuruluna sunulan raporda faaliyetler ve hedefler şu ana başlıklar halinde sıralandı:

Gelişmeler:

21 Şubat’ta 37. yılımıza girerken gazetenin sayfa düzeninde ve muhtevasında gerçekleştirdiğimiz yenilikler takdirle karşılandı.

Yeni Asya’nın tavizsiz istikrar çizgisinin geçmiş yıllarda attığımız manşetlerle örneklendirildiği özel ilâvemiz, Yeni Asya kimliğinin ana unsurlarını vurgulayan orijinal bir çalışma olarak ayrıca dikkat çekti.

Demokrat tavrımız ve sağduyulu yaklaşımlarımız pekçok kesim tarafından alkışlandı.

Antidemokratik düzenleme ve oluşumlarla mücadelemiz meşru zeminde kalınarak sürdürüldü.

Manşetlerimiz, köşe yazılarımız, röportaj-larımız ve karikatürlerimiz ses getirmeye, bizim dışımızdaki yayın organlarında ve internet sitelerinde sık sık iktibas edilmeye devam etti.

Farklı organizasyon ve dâvetlerle katıldığımız dış geziler sıklaştı.

6 yıldır kesintisiz süren kültür hizmetimiz birbirinden değerli eserlerle devam etti.

Hedefler:

Geçen yıl başlattığımız açılım sürecinin ve yazar kadrosunu güçlendirme çalışmalarının devam etmesi.

Gündem oluşturacak dizi ve dosya çalışmaları yapmak.

Gazeteyi geliştirmek ve yetersiz olduğu alanlarda ikmal etmek için gerekli kadro ve altyapı takviyelerinin gerçekleştirilmesi.

Gazeteyi tanıtım çalışmalarına ağırlık verilmesi.

İki gün süren toplantı MAYES Genel Kurulunun toplanmasıyla sona erdi.

***

Tatil biterken

Tatil ve dinlenme mevsimi olarak görülen yaz aylarında özellikle büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine doğru akan bir hareketlilik yaşanır. Turistik gezi ya da sıla-ı rahim amaçlı bu yer değiştirmeler yaz boyunca devam eder. Yayıncılar açısından bakıldığında bu hareketlilik, genelllikle gazete tirajlarına da olumsuz yönde yansır. Bu bakımdan yaz ve tatil ayları yayıncıları pek sevindirmez. Tiraj kayıplarından da en çok da bizim gibi abonelik ve elden dağıtım usûlüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler nasibini alır. Okuyucu, ya tatil hengâmesiyle, ya da gittiği ücra bir yerde gazetesini bulamaz ve gazetesiyle buluşamaz.

Eylül ayına girdiğimiz, bunaltıcı sıcakların yerini serin havalara terk etmeye başladığı şu günlerde yaz rehavetinin de yerini daha fazla çalışma, gayret ve özellikle yayınlarımız için bir canlanmaya bırakacağını umuyoruz. Tatille birlikte gazete ve kitap satışlarında yaşanan düşüşlerin kısa zamanda telâfi edi-lerek, müessesemiz açısından, artan ma-liyetler ve yaşanan durgunluk karşısında kendisini ciddî mânâda hissettiren ekonomik sıkıntıların en kısa zamanda aşılması en büyük dileğimiz.

Hepinize hayırlı haftalar.

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bombalar kimin için patlıyor?



“Türkiye yeni bir döneme giriyor” diyenleri haklı çıkarırcasına, bir yandan terör azdırılıyor; öte yandan da Türkiye’nin en büyük şehrindeki bir camide menfur bir cinayet eşleniyor. Eğer ‘yeni dönem’den kasıt gözyaşı ise; böyle bir ‘dönem’i ifsat şebekeleri hariç hiç kimse istemez, biz de istemiyoruz.

Avrupa Birliği ile ilişkiler yoğunlaştıkça, üyelik yolundaki gelişmeleri engellemek isteyenlerin her türlü provokasyona sarılabileceği yıllar önce ‘uzman’larca ifade edilmişti. Gelişmelere bakıp, o günkü yorumları hatırlamamak imkânsız.

Bir yandan ‘söndü, bitti’ denilen PKK terörü azıyor/azdırılıyor; öte yandan da sevenleri çok olan bir imam-hatip, camideki vaazı esnasında bıçaklanmak suretiyle katlediliyor. Bütün bu gelişmelerin tesadüf olması mümkün mü?

Gerek menfur cinayeti, gerekse artan terör olaylarını elbette ‘uzman’lar değerlendirip izah etmeye çalışacaklardır. Ancak bu gelişmeleri ‘hayra alâmet saymamak’ gerekir.

Gerek patlayan bombalar ve gerekse menfur cinayetler acaba kimin işine yarar? Belki pek çok ifsat şebekelerinin işine yarar, ama Türkiye’nin işine yaramaz. Bütün bu çirkinlikler, son tahlilde “Türkiye’nin önünü tıkama ve ufkunu karartma” gayretleri olarak görülebilir.

AB yolundaki yürüyüşümüzün yavaşladığı ve aksadığı yolundaki ikazların yapıldığı bir dönemde meydana gelen bu hadiseler, ayrıca dikkat çekicidir.

Her durumda asıl görev hükümete düşüyor. En kısa zamanda gerek bu menfur cinayet ve gerekse şehitlerimizi katledenlerin emellerini boşa çıkaracak adımlar atılmalıdır. “Kanı yerde kalmayacak” sözünü duymak milleti tatmin etmemektedir.

“Muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşabilmenin ilk adımı, ülkemizi; ‘yapanın yanında kâr kaldığı yer’ olmaktan çıkarmaktır.

Bunu yapmak zor, ama imkânsız değildir.

*

Yaz bitiyor, yangınlar bitmiyor

Orman varlığı bakımından zengin değiliz. Ayrıca var olan ormanlarımızdan, ekonomik anlamda istifade edebildiğimizi söylemek de zor. Buna rağmen hemen her yıl onlarca orman yangını çıkıyor ve binlerce hektar orman arazimiz kül oluyor.

Tabiî ki orman yangınları sadece Türkiye’de çıkmıyor ve bu yangınları kontrol altına almak/ söndürmek, sigara söndürmek gibi kolay değil. Ancak ormanı korumanın birinci yolunun ‘orman sevgisi’ olduğunu kabul ediyor ve bunun da gereğini yapıyor muyuz?

Hemen her yangından sonra ‘kim yaktı’ sorusu sorulur. Hava şartları ve ihmallerin dışında kasıtlı orman yangınlarının çıkarıldığı da bir gerçek. Peki ‘insan’ olan birisi bunu nasıl yapabilir?

“Yaş ağaca balta vuran el olmaz”sa, kibrit çakan nasıl el olabilir? Ormanlarımızı korumamız ve büyütebilmemiz için onları sevdirmeliyiz. Bunun bir yolu da ‘devlet-millet kaynaşması’ndan geçer. Bu yolu deneyelim...

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Doğu-Batı yüzleşmesi



Batının haçlı seferleri, şekil değiştirdi. Taassup, bilimin penceresinden sızıyor. Zulüm, demokrasi şapkasıyla, papyonlu bir tebessümün sırıtan yüzüyle gizleniyor. Kilise, dünyevileşmenin laikliği ve hedonist ruhun pençesinde zorlanıyor. Kiliseyi dışlayan sekülarizm, çağdaşlığın ahlâkî varlıklara savaş açan sefahatiyle kol geziyor.

Batı, maddî kalkınmayı başarırken, toplumuna uyutucu ve geçici de olsa bir dünya mutluluğu tattırdı. “Hayat bir mücadeledir” tezine sahip çıktı. Bencil ve ötekine kapalı şartlanmışlığını yenemedi. Bu yüzden İslâm dünyasını ve Müslümanları, bir pazar, işgal alanı ve sömürme parçası olarak gördü.

Tarih, bu kayıtları değiştirdikçe, toplumların hafızası yenilendikçe, birinci ve ikinci dünya savaşları yaşanınca; ırkçılığı, dinî taassupları ve dinlerle kavgalı materyalizmi sorgulayan kapılar aralanmaya başladı. Bu aralama, katı bir laikliğin Fransız örneği ve sömürgeci İngiliz siyaseti ile doğu Avrupa’yı kasıp kavuran demirperde acılarının külleri üzerinde kendini buldu.

Bu defa daha ılıman ve sinsi kapitalizmin tüketim kültürü üzerinden kadını özgürleştirme tezgâhı devreye girdi. İletişimin nifakı arttıran gizli perdesi ile İslâmı ve Müslümanları etkisizleştirmeye çalıştılar. Bunun için en iyi araçlar; resmî ve katı doğu rejimlerini halka rağmen korumak, desteklemek, kaynakları tepe yönetimleri ile paylaşmak, sanayi ve demokrasi adımları atan ülkeleri ise askeri ve siyasi darbelerle alaşağı edecek stratejiler geliştirmekti.

Bu fasılda, yeşil kuşak teorisinin komünizme karşı Müslümanlara arka çıkan menfaatçi ve menhus ruhu, Rusya’nın yıkılması ile birlikte iki yüzlülüğün sırıtan veçhesi ile fark edildi.

Doğuyu pazar görme iştahı, menfi batıyı doyurmayınca, modern sömürgeler kurdu. Toplumsal talepler; batının onayından geçmiş yerli diktatörler üzerinden kontrol edildi.

Menfi cephenin bu oyunlarına tepki olarak olumlu cephe uyandı, farkına vardı. Birbirini anlamaya çalışan, insani düşünen, halkların iradesini saygı temelinde kavramaya niyetlenen akil insanlar çoğaldı. Edipler, filozoflar ve âlimler, ön yargılarını azaltmaya, ateist düşünce ekseninde gelişen tahrip edici akımlara ve bozguncu yapılanmalara karşı bir mutabakat kurmaya çalıştılar.

Türkiye’de ise cumhuriyetin üçte ikilik yaşı, AB sürecinde geçti. Bu serüvenin iyi niyetle döşenmiş demokrasi taşları, zaman zaman sökülüp kaldırımlar iptal edildiyse de, patika yoldan yine ana yola dönüldü.

Bu arada Türk dünyası, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birbirine kavuştu. Arapların uyanışı ise bıçak kemiğe dayanınca ortaya çıkmaya başladı. Batının menfi yüzünün Ortadoğu’da başlattığı işgal ve savaşlar, yılların biriken nefretini namluların ucunda karşılıklı kusarken, mağdur ve mazlûm insanlar iki tarafta zulme ve haksızlığa karşı seslerini yükselttiler. Çok etkili olmasalar da basiretin geleceğini okumaya başladılar.

Sorgularını arttırdılar. Birbirlerini öğrenmeye başladılar. İnternet ile güncel bilgi kaynaklarına ulaşma kolaylığı, ticari işbirlikleri ve yakınlaşmaları beraberinde getirdi.

Medeniyetler arası bir sağduyu gelişti. Bozguncuların İslâm fobisi yeni bir stratejik atağa dönüştü. Bunu önlemek, dini mensubiyeti sağlam Müslümanların ve Hıristiyanların dünya barışına yapacakları katkı mümkündür. İfsat eden şer odaklı organizasyonlardan kurtulmanın başka çaresi görünmüyor.

Doğuda ve batıda bunu doğru anlayan ve yakınlaşmanın gereğine inanan bilim insanları artık ortak medeniyetin tasavvurunun farkındalar. Türkiye bu aşamada, çok köklü ve etkili bir mesaj kalitesi ile öne çıkmalıdır. İslâmı, Müslümanları, doğuyu, Ortadoğuyu ve Orta Asya ile Balkanları kapsayan etki alanında en üst doğru algıyı sağlayacak bir paradigmayı ortaya koymalıdır.

İslâm fobisini düşünce ve davranışlarımızla kıracak şekilde müsbet insanlara ulaşmalıyız. Misyon insanları, sorumluluklarına koşmalı. Önce kendimizle yüzleşerek ve yüzleşenlerle birleşerek..

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Doğru bildiğinin peşinde gidenler



Ünlü insanlarla yapılan röportajların karşısına “sıradan” ama bir o kadar da ilgi çekici hayatların konulması gerektiğine inanıyorum. Hayatın tamamında olmasa da sadece bir an’ında yakalanmış ve öylece sessizliğin içinde kalmış yaşanmışlıkları gün yüzüne çıkarmak ve moda yeknesaklıktan çıkmak istiyorum.

Çünku insanoğlu hayata diğer insanlara göre +100 ile başlamış, elindeki artılarla hareket edenlere, “onlar daha doğuştan şanslı” muamelesi yapıyor. Sanki onlar melek, onlardan günah işlemesi beklenemez anlayışı hakim. Böyle durumlarda kendilerini ayrı bir kefeye koyup hayata -100 ile başladıklarını sanıyorlar. Onlara göre şanslı olarak nitelendirilmek için şunlara ihtiyaç var: İyi bir aileden gelmek, çok iyi okullarda okumak, maddî ve manevî desteği arkasına alarak yürümek, istediğin her şeyin bir çırpıda ellerine konulması.

“Kim olsa o şartlarda böyle yaşardı, zaten aksi düşünülemezdi” söylemcileri köprünün öteki ayağındakiler. Yaşarken yorulmayanlardan nefret eden bu topluluk, kendi çıtasını yükseltmek için gram çaba sarfetmiyor, çünkü onlar zaten “baştan kaybetmiş” diye düşünüyorlar.

İslâmın böyle bir bakış açısına izin vermediğini hepimiz biliyoruz. Yenilgiyi baştan kabul edip her şeyi olduğu gibi bırakıp uzaktan seyre dalabiliriz. (Bunun başı rehavet, sonu kapı duvar.) Yapılacak herseyi yaparak fiili duanın hakkını verebiliriz. (Bunun başı, ortası, sonu, her yanı rıza-i İlâhî)

Firuza Gazizova Amerika’da yaşayan Özbek asıllı bir psikoloğ. Firuza Hanım başörtü takmaya karar verdikten sonra bakın neler olmuş.

*Başörtü takmaya ne zaman başladınız ve buna nasıl karar verdiniz?

Düzenli olarak 2 yıl önce başörtüsü kullanmaya başladım. Ramazan ayıydı ve iyi bir zamanlama olacağını düşündüm. Zira başörtüsü kullanmayı uzunzamandır düşünüyordum ama sanırım bir türlü yeterince cesur olamamıştım.

*Amerika’da dininizi yaşarken hiçbir zorlukla karşılaştınız mı?

Çalıştığım yerde hiç kimseye başörtüsü kullanmayı planladığımı söylememiştim. Bir gün başörtümle beraber işe geldim. Patronumun tavrı çok iyi değildi. Bana evime gitmemi ve korkutucu göründüğümü söyledi ve bunu hemen yapmazsam beni aynı gün içinde işten çıkaracağını belirtti.

Ben de evime gittim ve şirketin Arizona’daki üst düzey yöneticisini aradım. Bir süre sonra işyerindeki patronum aradı ve bir sonraki gün başörtümle işe gelebileceğimi söyledi.

*Mesleğiniz nedir, bize işinizle ilgili bilgi verebilir misiniz?

Lisans eğitimimi psikoloji üzerine aldım ve uluslar arası bir evlât edinme acentasında çalışıyorum. Evlât edinmeyi düşünen ailelerin bu işe hazırlanmasına yardımcı oluyorum. Üniversiteden 2.5 sene önce mezun oldum. Şu anda çalıştığım yerde işe başladığımda İslâmın evlât edinme ile ilgili hükümlerini bilmiyordum. İlerde fırsatım olunca işimi değiştireceğim. Göçmenlere yardımcı olabileceğim bir işe girmek istiyorum. Bence harama girme şüphesi olmayan çok faydalı bir meslek.

*Başka dinlerden arkadaşlarınız oldu mu? Onlarla hiç İslâm dini hakkında konuştunuz mu?

Evet, Müslüman olmayan arkadaşlarım var ve onlarla bazen din üzerine konuşuyoruz. Özellikle medyada İslâmla ilgili suçlamalar çıktığı zaman bana o konu hakkında ne düşündüğümü ve nasıl açıklayacağımı soruyorlar.

*İslâmiyetle ilgili sıkca duyduğunuz sorulardan bir kaç örnek verebilir misiniz?

Cihad ne demek? Kadınlar neden örtünmek zorunda? Müslüman kadınların çalışmasına izin veriliyor mu? Domuz eti dışında Müslümanların yemesi yasak olan şeyler neler?

Firuza Hanımda gördüğüm İslâmî hassasiyet takdire şayan. Çünkü kim ne derse desin; doğru neyse onun peşinden gidenlerden, durmadan koşan ve de İslâma karşı gittikce artan kötümser bakışlara aldırmadan yaşayan biri o.

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Nur-u Muhammedi (asm) ve salâvat



Zaman ve mekânın olmadığı boyutlardan bu âleme yansımalar ubudiyet dairesinden bakıldığında çok uzun zaman dilimlerine yayılmış şekilde algılanmakta ancak rububiyet dairesinde olan her şey vahdet ile birleşmektedir. Varlığın arka planındaki tekliğin ifadesi nur-u Muhammedi (a.s.m.) olmalıdır. Her varlığı ve her zaman dilimini aydınlatan ve eşya gerisindeki esmayı gösterenin o nur olduğu ve kâinatın bütün zamanlarını aydınlattığı artık daha net hissedilmektedir. Varlığın asıl algılanış şekli ve en öz mânâsı hisler şeklinde olmalıdır.

Çevremizde cereyan eden oluşlar, yani kâinat ya da kevnler, varlıklar âlemi sürekli bir şeyler anlatma çabası içinde. Şimşeğin çakışında, yağmurun sağnak sağnak inişinde, rüzgârın uğultusunda, dağların görüntüsünde, kısacası varlık âleminde ne var ve hangi işleyiş varsa hepsinde pek çok anlamlar yüklü ve her haliyle bir şeyler anlatmak istediklerini ifade ediyorlar.

İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık âleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması ve yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.

Tarihi boyunca insanlık, varlık âlemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık âlemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgili her şeyi ve tabiî olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir.

Yakın zamânâ kadar bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür. Bu güçlü rüzgâr yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddî âleme ve laboratuvara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır. Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi âlemin keşfi ile maddî dünya anlayışını sarsmıştır. Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi yerini her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır.

Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır. Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları âlemimize taşımıştır. Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır. Bilimin kendine aşırı güvenen bir eda ile “olmaz” ya da “olur” şeklinde ortaya koyduğu hükümlerden pek çoğunun bir anlamı kalmamıştır. Bilinemezlikler, belirsizlikler, ihtimaller daha ön plana çıkmış ve yeni dönemin varlık algısı köklü değişikliklere uğramıştır.

Bu yeni noktanın uzantısında ortaya çıkacak olan kâinatın bir kitap olduğu ve o kitabı anlamlı kılan en parlak cümlenin Hazret-i Muhammed (a.s.m.) olduğu sonucudur. Kitap içindeki bütün cümlelere anlam veren ve her noktanın gerisindeki gizli mânâları açığa çıkaran şahsiyet-i Muhammediye (a.s.m.) hakikati olmalıdır. Mevcutlar ve Hâlık-ı Kâinat arasındaki bağlantının merkezinde o zat (a.s.m.) yer almaktadır. Bu anlam, âlemlerin Rabbı tarafından kâinatın olmazsa olmazı konumuna getirilmesinin sebebi olmalıdır.

Varlığa mânâ kazandıran bu konum zerrelerle şekillenen âlemlerin de ötesinde farklı mânâ âlemlerine ve her türden âleme ulaşıyor bütün kevnleri, oluşları kuşatıyor olmalıdır. âlemlerin Rabbi’nin her ne türden hitabı varsa hepsinin anlamı ve ve şifresi Muhammedi (a.s.m.) gerçeklik içinde gizli gibidir. Bu ilişkiler ağı zaman ve mekân ötesi varlığın bütününü kuşatan ve kâinata adeta ruh veren bir yapı içinde gerçekleşmektedir. Bu türden ilişkilerin fizik âleme de yabancı olmadığı yeni fiziğin ölçülerinde de ortaya konmaktadır. Her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir âlem algısında ilk atomun ve son atomun Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile bağlantısı daha kolay algılanabilir ve anlaşılır hale gelmiştir. Onun (a.s.m.) varlığa nur kattığı hepimizi ve bütün âlemi aydınlığa kavuşturduğu düşünülerse bu bedenin insan adını almış olması ve onunla (a.s.m.) aynı türden oluşumuzun ne büyük bir şeref olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Belkide zerrelerin sürekli kaynaşması onun (a.s.m.) zerrelerden yaratılmış olmasının verdiği tarifi imkânsız bir sevinç ve her zerreye şeref veren bu halin hissettirdiği mutluluktan kaynaklanmaktadır. Salavat ise bu mutluluğun zerrelerle şekillendirilmiş bedenlerden kelimelere dökülmesi ve varlık âlemini kuşatan sonsuz rahmete onu (a.s.m.) vesile yapmak anlamına geliyor olmalıdır. Bu an Kâinat Sultanının Hazret-i Muhammed şeklinde ifade ettiği en parlak kelimenin zerrelerle ifadesinin ardından idrak sahibi zerrelerin ağzından aynı mânâ ile buluşmanın dile getirilmesi olmalıdır. Yani kâinatı anlamlandıran nurun kelimeler şeklinde açığa çıkması ve idrak edilir hale gelmesidir.

Allah (c.c.) ve melekleri ona salavat getiriyorlar. Biz de bütün zerrelerimizle ve kâinatı kuşatan bütün zerreler adına ona (a.s.m.) salâvat getirmeliyiz. Çünkü o (a.s.m.) kâinatı nuru ile kuşatmaktadır ve varlık adını alan her şeyi nuru ile aydınlanmaktadır. Çünkü o kab- ı kavseyn mânâsı ile âlemlerin Rabbine ayinedir.

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hayal aleminde yaşamanın sonu



Hayal âleminde yaşalak başka, gerçeklerle iç içe olmak başkadır. Hayal de bir gerçektir, ama hayalin ne olduğunu bilmemek ve hayallerle yaşamak gerçek değildir!

Obje, bilgi veya düşünce önce, beynimizin ilk basamağında ”tahayyül” edilir. “Tahayyül” hayâl etme; insanın sezgi, altıncı his, uyanıkken misal âlemine giriş, yâni temaşa etme (duru görü), olağanüstü düşünme, tasarlayabilme gibi duygularımızla bağlantılı gücümüzdür. Misâl âlemindeki fotoğrafları algılayabilen, süratle o âlemi dolaşan ve zihnimizin ilk basamağıdır.

Hayâl, aklın hizmetkârı ve tasvircisi olduğundan bir düşünce veya nesne/obje evvelâ buradan geçer. İster şuûrunda olalım, ister olmayalım; yaptığımız her şeyde kesinlikle tahayyülî bir çaba vardır. Çünkü, soyut bilgi ve fikri sonuçlara, “tahayyül”den başlanarak varılır.

Hayâlimiz, bir şeyden yola çıkar, hiç ilgisi olmayan çok farklı veriler elde eder. Meselâ, kısa, ince bir boru veya hortum görsek, hayâlimizde hemen kaval-flüte benzetiriz. Çünkü, boru ile flüt arasında bizzat; “yuvarlaklık, uzunluk, dürülmüşlük, içi boşluk” gibi gizli münâsebet ipleri vardır. Kavaldan da diğer bağlantılara; yâni çobana, çobandan koyunlara, koyunlardan çiftliğe, çiftlikten çeşitli hayvanlara, bağ-bahçeye, tahıl, sebze ve meyvelere; pazara, büyük mağazalara, hanlara, saraylara kadar uzanır gider...

Hayalde herhangi bir hüküm, bir fikir oluşmadan hayal-meyâl, karma karışık resimler, fotoğraflar, görüntüler belirir. Hepimiz hayâl kurarız. Ve bunların bir çoğunun saçma-sapan, safsatalardan ibâret olduğunu biliriz. Bu, normal ve tabiî bir süreçtir. Çünkü, eşya arasında gizli münâsebet ipleri bulunur. Ya bizzat vardır veya biz hayâlimizle olmayacak irtibatlar kurarız. Ne var ki, nesne, soyut düşünce; tahayyülde, yâni hayâl seviyesinde kalırsa, ondan safsata çıkar.1 Dolayısıyla burada kalmış bir inanç da elbette saçma-sapan, hurâfeler yığını olur; evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılır.2 Ve bir başka hayal gelir, onu yok eder. Hayalde safsata çıktığı gibi; hayalin sonu da hezimettir. Önemli olan hayâlleri diğer merhalelerden geçirerek ileri basamağa çıkarmaktır.

Hayâli hakikate karıştırırsak; hakikati de rencide eder, mahvederiz. Şöyle ki: Bir çoban, akşam üzeri, güneş batmak üzere iken; başını elinde sopasına, sırtını da kulübesine yaslanmış ve şöyle güzel bir hayal kurmaya başlamıştır: Koyunları bekleme ücreti olarak aldığım ve tavana astığım şu yağ testisini doldurduktan sonra pazarda satarım. O parayla bir koyun satın alırım. Koyunuma güzel bakarım; seneye doğurur. O da doğurur. Herbiri, her sene yeni yavrular verirler. Kısa zamanda katlanarak sürü sahibi olurum. Yine onların yarısını satar, bir köşk ve çiftlik satın alırım; diğer yarısını katlayarak artırırım. Sonra kralın kızıyla evlenirim. Güzel, gürbüz bir erkek çocuk sahibi olurum. Ona edebi öğretmek için özel hocalar, bilge kişiler tutarım. Ondan bir şey istediğimde, derhal yerine getirir. Eğer saygıda bir kusur ederse; şu değnekle kafasına bir indiririm... Derken, sopasını öfkeyle yağ testisine vurup parçalamış. Her şey bitmiştir, hakikat olan bir testi yağı da yok etmiştir.

Bu hikâyeyi hayatın her katmanında kullanabiliriz. Hayal gerçek değil. Hayalî inançlar da iman değil. Dinimizin hakikatleri hayal bulutlarının arkasında sarılı ise, bize bir faydası yoktur.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 647.;

2- Muhâkemât, s. 16.

04.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Süleyman KÖSMENE

Mü'min için ölüm



Çorum/Dodurga’dan hanım okuyucumuz: “Ölümün soğukluğu ve kabrin karanlığı beni korkutuyor. Ölümün hakikatini ve öldükten sonra neler olacağını anlatır mısınız?”

İnsan doğar ve ölür. Doğmak varsa, ölmek de var. Hayat varsa, ölüm de var. Bu bizim için mukadderdir, Allah’ın yazgısıdır. Nitekim Kur’ân, “Ölümü de, hayatı da yaratan Allah’tır”1 buyurur. Demek ölüm, hayat gibi, Allah’ın yarattığı bir şeydir. O halde ölüm gerçeğini kabul edip, buna göre hazırlanmak bizim için en çıplak gerçektir. Bir ölüm gördüğümüzde, yaşlı olsun, genç olsun fark etmez; “şimdi ben ölmüş olabilirdim” diyerek ibret almamız ve ahirete yönelmemiz yerinde bir davranış olur.

Diğer yandan, inanan ve Allah korkusu yaşayanlar için ölüm hiç korkunç bir gerçek değildir, kabir hiç korkunç bir mülk değildir. Korktuklarımızdan Allah’a sığınmamız inşallah bizim için yeter. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri Kur’ân’dan süzerek bildiriyor ki, mü’min için ölüm faniden bakiye doğru bir yer değiştirmekten ibarettir. Kabir de karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nurlu âlemlerin kapısıdır. Asıl karanlıklı olan yer ise, bütün ihtişamıyla önümüzde süzülen dünyadır. Öyleyse, dünya karanlığına elveda deyip cennetler bahçesine çıkmak, cismani hayatın zorluklarından kurtulup, rahat âlemine uçmak ve ruhların uçuşup durduğu meydana geçmek, yaratılmışların sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Rahman’ın huzuruna gitmek bin can ile arzu edilen bir seyahattir.2

İmam-ı Gazali, mü’minin ölür ölmez mahpus gibi bir dünyadan kurtulduğunu, karanlık bir evde hapsedilip, birden bire geniş bir bahçeye kapısı açılan bir odaya geçen insan gibi ferahlık duyduğunu, bu yüzden tekrar dünyaya dönmek istemediğini kaydediyor.3 Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Bir mü’minin ruhu bedeninden ayrılınca, daha önce ölmüş ve Allah katına yükselmiş olan merhum ruhlar önden gelen bir müjdeci gibi onu karşılarlar. Onlardan bir kısmı: “Bırakınız, kardeşiniz bir nefes alsın. Çünkü o büyük zorluktan yeni kurtulmuştur” derler.4

Keza Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “İyi kimse mezara konduğu vakit, onun namına bir yetkili mezara: ‘Bu adam iyilik yapar, iyilikleri emreder ve kötülüklerden uzak dururdu’ der. Bu defa mezar da: “O zaman ben onun için yeşil bir bahçe olurum. Cesedi nur olur. Ruhu Allah’a yükselir” der.”5

Peygamber Efendimiz (asm) diğer bir uzunca hadisinde buyuruyor ki: “Mü’min ölüme yöneldiği vakit, beraberlerinde kefen ve güzel koku bulunan, yüzleri güneş gibi parlak melekleri Allah gönderir. Melekler adamın göreceği yerde beklerler. Ruhu çıktığı vakit, yer ile gök arasında ve gökte ne kadar melek varsa onun için istiğfar ederler. Gök kapılarının tümü kendisi için açılır. Ve her kapı kendisinden geçmesini ister. Ruhu Allah’a yükseldiği vakit melekler: “Ya Rab, bu falan kulunun ruhudur” derler. Allah: “Onu geri çevirin ve onun için hazırladığım mükâfatları ve iyilikleri gösterin. Çünkü ben ona vaad ettim. ‘Sizi topraktan yarattım ve toprağa iade edeceğim. Tekrar topraktan çıkaracağım” buyurur.6 Ruh mezarına döner. Bu arada kendisini defnedip dağılanların ayak tıkırtılarını işitir.

Melekler onu sıkarak: “Rabbin kimdir?” derler. O: “Rabbim Allah’tır” der.

Melekler: “Peygamberin kimdir?” derler. O: “Peygamberim Hazret-i Muhammed’dir. (asm)” der.

Melekler: “Dinin nedir?” derler. O: “Dinim İslâmdır” der.

Bu defa melekler: “Doğru söyledin” derler. İşte bu Allah’ın, “Allah iman edenlere dünya hayatında da, ahiret hayatında da o sabit sözlerinde sebat ihsan eder”7 ayetinin manasıdır. Sonra güzel yüzlü, güzel elbiseli ve güzel kokulu birisi gelir ve: “Nimetleri devamlı olan Allah’ın rahmet ve Cennetiyle müjdeler olsun!” der. Ardından bir ses: “Cennetten döşek indirin. Cennetten mezarına bir kapı açın” diye seslenir.

Döşek getirilir ve Cennetten bir kapı açılır. O bütün bunlardan son derece memnun olarak der ki: “Allah’ım! Kıyameti tez getir de bir an önce aile efradıma kavuşayım!”8

Dipnotlar: 1. Mülk Sûresi: 2 2. Sözler, s. 187 3. İhya, 4/886 4. Taberani, İbn-i Mübarek, Zühd 5. Hâkim 6. Taha Sûresi: 55 7. İbrahim Sûresi: 27 8 .Ebu Davud, Hakim

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Yarınımız da güzel olsun



Güzellik kavramı insandan insana değişiyor. Çoğu insanımız için güzellik denince dünyanın geçici güzellikleri akla gelmektedir. Ancak biz biliyoruz ki gerçek güzellikler, Allah’ın rızası dairesinde yaşanan bir hayatta hissedilen güzelliklerdir. Bundan dolayı da dünyanın mecazi güzelliklerini güzellik saymıyor, bu tür güzelliklere meftun olmanın insanı çirkinliklere götürdüğünü biliyoruz.

Bir insan eğer insan olarak yaratılmanın önemini kavramış ve bu dünyaya bir vazife için gönderilmenin sırrını kafasında çözmüşse, o artık güzellikleri hep inancı çerçevesinde arar. Bulduğu zaman da kendini dünyanın en mesut ve bahtiyar insanı olarak görür. Böyle bir insan için, artık bulduğu bu iman hazinesinden devamlı istifade etmek ve en önemlisi de hayatın son saniyesine kadar bu istifadeyi yürütmenin kararlılığını devam ettirmek çok önemli bir mesele haline gelecektir.

Bir çok şeyin çabuk değişikliğe uğradığı dünyamızda, insanoğlu da her an bulunduğu kulvardan başka bir kulvara geçme temayülüne sahip olduğu için, çok çabuk değişikliğe maruz kalabilmektedir. Çünkü her an önüne değişik ihtimaller çıkmaktadır. Öyle ki fikrinde, inancında ve inandığı şekilde hayat sürme noktasında istikrarı yakalamada oldukça fazla zorluklar yaşamaktadır. Hele bu durum, çeşitliliğin, renkliliğin fazlasıyla çok olduğu zamanımızda insanı daha da çok zorluklarla karşı karşıya getirmektedir.

Eğer şu anda bizim için, Allah’ın rızası ve Peygamberin çizgisi dairesinde bir hayat sürdürmek en önemli mesele ise, şüphesiz bu durumda bizim için ikinci önemli mesele de bu durumu hayatımızın son noktasına kadar sürdürebilmektir.

Allah’a sağlam bir inançla iman etmek ve Habibi olan Hz.Muhammed’in(a.s.m) aydınlık yolundan gitmek her insan için tarifi imkansız bir ehemmiyet arz etmektedir. Ve en önemlisi de, bu yakalanan yolda ömür boyu yolculuk edebilmek, insanlık duygularının ebedî alemdeki geleceğini garanti altına alabilmektedir.

Unutmayalım ki, şu an içinde yaşadığımız manevî iklim tek başına geleceğimizin garantisi olamaz. Şimdilik Rabbimizin bazı ihsanlarına nail olmuşsak, sanki ömrümüzün sonuna kadar bu güzelliği hayatımızda sürdürme garantisi almışız gibi bir sarhoşluğun içine girmememiz gerekir. Hele yakalanan güzelliklerden dolayı şükrü bırakıp, kendimizde bir şeyler vehmetme gafletine düşersek, geleceğimizin tehlikeli bir konuma girmesinin önüne geçmemiz oldukça zor olacaktır.

Dünyamızda şahit olduğumuz maddî güzelliklere sadece dünya değerleri çerçevesinde yaklaşmak yerine, olayı ölümden sonraki ebedî hayat nokta-i nazarından değerlendirirsek, hayatımızı gerçek doğrular üzerinde devam ettirmemiz daha kolay olacaktır. Bütün bu değerlendirmeler, insanoğlunun bu dünya hanında çetin bir mücadele içinde olması gerektiğini ortaya koymaktadır.

İçinde bulunduğumuz dünyadaki yaşantımızı ebedî hayat açısından garanti altına almak önemli olmakla birlikte, gelecekteki hayatımızı düşünmek ve yolumuza çıkabilecek caydırıcı tuzaklara karşı uyanık olabilmek belki daha çok önemli olabilmektedir. Bugün Rabbimiz bizlere inanmanın güzelliklerini bahş etmişse, bu güzelliklerin hayatımız boyunca yaşantımızda hükümran olması için, hep şuurlu bir kul halet-i ruhiyesi içinde yalvarma durumunda olmamız gerekmektedir.

Cennetin ucuz olmadığı ve cehennemin de lüzumsuz yaratılmadığı gerçeğini bilmemiz, daha çok uyanık olmamız gerçeğiyle bizleri yüzleştirmektedir. Nefsimizin istekleri doğrultusundaki bir yaşayışla, gerçek güzelliklere kavuşmamız ve insanlığın en güzel menzillerine ulaşmamız hayal olacaktır.

Bütünüyle güzel olan Kâinat Yaratıcısı, layık olduğumuz takdirde bize insanlığımıza uygun güzellikleri verecek ve geleceğimizin de güzelliklerle şekillenmesi nimetine bizleri nail edecektir şüphesiz.

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Tezkereden öte



Düşünmeyeceksin, sormayacaksın, eleştirmeyeceksin. Sadece hükümetin ileri sürdüğü gerekçeleri tekrarlayacaksın.

Eleştiriler karşısında çok tahammülsüz bir hükümet var. İstiyorlar ki herkes kendilerini desteklesin. İstiyorlar ki, herkes Lübnan’a asker gönderilmesini istesin. Şartları, konjonktürü, pozisyonumuzu kimse sorgulamasın.

Ancak Lübnan’a asker gönderme konusunda ısrarla kuşkuların dile getirilmesi üzerine hükümet, tezkereyi Meclise sunarken bir gerekçe ekleme gereği duydu. Türk askerinin silahlı çatışmaya girmeyeceği, Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi bir görevinin olmayacağı belirtildi. Başbakan Erdoğan’da, “Silahsızlanma istenirse Lübnan’dan askerimizi çekeriz” deme gereği duydu.

Tabi BM barış Gücü’nün angajman kurallarını kabul ettikten sonra, Türkiye’nin dünyaya rağmen bölgedeki askerini çekmesi mümkün olur mu, Türkiye bunu göze alabilir mi o ayrı bir konu.

Ancak şurası bir gerçek ki, Lübnan’a asker gönderilmesi gibi bir konu öyle sorgulanmadan, tartışılmadan, kamuoyu tatmin edilmeden alınabilecek bir karar değil.

İsrail gibi BM kararlarını dinlemeyen bir saldırgan ülke söz konusu. Bugün Ankara’yı ziyaret edecek olan BM Genel Sekreteri Kofi Annan 1 hafta önce İsrail’deydi. Annan, İsrail Başbakanı Olmert’ten, Lübnan’daki ablukayı kaldırmasını talep etti. Ablukanın devam edeceği yanıtını aldı.

Annan’ın bölgeyi ziyareti sırasında İsrail Dışişleri Bakanı Livni’de Almanya’daydı ve gerekli gördükleri anda Hizbullah’ı vuracaklarını beyan etti. İsrail konusundaki çekincelerin dile getirilmesini vatana ihanet gibi görmek, deve kuşu gibi kafasını kuma sokup, gövdesini hedef tahtası gibi ortada bırakmaktan başka bir şey değil. Böyle bir üslup olamaz. Elbette ki sorulacak, sorgulanacak ve tartışılacak.

Bölgeye Barış Gücü ilk kez gitmiyor. Şimdi dahil olacağımız UNIFIL’ın kısa bir süreliğine görev yapmak üzere gittiği 1978 yılından bu yana bölgede olduğu bir tarafa kaydedilmeli.

Savaş demek, işgal demek, ihtilal demek, iç savaş ve nihayet uluslar arası güçlerin birinin gelip diğerinin gittiği bir yer demek Lübnan. Önce Fransız işgali, bağımsızlık ve bir süre sonra iç savaş. Suriye öncülüğünde Arap Barış Gücü’nün zamanla Suriye gücüne dönüşmesi, İsrail işgalleri, Fransa, ABD, Suriye, Filistin ve İsrail’in kanlı oyunlar oynadıkları bir saha demek Lübnan.

Lübnan’a asker gönderilmesi konusunda AKP iktidarı çok kötü bir iletişim yönetimi sergiledi. Kamuoyunu ikna etme konusuna gereken özeni göstermedi. Henüz BM kararının ayrıntıları belli olmadan dışişleri, neden asker göndermemiz gerektiğini kamuoyuna empoze etmeye çalıştı.

Baştan hevesli bir Türkiye yerine Lübnan-İsrail eksenine uygun bir ciddiyetle konunun müzakere edildiği intibaı kamuoyuna verilse, bu denli kuşku olmazdı. Ancak iktidarın ciddi görüşmeler yaptığına dair bir kanaat, ülkenin tepesindeki Cumhurbaşkanı’ndan sokaktaki vatandaşa kadar kimsede oluşmadı, oluşturulmaya özen gösterilmedi.

Bugün iktidarda AKP değil de başka bir iktidar olsaydı Abdullah Gül meclis kürsüsüne çıkar, bugün CHP’li Onur Öymen’in savunduklarından daha sert gerekçelerle İsrail’in beklentileri doğrultusunda ve Hizbullah karşıtı bir pozisyonda Lübnan’da bulunmamamız gerektiğini anlatırdı.

Türkiye’nin ABD’ye ters düşmemesi bir politika olabilir. Trafik kazasından bile insanlar yaşamını yitirirken, Lübnan için kabullenilebilir ölçülerde bir risk üstlenilebilir. Ayrıca İsrail, Lübnan ve Hizbullah’ın da Türkiye konusunda itirazlarının olmaması, bölgesel ağırlığımızın bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Ancak şu unutulmamalı.

Irak’ı Lübnan’a çeviren ABD, Lübnan modelini adım adım tüm Ortadoğu’ya yayıyor.

Afganistan’da El Kaide, Irak’ta ise Saddam tehditti. Lübnan’da ise buna Hizbullah eklendi. İşgaller ve iç savaşlarla bu ateş tüm Ortadoğu’ya yayılıyor. Biz de İran, Irak ve Suriye’den oluşan Şii kalkanı karşısında Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın öncülüğünde bir sünni bloku oluşturmaya zorlanıyoruz.

Pentagon’un Irak’la ilgili son raporunda, ülkede iç savaş koşulları oluştuğu ve çatışmalarla iyice güçlenen örgütlerin artık kendi sosyal düzenlerini kurduğu,halkın ihtiyaçlarını karşılamaya yöneldiği ve mezhep çatışmalarına uygun bir zeminin hazır olduğu belirtiliyor.

Başbakan Erdoğan Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkılmasına ihanet olarak değerlendireceğine önce bu tabloyu yorumlamalı.

“Biz ABD ve İsrail’le ters düşmek istemiyoruz” denilse bu daha dürüstçe olur. Çünkü tezkereden öte bir proje ile karşı karşıyayız.

04.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Denge gücü olmak



Lübnan’a asker sevkiyle ilgili tezkere konusunda yine gürültüler koptu. Mesele 1 Mart tezkeresi gibi takdim edilmeye çalışıldı. Kimileri ‘gayri resmi’ Hizbullah sözcülüğüne soyunarak Türkiye’nin oraya gitmesine karşı çıktılar. Halbuki Hizbullah perdenin önüne çıkarak kendisini pekala ifade edebilir. Gayri resmi sözcülere ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Argümanları da şu: İsrail ve Araplar Türkiye’yi orada Sünni bir güç olarak görmek istiyorlarmış. Temenniyi hakikat gibi algılamak temenniyi hakikat dairesine çıkartır. Asıl cinayet bu olur! İsrail’in bu tasavvuru ne kadar tehlikeliyse bu tasavvuru tasdik etmek de o derecede tehlikelidir. İsrail sadece bu tasavvurla bir fitne ortaya atıyor. Bu tasavvuru kabul etmek de fitneyi yutmaktır. Burada hiçbir muhakeme yapılmadan İsrail’in varsayımı hakikatmış gibi kabul ediliyor. İsrail’in Türkiye ‘Sünni gücü olarak gelsin’ demesi ne kadar hatalı ve tehlikeli ise ‘Türkiye Sünni gücü, öyleyse gelmesin’ demek de o kadar hatalı ve tehlikelidir. Çünkü ikisi de aynı amaca hizmet eder. Kaynaşmaya değil kavgaya. Bu taktirde mezhep üzerinden güç devşirme mücadelesi başlar. Barış gücünü toptan muhalefet zımnında Türkiye’nin varlığına da karşı olabilirsiniz. O farklı bir olay. Ancak Barış Gücüne taraftar olduğunuz halde Türkiye’ye karşı çıkıyorsanız burada başka dürtüler devreye giriyor demektir. Mezhep hassasiyetini asıl bu körükler. Türkiye 1 Mart tezkeresiyle birlikte Irak’a Sünnileri bastırmak üzere bir güç olarak gitmediği gibi Lübnan’a da elbette Hizbullah’la mezhep adına savaşmaya gidiyor değildir. Böyle bir misyonu yoktur ve olmamalıdır. Burada ideal bir durumun olduğu söylenemez. Elbette mulahazalarda haklılık var. Zira belirsiz yönler var. BM etiket veya bir tabeladan başka bir şey değildir. Mustakil bir iktidarı yok ki güvenilsin. Bu açıdan, burada ideal veya mükemmel bir durum sözkonusu değil. Ancak Hizbullah açıkça karşı çıkmazken Hizbullah adına Barış Gücüne karşı çıkanların altarnatif bir teklifi var mı? Bu ucu açık statü daha mı iyi?.

***

Sınır o şekilde mi kalmalıdır? O taktirde, Lübnan-İsrail sınırı Gazze sınırı gibi olacaktır. Barış Gücü illa da bölgeye gelecekse Türkiye’nin de olmasında fayda var. Çünkü mavi berelilerin tabelasından çok bu güce asker veren ülkelerin dağılımı önemli. Bu dağılım hasım tarafları temsil eden Amerikan-İran eksenli olmayacağına göre nispeten tarafsız olacaktır. Bu tarafsızlık Hizbullah karşıtlığı değildir. Bu da Fransa, İtalya ve Türkiye gibi güçlerle nispeten temin ediliyor. Dolayısıyla buradaki ateşkesden tabela olarak BM sorumlu olsa bile gerçekte buraya asker gönderenler sorumludur. Bu manada Srebrenica’da Hollanda askerleri yerine Türkiye, Pakistan veya başka ülkelerin askerleri olsaydı belki bu facia yaşanmayabilirdi. Ruanda’da da Fransızların veya Belçikalıların yerine başka ülkelerin gücü olsaydı Tutsilerin insanlık dramı yaşanmayabilirdi. Bu açıdan, İsrail ile Lübnan sınırında Türk askerinin varlığı Lübnan halkı için bir teminattır. Bundan dolayı Sinyora gibi Lübnanlı liderler baştan beri Türk askerini istediler. Bunun karşılığında risk yok mudur? Elbette çok yönlü risk var. Bu risklerden birisi Türk askerlerinin istem dışı bir şekilde Hizbullah’ın silâhsızlandırılmasına katkı vermeleriydi. Oysaki bu, Lübnan ordusuyla Hizbullah’ın bir iç meselesidir. Zaten Türkiye de tezkerede ve alenen böyle bir vazife almayacaklarını aksi taktirde askerleri çekeceklerini duyurdular. Hindistan kimseye sormadan askerlerini çekmiştir. Öyleyse burada abartıların iyi niyetle hiçbir alakası yoktur. Bu mezhep kızışmasını yatıştırayım adına körüklemekten veya kızıştırmaktan başka bir şey değildir. Tersinden meseleyi kaşımaktır. Nasrallah’dan sonra en dikkat çekici ve yapıcı açıklamalardan birisini Fadlallah Yeni Şafak’a yapmıştır. Şöyle demiştir:” Biz Türk ordusunun Lübnan’daki uluslar arası güce katılmasını teşvik ediyoruz. Çünkü Müslüman Türk Ordusu bize, Avrupalı veya bir başka ülkeden olsun, diğer ordulardan daha yakındır...” Sağduyunun sesi ve Şii-Sünni kaynaşmasına katkı budur.

***

Barış gücü bu vasfıyla daha önce olsaydı belki 11/12 Temmuz olayları ve ardından da Lübnan savaşı yaşanmayabilirdi. Veya ihtimal ki tekerrürünü önler. Barış Gücünün İsrail’i Hizbullah’ın saldırılarından koruyacağı söyleminde mantık kayması vardır. Buna göre saldırgan taraf Hizbullah, İsrail ise savunmadadır. Asıl saldırgan İsrail değil midir? Barış gücü Antony Lahd gücü gibi tek yanlı bir güç değildir. 1 Mart tezkeresinin sonuçları ise tek yanlı olacaktı. Gerçekleri populizme kurban etmek barışa hizmet etmek değildir. Yine de elbetteki milletvekilleri tezkereye oylarını, kimsenin tesiri altında kalmadan artı ve eksileri hür vicdanlarıyla tartıp vereceklerdir. Doğrusu da budur.

04.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004