Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"Üzüntü ve korkumuzu gideren Allah'a hamd olsun", derler. "Şüphesiz ki Rabbimiz çok bağışlayıcı ve kullarının mükâfatını fazlasıyla vericidir.

Fâtır Sûresi: 34

04.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim bir ağaç diker de ondan bir insan veya yaratıklarından herhangi bir yaratık yerse bu mutlaka onun için sadaka olur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3704

04.09.2006


Tesettürsüzlük evliliği azaltıyor

Dördüncü Hikmet

Malûmdur ki, kesret-i nesil, herkesçe matluptur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenâsüle taraftar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor. Çünkü, en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder.

Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü kadının-aile hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan-en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azâbı çektirir. Hattâ erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz, başka kadınları da nikâh edebilir.

Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada, düello gibi çok şiddetli vasıtalarla, açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm kıtası, ona nispeten memâlik-i harredir. Malûmdur ki, muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştahı açmak için açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta medar olmaz. Fakat seriütteessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesât-ı nefsâniyesini mütemadiyen tehyiç edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlûp ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevîlerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nispeten nazar-ı dikkati az celb eden, mâsûme işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsâniyeyi tehyice medar olmadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.

Lem’alar, 24. Lem’a, s. 258

04.09.2006


Bir âyet olarak “gece”

Gözümüzü hikmetle açıp, hikmetle etrafımıza baktığımızda Rabbimizin nice âyetlerini görürüz. Çiçekler, böcekler, dağlar, denizler, denizde akıp giden gemiler, yağmurlar, bulutlar… Gece de bu âyetlerden bir tanesidir. Bizatihî Kur’ân “Gece de onlar için bir âyettir” (Yasin: 37) buyurur ve bizleri gece üzerine düşünmeye, tefekküre çağırır. Maişet vakti kılınan gündüzün keşmekeş ve koşuşturmacasından sonra İlâhî bir lütuf olarak dinlenme vakti olan gece kendimizi dinleyebileceğimiz bir vakittir de aynı zamanda. Gece nasıl gündüze perde kılındıysa, biz de gecelerimizi günümüzün sahte ışıklarına, parlaklıklarına perde kılabiliriz. Bürünmek, örtünmek biraz da kendi içimize, özümüze, enfüsî âlemimize dönmekse gecelerimizde Rabbimizin âyetleri üzerine yapacağımız tefekkür ve ibadetlerimiz mülkten melekûta, maddeden mânâ âlemlerine açılan pencerelerimiz olabilir. Çünkü Kur’ân’ın ifadesi ile “Gece kalkışı, (Kur’ân’ı anlamada kalbe) alabildiğine uygun ve kıraate daha elverişlidir” (Müzzemmil: 6). Bir âyet olarak gecenin, gecelerin bizlere söylediği nice ders olsa gerektir.

Gece, rububiyet dersi verir. Kişi dünyayı kendi âyinesinden görürmüş. Monotonlaşan hayatımız çoğu zaman etrafımızdaki nice “olağanüstü”lükleri “olağan”laştırır. Tüm kâinatı elinde tutan birinin ancak gündüzün ardından bir örtü ve dinlenme vakti olan geceyi getirebileceğini unutur oluruz. Gecede yazılan nice âyetleri ve dersleri de tabiî. Nisyan ile malûl olduğumuzu bilen Rabbimiz, hatırlatır ve ikaz eder bizi. “De ki: ‘Söyleyin bakayım! Eğer Allah, geceyi üzerinizde kıyamete kadar devamlı kılacak olsa, Allah’tan başka size bir ışık getirecek ilâh kimdir? Hiç (söz) dinlemez misiniz?’” “De ki: ‘Söyleyin bakayım! Eğer Allah’tan başka, gündüzü üzerinizde kıyamete kadar daimî kılacak olsa, içinde istirahat edeceğiniz bir geceyi size getirecek ilâh kimdir? Hiç (hakkı) görmez misiniz?’” (Kasas: 71-72)

Gecenin ve gündüzün ardı sıra gelmesinin rastgele tesadüfü bir şey olmadığını, Allah’ın kudret ve iradesi ile birbirini takip ettiğini, bunda Allah’ın kudretine deliller olduğunu, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi ile baharın, bahar ile de muhtaç olduğunuz rızkın geldiği gibi nice mânâlar taşır gece bize.

Gece, faniliğimizi ve misafirliğimizi anlatır bize. Gündüzün göz kamaştırıcı ışık ve aydınlığının gece ile zeval bulması, her kemalin bir zevali olduğunu hatırlatır. Gündüz nasıl zevale akıyorsa, dünyanın da gözümüzü kamaştıran mal, mülk, şan, şöhret, şehvet, makam, mevki gibi neyi varsa hepsi gece ve gündüzün dönmesi ile zevale koşar. Yaşadığımız her gece ölümümüze bir gece daha yaklaşmak; yaşamak ölümümüze yanaşmak demektir aslında. Rabbimiz de bu dersi verir nice âyette. “Yerin üstünde olan herkes fanidir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zatı bâkî kalır.” (Rahman 26-27) Biz o kadar alışmışız ve ülfet etmişizdir ki geceye, bu mânâlar pek yankı bulmaz kalp ve ruhlarımızda.

Gecede ümit de vardır. Günümüzün sel gibi akan günahları karşısında her bir günahla biraz daha yaralanan ve karalanan kalblerimiz, nazar-ı gafletle Hz. Yunus’un (as) gecesinden yüz derece daha karanlık olan istikbalimiz vardır. Çevreden yardım yerine çoğu zaman bin bir günahın kışkırtıcı çağrıları gelir kulaklarımıza ve gözlerimize. Benliğimizin sahte ışıkları karanlıklarımızı koyulaştırmaktan başka bir şeye yaramaz. Biz böyle umutsuz ve ümitsiz iken gecede imanın nuru daha da parlar. Zira artık anlarız ki sebepler faydasız, yoktur Müsebbibü’l-Esbab’dan başka yardımcımız. Yunus (a.s.) gibi “Lâ ilâhe illâ ente...” deriz en koyu karanlıklarımızda. “Ya Rabbi bizim durumumuz ne kadar karanlık olursa olsun, Sen ‘gecenin karanlığından sabahı yarıp çıkaransın.’ (En’am: 96) Bizi de karanlıklarımızdan imanın hidayet nurlarına çıkar, yoktur senden başka bize eman verecek” diye yalvarırız. Farklı yön ve boyutları olsa da doğru, hidayet bir iken dalâletin karanlıkları binlercedir. Nefsimiz, enaniyetimiz, mal mülk tutkumuz, makam mevki sevgimiz, şehvetimiz karanlıklarımızdan sadece birkaç tanesidir. Ve bizi bütün karanlıklardan kurtaracak, Rabbimize olan iman, duâ ve istiğfarlarımızdır. Çünkü “Allah iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından hidayet nuruna kavuşturur.” (Bakara: 257)

Peygamberimizin (asm), gece yatmadan önce okumamızı önemle tavsiye ettiği Bakara Sûresinin son iki âyetinde geçen “Allah kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz” âyeti de, gecede bize verilen bir ümit ve müjde değil midir? ‘Her ne kadar gündüz harama, günaha düşmüş ve girmiş olsan da ümitsizliğe düşme. Bunlar senin geçebileceğin imtihanlardır. Çünkü senin şefkatli ve merhametli Rabbin sana geçemeyeceğin sorumluluklar yüklemez...’ gibi mânâlar da söylemez mi? Şeytanın ‘Zaman kötü, bu kadar günah var, inancını yaşaman imkânsız, bak insanların çoğu harama dalmış durumda, bundan kurtulman imkânsız’ gibi bin bir desisesine karşı bu âyetler birer ümit değil midir? Şeytanın bu desiselerine karşı ‘Hayır, Rabbim bana kaldıramayacağım yükü, sorumluluğu yüklemez’ bir destek ve teşvik olsa gerek bizler için.

Gecenin verdiği dersler ve mânâlar bunlarla sınırlı değildir elbet. Ve herkes geceden aynı dersi de almaz. Gece böler, gece çarpar, gece arttırır, gece eksiltir, gece parçalar, gece toplar, gece iter, gece çeker… Sonuçta geceden alacağımız dersler kendi aynamızın rengine göre olacaktır. Ne mutlu geceyi Rabbimizin bir âyeti görüp, bu nazarla okuyabilenlere. Onlar gecenin, gece de onların dostudur!

Murat KURU

04.09.2006


Münâvâtü'l-Kur'ân

En’am

1. Ey gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden! (1)

2. Ey gizlimizi, açığımızı ve ne kazanacağımızı bilen! (3)

3. Ey gecede ve gündüzde barınan herşey Kendisine âit olan! Ey her şeyi işiten ve bilen! (13)

4. Ey gaybın anahtarları yanında olan ve gaybı ancak Kendisi bilen. Karada ve denizde ne varsa hepsini bilen, ilmi dışında bir yaprak bile düşmeyen! Yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi bile bilen! (59)

5. Ey hesap görenlerin en sür’atlisi! (62)

6. Ey sözü gerçek olan! Sûra üflendiği gün de mülk sadece Kendisine âit olan! Gizliyi ve açığı bilen, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan! (73)

7. Ey sabahı açan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılan! Bütün bunlar, Aziz ve her şeyi bilen zâtının takdiri olan! (96)

8. Ey gözler Kendisine erişemeyen! Halbuki Kendisi gözleri gören, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan! (103)

9. Ey geniş rahmet sahibi olan, bununla beraber azabı mücrim kavimlerden uzaklaştırılamayan! (147)

04.09.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

İhlâslı Nur talebeleri...

O ihlâslı Nur Talebeleri ki, “Cenâb-ı Hak Hafîz’dir. Ben onun inâyeti ve himâyeti altındayım. Başıma ne gelirse hayırdır” diye imân etmekle beraber, amel ederler. İmân hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risâlelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibâra almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risâle-i Nur ile meşguldürler. Hattâ, “Belki hapse atılırım, Nur Risâlelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım” diye bâzı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.

Muhlis bir Nur Talebesi, hapishâneden çıkarıldığı vakit, güyâ o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishâne, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadâkat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi, Üstâdına daha ziyâde yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.

04.09.2006


Esma-i Hüsna

Metin

Allah (c.c.), Metîn’dir. Yani, emir ve hükümlerinde sonsuz kudret ve kuvvet sahibidir. Cenâb-ı Hak, kudreti ve kuvveti azalıp çoğalmayan, zâtında ve sıfatlarında değişiklik kabul etmeyen, noksanlıklardan ve kemâlsizliklerden uzak olan, emir ve irâdesinde şiddetli ve kuvvetli bulunan, “Ol!” emri ile her şeyi ansızın olduran, emri kudreti demek olan Zât-ı Akdestir.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Metîn ismi Kur’ân’da da vârit olmuştur. Cenâb-ı Hak kendi Zât-ı Muâllâsını Metîn ismiyle şöyle zikreder: “Şüphesiz Rezzâk olan, kuvvet Sâhibi ve Metîn olan Allah’tır.”2

Allah’ın kudretine nisbeten yıldızların yaratılmalarının zerreler kadar hafif olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, zerrelerin de san’atça ve yaratılışça yıldızlardan geri kalmadığını, en büyük şeyin, en küçük şey kadar kolay, en küçük şeyin de en büyük şey kadar san’atlı yaratıldığını, hadsiz fertlerin bir tek fert kadar rahat; bir tek ferdin de hadsiz fertler kadar intizamlı halk edildiğini, ihtişamlı ve kapsamlı bir bütünün, husûsî ve az bir parça kadar kolay; husûsî bir parçanın da ihtişamlı bir bütün kadar san’atlı ve hikmetli îcat edildiğini, koca yeryüzünün bir ağaç kadar rahat; bir ağacın da koca yeryüzü kadar süslü ve nakışlı ihya edildiğini ve diriltildiğini, dağ gibi bir ağacın tırnak gibi bir çekirdek kadar rahat; tırnak kadar bir çekirdeğin de dağ gibi bir ağaç kadar hârika inşâ edildiğini kaydeder.3

Bedîüzzaman’a göre, bir şey her yönüyle bir zâtın öz malı olsa, onun zıddı ona zarar vermez. Çünkü, bir zâtî özellikte iki zıtlık birleşmez. Bu mantıken mümkün değildir. Madem ki, “kudret” Allah’ın zâtına mahsustur. Öyleyse, Allah’ın zâtî olan kudretinde, kudretin zıddı olan zayıflık ve noksanlık bulunmaz.4 Çünkü, bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeye zıddının müdâhalesiyle mümkündür. Zâtî olan kudret, zıddı olan âcizlikten etkilenmediğinden bu kudrete mertebeler de müdâhale edemez. Öyleyse, hiçbir mâni O kudreti, tecellîden alıkoyamaz. Hiçbir îcat Ona ağır gelmez. Elbette insanlığın büyük haşrini bir bahar kadar kolay; bir baharı bir ağaç kadar rahat; bir ağacı da bir çiçek kadar zahmetsiz îcat ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı; bir ağacı bir bahar kadar mu’cizeli; bir baharı da insanlığın büyük haşri gibi cemiyetli, karmaşık ve hârika olarak halk eder ve gözümüz önünde halk ediyor.5

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hakkın vaat ve tehditleri metîn ve şiddetli olduğu gibi,6 gönderdiği büyük din de metîndir;7 ebediyete kabiliyetli olan âhiret yurdu da metîndir;8 hattâ dünya ve içindekiler dahî bir derece metîndir.9 Şu halde Kur’ân’a kulak vermeli ve Allah’ın vaatlerinden hareketle ikinci hayat olan âhiret hayatı için muhakkak hazırlık yapmalıdır. Âlemde inkâr edemeyeceğimiz göz kamaştıran düzen, herkesi kucaklayan rahmet ve herkese el uzatan nimet, haşrin muhakkak kurulacağına ve âhiretin muhakkak geleceğine en büyük şâhitler ve deliller hükmündedirler.10

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Tirmizi, Daavat: 86; 2- Zariyat Sûresi: 58; 3- Şualar, s. 145; 4- A.g.e., s. 145; 5- A.g.e., s. 146; 6- Mesnevî-i Nuriye, s. 41; 7- A.g.e., s. 195; 8- İşaratü’l-İ’caz, s. 194; 9- Mesnevî-i Nuriye, s. 214; 10- İşaratü’l-İ’caz, s. 195

04.09.2006


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

Arafat çeşmesi

Meşhur Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs’ın hafidi ve dört imamın ona itimad edip ve ondan tahric-i hadis ettikleri Amr ibni Şuayb’dan, nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Demiş: Nübüvvetten evvel, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Talip ile deveye binip, Arafe civarında Zilhicaz nam-mevkie geldikleri vakit, Ebû Talip demiş: “Ben susadım.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış, Ebu Talip içmiştir. Muhakkikînden birisi demiş ki: Şu hadise nübüvvetten evvel olduğundan, irhasat kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hadiseye binaen bir kerâmet-i Ahmediye (a.s.m.) sayılabilir.

Mektubat, s. 124

04.09.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Bir Habeşli bir gün Peygamber Efendimiz’in (asm) yanına geldi. Ve Peygamber Efendimiz’e (asm):

“Ya Resulallah! Cenâb-ı Allah sizi çeşitli nimetlerle ve Peygamberlikle bizden üstün kılmıştır. Şayet ben de, senin inandıklarına inanır ve senin amel ettiğin şeylerle amel edersem, cennette seninle beraber olacak mıyım?” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm): “Evet. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, cennette siyah adamlar öyle beyazlaşırlar ki, beyazlıkları bin yıllık uzaklıktan görülür.” buyurdu. Sonra devam etti: “Kim la ilahe illallah derse Cenâb-ı Allah’tan mağfiret sözünü almış olur. Ve kim “Sübhanallahi ve bihamdihi” derse ona yüz yirmi dört bin sevap yazılır.” buyurdu. Adamın biri: “Ya Resulallah! Bize böylesine kolaylıklar verildikten sonra biz nasıl helâk oluruz?” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm): “Kişi kıyamet günü Allah’ın huzuruna öyle amellerle çıkar ki, eğer o ameller bir dağın üzerine konulsa, değerinin ağırlığı dağı çökertir. Fakat Allah’ın dünyada verdiği nimetler o amellerin karşısına dikilip nerede ise o amelleri eritip tüketir. Allah’ın lütuf ve merhametiyle bağışlaması müstesna.” buyurdu.

Bunun üzerine, İnsan Sûresinden 2. âyeti olan, “İnsanoğlu var edilip bahse değer bir şey olana kadar üzerinden uzun zaman geçmiştir.” Âyetinden, “Oranın neresine baksan büyük bir nimet ve saltanat görürsün.” Ayeti olan 20. âyetine kadar nazil oldu.

Habeşli, âyetleri okuduktan sonra aşkla sormaya devam etti: “Ya Resulallah! Cennette senin gözlerinin göreceği şeyleri benim gözlerim de görecek midir?”

Peygamber Efendimiz (asm):

“Evet.” buyurdu.

Habeşli bu cevabı alınca öyle bir ağlamaya başladı ki, nihayet can verdi.

İbn-i Ömer (ra) diyor ki: “Ben Resulullah’ın (asm) onu kendi elleriyle kabre koyduğunu gördüm.”

(İbn-i Kesir Tefsiri, 4/290)

Süleyman KÖSMENE

04.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004