Osmanlı toplumunda aile
Bugünün insanı modernizmin getirdiği hızlı bir değişim ve gelişim süreci yaşıyor. Belki bu gelişmeler, hayatımızı son derece kolaylaştırıyor, dünyayı küçük bir köy haline getiriyor, ancak öte yandan duygusal ihtiyaçların tatmini sağlanmayınca ve fıtratın sesine kulak verilmeyince de bazı mânevi değerlerimizde aşınmalara, yaralanmalara sebep oluyor. Bundan hepimiz az veya çok nasibimizi alıyoruz maalesef.
Şükür ki, bazı yaralar almasına rağmen ailevî değerlerimiz hâlâ eski canlılığını ve önemini koruyor. Günümüz insanı dört bir yanını kuşatmış tahripkâr akımlardan korunmak için mutluluğu yine ve ancak aile çatısı altında bulabiliyor. Zira fıtrat yalan söylemiyor.
Kaybolan değerlerimizi bulma adreslerinden biri de tarihtir. O halde biz de bir nostalji yapalım ve bakalım Osmanlı’da aile yapısı nasılmış, neler değişmiş, neler değişmeden günümüze kadar gelebilmiş?
Osmanlı ailesinin özünü besleyen, şekillendiren unsurların özünü anlamak için, Osmanlı toplumunun özelliklerini genel çerçevede incelemek gerekiyor.
Tarihçi-yazar Yılmaz Öztuna’dan şu anekdotu aktaralım: “Osmanlı Türk toplumu itaat temeline dayanıyordu. Bu itaat korku ve zorlama eseri değil, bir gelenek ve bir anlayış biçimi idi. İtaat, saygıyı beraberinde getiriyordu. Öyle ki, kendisinden 6 ay önce ustalık derecesine yükselmiş bir esnaf, 6 ay kıdemsiz ustadan saygı görürdü. Bu, silsile halinde aşağıdan yukarıya kadar devam eder ve piramidin başında padişah bulunurdu.
“Toplumun ikinci dinamiği ‘nezaket’ti. Birçok farklı milleti bir arada yaşatan Osmanlı toplumunda gürültü, patırtı, tecavüz, şiddet ve kaba kuvvetten nefret edilirdi. İstanbul terbiyesi ve nezaketi dünyaca ünlü idi. Nezaket, konuşulan dile de yansır, okuma yazması olmayan bir mahalle kızı bile Türkçe’nin ahenklisini konuşurdu. Toplum tok gözlü ve kanaatkâr idi. Aç ve açıkta insan yoktu. İhtiyaçlar bugünküne nispetle, mukayese kabul etmeyecek derecede sınırlı idi. Lüks ve israf belli ailelerde görülürdü ki, bunlar da fikir babaları idiler. İsrafları derecesinde sosyal müesseseler de kurarlardı.
“Mahallede gerçek bir muhtacın bulunması, o mahalle için şerefsizlik sayılırdı. Hatta işsiz ve bekârın varlığı bile hoş görülmez, el birliği ile evlendirilirdi. Herkes yorganına göre ayak uzatmasını bilirdi. Sosyal şartları birbirine yakın aileler arasında evlenmeler yapılırdı.
“Saygı, nezaket, konuşulan dilin inceliği (argodan uzaklığı), kanaatkârlık, rıza, diğergâmlık, hürmet, vefa, tokgözlülük bir dizi güzel meziyet Osmanlı cemiyetini sarıp sarmalamıştı. Hiç şüphesiz kaynağı İslâm ahlakı olan bu değerler teoride kalmayıp, hayata geçiriliyor, aile de bu dinamiklere göre şekilleniyordu…”
Aslında mütevazı bir Osmanlı ailesi örneği dışında kalan ve kendine has bir statüsü bulunan sarayda bile gelenekler, itaat ve saygı anlayışına dayanıyordu. Balıkâne Nazırı Ali Rıza Bey, bunu bakınız nasıl naklediyor:
“Umum saray kadınları muhtelif ırklara sahip oldukları halde daimi sarayın içinde yaşadıkları ve bu muhitten dışarı çıkmadıkları cihetle saf ve samimi olarak efendilerine sinelerinde bir muhabbet-i mahsusa beslerlerdi. Hiss-i hürmet, kutsiyet derecesinde idi. Bu itikat kuvvetiyle, zahmetten, meşakkatten çekinmezler, işten yılmaz, usanmazlardı.”
Verilen örnek her ne kadar saraya ait olsa da, bu toplumun diğer seviyesindeki kadınlar için de geçerliydi. İşte sadece bu bile günümüz kadınlarının çok uzağında kaldığı bir anlayıştır. Belki bizden bir-iki kuşak öncekilerde varlığını gördük, ancak şimdi bırakın eşlerimize hiss-i hürmeti kutsiyet derecesine çıkarmayı, evlerimizi hak-hukuk savaşlarının meydanlarına çevirmiş durumdayız. Ev hanımlığı ve ev işleri de kadını yıpratan, ondan birçok şeyi alıp götüren, neredeyse küçümsenen bir durum gibi algılanmaya başlanmış.
Yine Ali Rıza Bey, “Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı” adlı eserinde, Türk ailesinde kadın, erkek ve çocukların durumunu anlatırken, orta halli bir kadının gündelik hayat profilini şöyle çiziyor:
“Maişetleri derece-i muvassıtada bulunan (orta halli) ailelerde kadınlar, vazife-i beytiyeleriyle (ev işleriyle) iştigal ederler. Çarşıdan bazı mübayaatta bulunmak, istihmam etmek (hamama gitmek), ehibbasını (dost, komşu, hısım-akraba) ziyaret etmek maksadıyla ancak bir-iki ayda bir kere sokağa çıkabilirlerdi. Hatta ekserisi İstanbul’un, bâhusus Çarşı-yı Kebir’in (Kapalı Çarşı) yollarını bile layıkıyla bilmezlerdi. Beyler mahalle kahvesine giderlerse, onlar da bâde’t-tââm (yemekten sonra) komşuya gidebilirlerdi.”
Her ne kadar bazı kesimler bu ifadelere bakarak Osmanlı kadınının bir nevi ev hapsinde (kafes hayatı) olduğuna hükmetseler de, bir İngiliz Müellifi Th. Thornton yaşanan aile mahremiyetinin topluma yaptığı olumlu etkiyi bakınız nasıl hayranlıkla anlatıyor:
“Türk’ün ahlâkî seciyesi çocukluğunda iyilik telkinâtı olarak değil, muhitinde fenalık görmeyerek teşekkül eder. Çünkü Türkler, ilk terbiyelerini analarıyla dadılarının gözlerinin önünde ve takayyütleriyle (kayıtları altında) itina içinde alırlar. Bunlar o karmakarışık erkek cemiyetlerinden ayrı yaşadıkları için fenalık misallerinin sirayet dairesinde analarıyla babalarından öğrenirlerdi.”
Geleneksel Osmanlı ailesinde kadın evinin “dahiliye nazırı/ iç işleri bakanı” olmaktan zevk alan, evin çekip çevrilmesi ve çocukların terbiyesiyle meşgul olmayı bir yük değil, aksine bir şeref addeden ve bu anlayışla aile sıcaklığının tadını çıkaran bir konumdaydı.
|