Her insan hür olarak doğar. Tıpkı, İslâm fıtratı üzerine doğduğu gibi. Yani İslâmiyet de, hürriyet de doğuştan insanın sahip olduğu iki büyük nimettir. Bunları birbirinden ayrı düşünmek veya birbirine zıt olduğunu ileri sürmek gaflet ve cehaletten başka bir şey değildir.
Hür olarak doğan insan, hür olarak da yaşamayı arzu eder. Doğuştan sahip olduğu haklarını her zaman korumak, aklını ve iradesini serbestçe kullanarak istidatlarını geliştirmek ister. Zaten toplumların gelişmesi, huzuru, mutluluğu ve özgürlüğü de bireylerin hür ve mutlu olmasına bağlıdır. Arızalı parçalardan sağlam bir bütün oluşturmak mümkün değildir.
İslâmiyet, bir Müslümanın hayatının her noktasında var olan kuvvetli bir duygudur. Kişinin her türlü temel haklarını güvence altına aldığı gibi, özellikle hürriyetine çok büyük önem vermiştir. Öyle ki, inanç noktasında da insanı serbest bırakmış, “Dinde zorlama yoktur” diyerek kimseyi zorla Müslüman yapmaya kalkışmamıştır. Kişiye Cenneti de, Cehennemi de seçme hakkı tanımıştır. Sonuçlarına katlanmayı kabul ettikten sonra, dileyen dilediği yolu seçsin demiştir. Bu kadar özgürlüğü, hiçbir dünyevî idare sisteminde bulmak mümkün değildir. Onun için İslâmiyet, insana en geniş özgürlük alanı açan demokrasilerle dost ve müttefiktir. Hatta demokrasi ve meşrû cumhuriyetin çekirdeğinin İslâmiyet olduğunu söylemek, belki en doğru ifade olacaktır.
İslâmiyetin demokrasi ve cumhuriyete bakışı böyle olduğu halde, inatla ve ısrarla Müslümanların cumhuriyet karşıtı olduğunu söylemek, haksız bir ithamdan başka bir şey değildir. Belki doğrudan böyle ifade edilmiyor ama, bugün irticadan kastedilen mânâ İslâmî yaşayışı işaret ediyor.
İrticanın delili olarak başörtüsü ve Kur’ân kursları gösteriliyorsa, din eğitimi alanların kamuda görev yapması sakıncalı bulunuyorsa, dindarlara mürteci gözü ile bakılıyorsa, irticadan neyin kastedildiği belli oluyor demektir. Zaten başka da elle tutulur, gözle görülür bir irtica delili ortaya konulamıyor. Sağlık İş Başkanı Sayın Mustafa Başoğlu’nun çeşitli kurumlara sorduğu “İrtica nedir?” sorusuna verilen cevaplar da, böyle bir suç tanımının bulunmadığını göstermektedir.
Dinini yaşayan ve yaşatmaya çalışan insanların, devletin kuralları ve cumhuriyetin ilkeleri ile bir alıp veremediği yoktur. Belki cumhuriyet ve demokrasi, en çok dindarlara lâzım olan nimetlerdir. Devletin millet ile ana sözleşmesini teşkil eden anayasada din ve inanç özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Din ile devlet işlerinin ayrılması olan laiklik ise, kişilerin özel hayatları ile değil, devlet yönetimi ile ilgili bir husustur. Devlet idaresi laik olur. Her din ve inanca eşit mesafede durur. Yasalarını dinî kurallara göre düzenlemek zorunda değildir. Ama bireylerin kamusal alanda inançlarını terk etmelerini istemek de laikliğin bir gereği değildir. Laik bir sistemde kamusal alan kabul edilen yerlerde dinî motif ve sembolleri ortadan kaldırmak gerekmediği gibi, bunu yapmak zaten mümkün de değildir.
Camiler, mezarlıklar, minareler ve oralardan yükselen ezan sesleri hep birer dinî motiftir. Laiklik adına bunları da mı kamusal alandan kaldıracağız? Meselâ şehidlik kavramı dinî bir kavramdır. Vatan için canını feda edenlere verilen yüksek bir makamdır. Dine göre mukaddes, devlete göre de vatan için yapılacak fedakârlığın zirve noktasıdır. Yani ikisi de şehidliği yücelten mânâlar taşımaktadır. Şehidlerimiz bayrağa sarılı olarak camilere taşınmakta, cenaze namazı kılınarak duâlarla defnedilmektedirler. Şimdi haydi gelin de şehidliği dinden soyutlayın bakalım.
Dinini özgürce yaşamak isteyen insanların devletten istediği, dinî kuralların yasalaşması değildir. Dindarların devletten beklediği, çağdaş demokrasinin bireye tanıdığı haklardan sonuna kadar istifade etmektir.
İnsanlar, doğuştan sahip oldukları haklarını yaşarken de kullanmak istiyorlar. Hepsi o kadar.
07.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|