|
|
Irak’a giden ABD’li askerlerin sonu
10 Kasım 2004’te Irak’ın Felluce şehrinde çekilen ağzında sigaralı fotoğrafla ünlenerek savaşın sembolü haline gelen Amerikan deniz piyadesi James Blake Miller’ın hayatı, travma sonrası stres bozukluğundan yerle bir oldu.
Amerikan halkı, Felluce’deki savaş sırasında bir fotoğrafçının karesine kanlı ve kirli yüzüyle yakalanan Miller’ın gözlerinde, Irak’ta gelecek bir zaferin kararlılığını görmüştü. Şimdi ise travma sonrası stres bozukluğu denilen o illetin pençesinde. En son darbe olarak karısı da onu boşadı.
Miller’ın hayatını değiştiren, bir savaş fotoğrafçısının deklanşörünün klik sesi oldu. Felluce’deki bir damda çekilen fotoğrafı, Irak savaşının unutulmaz görüntüleri arasındaki yerini aldı. Kanlı, kirlenmiş yüzünde yorgun fakat kararlı bir ifade vardı. Dudaklarının arasında ise sigara. İşte o andaki görüntüsü, Kentucky’nin dağlarından gelen sıradan bir askeri “Marlboro Adam”a, Amerikan kahramanına dönüştürdü.
10 Kasım 2004’te resim çekildiği zamanlarda henüz Amerikalıların çoğu, Irak’ın işgalinin zahmete değdiğine inanıyordu. Şimdi Miller farklı bir zamanda farklı bir sembol oldu. Savaş uzayıp gitti ve travma sonrası stres bozukluğu Miller’ı çökertti. Evine dönen Miller, durumu yüzünden malül maaşı alıyor ve özel hayatı bir harabeye döndü.
Kâbuslar görüyor, panik ataklar geçiriyor ve hayatta kalmanın suçluluk duygusunu yaşıyor. Halkın gösterdiği büyük sempatiye rağmen Miller mücadele ve çaresizlik içine düştü. Sonunda geçen hafta, çocukluklarından beri birbirlerini severek evlendikleri karısı Jessica ile boşandılar.
O artık Amerikan savaşçı ruhunun değil, eve dönen gazilerin acılarının ve yaşadıkları sayısız problemlerin sembolü. Miller artık muzaffer değil, savaşın kurbanlarından biri oldu. Tıpkı Vietnam savaşı sonrasında olduğu gibi Amerika şimdi travma tedavisine ihtiyaç duyan on binlerce Miller’la dolu. Tedavi edilmeyenlerin sonu intihara kadar gidebiliyor.
|
10.07.2006
|
|
YÖK raporuna dair
“Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” adlı taslak rapor YÖK tarafından hazırlanarak Cumhurbaşkanı Sezer’e sunuldu. Rapor şimdi de YÖK’ün web sitesinde üniversite öğretim elemanları, idarî personeli, öğrencileri, kamu sektörü bürokratları, iş dünyası ve diğer ilgili kesimlerin görüşlerine ve katkılarına açıldı.
Yalnız, emek mahsulü bu taslak rapor, sadece elektronik ortamda değerlendirilmemeli; daha geniş katılımlı toplantılarda üzerinde çalışılmalı ve topluma mal edilmelidir. Bunun için yapılması gereken, bir şûra düzenleyerek, yapılacak atölye çalışmalarında taslağı bir adım daha ileriye götürmek olmalıdır. Bu şuraya ilgili sivil toplum kuruluşları, iş çevreleri, siyasî çevreler, öğrenciler, hür düşünen her beyin; projeksiyonu, projesi ve planıyla katılmalıdır. Müzakere ortamlarındaki enerji ve sinerji ile taslağı topluma mal etmek ve geliştirmek mümkün olur.
En iyisine ulaşacağım diye işi uzun vadeye yaymak, her zaman olduğu gibi, bizi “iyiye” de ulaşmaktan alıkoyar. Bu raporun son şeklini almasıyla birlikte gereği için işi siyasilere bırakmak ve yasalaşması için tatildeki Meclisi olağanüstü toplantıya çağırmak bile mümkündür. Çünkü bu işin tatili olmaz. Önümüzdeki öğretim yılına yeni bir YÖK kanunu ile girip; ülkede yeni bir şevk ve motivasyon iklimi oluşturmak önemli bir kazanım olur. İnternet çağında artık böylesi sürat çok görülmemeli. İstenirse mümkündür.
236 sahifelik YÖK raporunda, yükseköğretimle ilgili olarak dünyada, Avrupa ve Türkiye’deki mevcut durum ve gelişme eğilimleri gözler önüne serilmekte; geniş değerlendirmelerde ve hatta öz eleştirilerde bulunulmaktadır. Zengin kaynak ve ekleriyle rapor, katkıda bulunmak isteyenlere bilgiye ulaşım kolaylığı da sunmaktadır.
Raporda çözüm teklifleri olarak sunulan bazı görüşlere katılmamakla birlikte (meselâ, raporda YÖK’ün görev ve yetkileri hâlâ merkeziyetçilik özelliği taşıyor); girişimci üniversite modeli ülkemiz için tercih edilmelidir.
Yine yükseköğretim ilkeleri olarak sunulan akademik özgürlük, yönetim özerkliği ve yönetişim, üretkenlik ve kaliteye verilen önem, etkin kaynak kullanımı, malî özerklik, saydamlık, hesap verebilirlik, esneklik, farklılaşma, katılıma açık olma, STK’lar ve toplumla ilişkilere ve uluslar arası ilişkilere önem verme gibi tesbitlere biz de imza atarız.
Aslında aklın yolu birdir. Gerek şimdiye kadarki görüşlerimiz ve gerekse adı geçen raporun çakıştığı çok nokta bulunmaktadır. Tüm bu veriler ve yapılacak katkılar doğrultusunda çıkarılacak bir kanun şu özellikleri taşımalıdır:
1. Üniversiteleri mevzuat ve bürokrasiye boğdurmayan bir sistem sağlamalı, fazla bağlayıcı olmamalı, esnek bir yapıda olmalı.
2. Bilim özgürlüğünü harici kargaşa ortamlarından korumalı, özgür iradeyi güvence altına almalı.
3. Aklın vicdanla desteklendiği bir eğitimi amaçlamalı.
4. Bilim dilleri, yabancı dil kadar Türkçe ile yerel dil ve lehçelerin önemini dikkate almalı.
5. Üniversitelerin toplumumuzu belirleyen değerlerle pozitif bilimler arasında bir çatışma alanı olarak görülmesi önlenmeli.
6. Her üniversiteye kendi geleneğini oluşturma fırsatı verilmeli; demokratik kalite içinde rekabet sağlanmalı, ancak AB ve Bologna sürecinde herkesi bağlayan ortak noktalar da göz önüne alınmalı.
7. Yüksek öğretimde özelleşme sağlanmalı.
Osmanlının son dönemlerinde medreselerde başlayan ve Cumhuriyet üniversitelerinde de devam eden verimsizliğin artık son bulması gerekir. Bunun potansiyeli ülkede mevcuttur. Kurumsal olarak üniversitelerimiz dünyada ilk 500 içine girememekte; fakat birey olarak Anadolu’nun küçük bir üniversitesinde görevli olmasına rağmen, önemli bir yabancı dergide, makalesi en çok okunanlar listesinin (Top 25) birinci sırasında yer alan bilim adamımız bulunabilmektedir. Bu bile ümitli olmak için kâfidir.
|
Prof. Dr. Gürbüz AKSOY
10.07.2006
|
|
Mürdesililer ABD’den hesap soruyor
Sivil toplumun ve hakkını aramanın mutluluğuna eren Şanlıurfalı köylüler ABD’ye kafa tutmaya başladı. Büyük Mürdesi mezrası köylüleri füze atan Amerikalıların hesap vermesini istiyor.
ABD uçakları Şanlıurfa’nın Dağyanı köyüne füze düşürmüş, köylüler inceleme heyetine taş ve yumurta atınca Amerikalılar dâvâ açmıştı. Şimdi Amerikalılar uzlaşmak istiyorlar, köylüler masaya oturmuyor.
ABD, Şanlıurfalı köylülerle “füze ve yumurta” anlaşmazlığını çözemiyor. ABD’nin Irak’a müdahalesi öncesi yanlışlıkla füze attığı Dağyanı köyü Büyük Mürdesi mezrası köylüleri, araçlarına yumurta ve taş atarak protesto ettikleri ABD askerlerinin açtığı davada, mahkemenin “uzlaşma” önerisine yanaşmadı.
2003’te Irak’a müdahale eden ABD, konuyla ilgili tezkere TBMM’de oylanmadan askeri mühimmatını Şanlıurfa, Mardin gibi illerde konuşlandırdı. Bir ABD uçağından Büyük Mürdesi mezrasındaki hububat tarlasına Tomahawk füzesi düştü.
ABD’nin İncirlik Üssü’nden mezraya gelen bir heyet, zararı incelemek isterken köylülerin protestosuyla karşılaştı. ABD’li askerlerin araçlarına taş ve yumurta atan köylüler, onların araçtan inmelerine bile izin vermedi. Heyet, jandarmanın güvenlik tedbiri almasından sonra bölgeyi inceleyerek füze parçalarını toplayabildi.
Olaydan sonra, İncirlik’te bulunan ABD birliği ve protesto sırasında yaralanan Eric Cordon adlı ABD’li askerin şikâyeti doğrultusunda 12 köylü hakkında dâvâ açıldı. Dâvâda, sanıklar Mahmut Kaya, Hasan Uçar, Hüseyin Abdan, Mustafa Karakuş, Seyit Çakmak, Hasan Aslan, İbrahim Kaya, Übeyit Kaya, Hüseyin Aslan, Mahmut Karakuş, Ahmet Kaya ve Hüseyin Kaya’nın “kamu malına zarar vermek” suçundan hapisle cezalandırılmaları isteniyor.
Şanlıurfa 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen dâvânın son duruşmasında, mahkeme, yeni TCK gereği, köylülere şikâyetçi ABD ile “uzlaşma” teklif etti. İlgili mevzuata göre köylülerin “uzlaşmayı” kabul etmesi halinde, mahkeme, ABD’ye köylülerin verdikleri zararı karşılayacaklarına yönelik bir yazı gönderecek, şikâyetin geri çekilmesini isteyecekti.
Ancak köylüler haklı olduklarına inandıklarını belirterek, uzlaşmaya yanaşmadı. Muhtar Mustafa Karakuş’da mahkemede açık ve net konuştu: “Başımıza füze düştü onlara bir şey olmuyor da biz yumurta atmışız çok mu?” Köylülerin avukatı Şehmus Ülek de düşen füze parçalarının köylünün hayat hakkını tehlikeye düşürdüğünü, köylülerin demokratik haklarını kullanarak tepkilerini gösterdiklerini, uzlaşmaları için bir sebep bulunmadığını söyledi.
|
10.07.2006
|
|
Bir annenin haykırışı...
“Bugün bir anne olarak çok zorlansam bile yazmaktan ve istemekten başka çarem kalmadığı ve ne olursa olsun her şeyi denemem gerektiğine inandığım için bu satırlarla size sesleniyorum. Çocuklarımıza ne kadar zor şartlarda ve imkânsızlıklarla tarih yazıldığını, atalarımızın kanlarıyla “Çanakkale geçilmez” ibaresini tüm dünyaya ispatladığı yerleri göstermek istedik. Fakat çok isteyerek başlayan gezimiz, ecdat topraklarına saygısı olmayan insanların, iki yaşındaki biricik yavrum Şeref Can’ı kaçırmasıyla kâbusa dönüştü.
“90 gündür her akşam yavrumun kulaklarımda çınlayan sesiyle ağlayarak uyanıyorum. Siz de bir anne babasınız, sizin de yavrularınız var. Evlâtlarınızı ellerinizle hatta gözünüzle sevip okşamak istersiniz. Ama ben maalesef 90 gündür bu duyguyu yaşayamıyorum. Size bu satırları yazmadan önce çok mücadele ettim, bu yola baş koydum. Ama şu ana kadar bir sonuç elde edemedim.
“Oğlumun yaşadığına yürekten inanıyorum. Şeref Can daha 2 yaşında, o bir melek. Ona hangi insan kıyabilir ki? Çanakkale Şehitliği’nde işlenen bu suç, işleyenlerin yanına kâr kalmamalı. Son nefesimi verene ve evlâdımı bulana kadar onu arayacağım. Siz de bir baba olarak bana yardım eder misiniz? Böyle bir olayın soruşturulmasında özel bir ekibin kurulması konusunda yardımcı olursanız size ömrüm boyunca minnettar kalırım.”
(Üç ay önce ailesi ile birlikte gittiği Çanakkale Şehitliği’ni gezdikten sonra mola verdikleri tesislerde kaçırılan iki yaşındaki Şeref Can’ın annesi Yıldız Engin’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektup)
|
10.07.2006
|
|
216 ve 301’lik kitaplar
Aram Yayınevi tarafından yayımlanan, ABD’li ünlü filozof ve dilbilimci Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın “Kitle Medyasının Ekonomi Politiği: Rızanın İmalatı” adlı kitabında yer alan bazı ifadelerden dolayı, yayınevinin yetkilisi ile kitabı yayına hazırlayan iki kişi hakkında “Türklüğü, Cumhuriyeti TBMM’yi alenen aşağılama ile halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ettikleri gerekçesiyle dâvâ açıldı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede, Chomsky’nin kitabındaki bazı bölümlerde yer alan ibarelerin, hem TCK’nın 301. maddesinde belirtilen “Türklüğü ve Cumhuriyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni aşağılar ibareler” taşıdığı, hem de aynı kanunun 216/1. maddesinde yer alan “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçunu” oluşturduğu ileri sürüldü. Kitabın özellikle başlangıç bölümünde suç unsurlarının bulunduğuna işaret edilen iddianamede, yayınevinin sorumlusu Fatih Taş ile kitabı yayına hazırlık aşamasına getiren Ömer Faruk Kurhan ve Lütfi Taylan Tosun’un bir buçuk yıldan altışar yıla kadar hapis cezasına çarptırılması istendi.
301’lik kitaplar bitmedi. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, yazar Elif Sağlık (Şafak), yayıncı Hüseyin Semih Sökmen ile çevirmen Aslı Biçen hakkındaki “Basın yolu ile Türklüğü aşağılama” yönünden Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığınca verilen “kovuşturmaya yer olmadığı” kararını, Hukukçular Birliği Başkanı Kemal Kerinçsiz’in itirazı üzerine kaldırdı. Mahkeme, yazarın “Baba ve Piç” kitabında kullanılan kelimeler, yazı muhtevası ile suç unsurlarının değerlendirilmesi gerektiğini öngörerek, itirazı kabul etti. “Kovuşturmaya yer olmadığına” ilişkin kararı kaldıran mahkeme, soruşturma dosyasının dâvâ açılmak üzere Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine karar verdi. Yazar, yayıncı ve çevirmen hakkında dâvâ açılacak.
|
10.07.2006
|
|
Vicdanî retçi sayısı 60 oldu
Son dönemde yazar Perihan Mağden’e açılan “halkı ordudan soğutma” dâvâsıyla gündeme gelen vicdanî retçilere Cemil Gören isimli vatandaş da eklendi. Gören, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi aracılığı ile vicdanî retçi olduğunu açıkladı. Bu açıklamayla birlikte Türkiye’deki vicdanî retçi sayısı altmışa yükseldi.
Gören, vicdanî ret kararıyla ilgili açıklamasında, “Ben bir Türkiyeli vatandaş olarak vicdanî ret hakkımı kullanmak istiyorum. Savaşa karşıyım, insan öldürmek istemiyorum. Emir almak ve vermek istemiyorum. Ülkemizde yaşanan çatışmaların bir tarafı olmak istemiyorum. Kürt ve Türk halkının kardeşliğinin bir sembolü olarak vicdanî ret hakkımı kullanmak istiyorum” dedi.
|
10.07.2006
|
|
Beyaz Saray önünde açlık grevi
ABD’de Irak Savaşı’na muhalefet eden “CodePink” (Pembe Kod) adlı kadın örgütünün başlattığı açlık grevine, sinema ve müzik dünyasından bazı ünlülerin de katılacağı açıklandı.
Milliyet’in haberine göre asker oğlunu Irak Savaşı’nda yitirdikten sonra savaş karşıtı eylemleriyle adını duyuran Cindy Sheehan’in de katıldığı açlık grevi, geçen salıdan beri Beyaz Saray’ın önünde yapılıyor. Yaklaşık 150 protestocunun başlattığı eylemin amacı, ABD yönetimini askerlerini Irak’tan çekmeye razı etmek. Protestocuların her biri 24 saat süreyle açlık grevi yaptıktan sonra yerlerini bir başka eylemciye bırakıyorlar.
Birer gün süreyle açlık grevine katılacağı bildirilen ünlüler arasında, 2002 ve 2003’te iki kez Irak’ı ziyaret eden Oscar ödüllü aktör Sean Penn’in yanı sıra liberal eğilimli sinema oyuncuları Susan Sarandon ve Danny Glover ile Amerika’nın “en ünlü Hippie’si” sayılan country müzik sanatçısı Willie Nelson da var.
|
10.07.2006
|
|
|
|