Çok temel bir soru kişinin şu âlemde niçin var olduğudur. Ama çok garip bir şekilde insanların pek çoğu bu soruyu kendilerine sormamış ya da böyle bir sorunun varlığından bile haberdar olmamıştır.
Sabah güneşin doğuşundan akşam batışına kadar tamamı ile dünyaya yönelik geçen günler içinde gereksiz endişe, telâş ve üzüntülerle ömürler heba oluyor. Bu hal, hayatın gerçek anlamını olayların derinliğini esas arka planı algılayamamayı netice veriyor. Maddi âlem içinde ve olayların yakın bağlantılarında algılanan hayat ferdi gerçek kimliğinden uzaklaştırıyor, çok derin ve şatafatlı bağlantılar ve komplo teorileri ile büyük işler yaptıklarını zannedenler hayatın özü ve anlamı dikkate alındığında sadece kendilerini eğlendiriyorlar. Oysa varlığın yaratılış gayesi ferdin eşyanın gerisindeki isimleri görmekle, varlığı ve şahsî âlemini nurlandırmaktır. Hayatın güzelliği de ancak b u şekilde nurlanmış bir âlem içerisinde açığa çıkacaktır.
Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, alemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk aleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir.
İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır. Varlık bize bakan boyutu ile dar bir çerçeve çizerken Âlemlerin Rabb’ına bakan yönünde çerçeveler ortadan kalkmaktadır.
Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddi boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddi alemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünki, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.
Maddî âlemin işleyişinin gerisindeki sırları, kaderi, hayır ve şerlerin yaratılmasının arka planındaki güzellikleri ve her haliyle âlemin Yaratıcısı’nın güzelliklerine nasıl işaret ettiğini anlayabilmek için bu temel düsturu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Aksi halde kendi tanımladığımız ve pek çok açılardan çok sınırlı bakışlarımızla tanımladığımız bir âlemin güzellik ve doğruluk tarifleri içinde her özelliği ile mutlak, zamandan ve mekândan münezzeh bir Yaratıcı’nın her şeyi bir anda kuşatan özellikleri ile ortaya koyduğu tanımladığımızda işleyişi çok sınırlandırmış oluruz bütündeki tarif edilmez güzelliği algılama şansımız kalmaz. Bu hal, Dolmabahçe Sarayı’na bir anahtar deliğinden bakıp sadece deliğin karşısına gelen bir tabloda boğazlanan bir insan resmi görüp sarayın bir işkence odası olduğu hükmüne ulaşmak gibi çelişkili ve komik bir durumdur.
Dost TV’de değerli ağabeyim Faruk Yiğit ile yarın yapacağımız programda da tevhid nazarı ekseninde bütüncül bakışı ele alacağız. Olaylara bakışınız ne kadar üstten ve ne kadar kuşatıcı ise olaylarla ilgili yorumunuz o kadar doğruya yaklaşıyor. Yüksekten bakışların ulaşacağı en üst nokta ise makam-ı âlâ olmalı. O halde kişilerin hem ferdi hayatlarına hem de hayata dair yorumlarına en doğru çözümler yeryüzünde makam-ı âlâ’nın bakışını ifade eden Kur’ân’ı anlamakla ve onu anlatan Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) dinlemekle mümkün olabilir. Kişinin acz ve fakr penceresinden bir dayanak ve yardım noktasına ulaşması Âlemlerin Rabbı ile vicdanen irtibat kurmasına sebep olacak sonraki gelişmeler de muhtemelen istenen istikamette olacaktır.
10.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|