“Sağduyu geldi, kapıyı vuruyor” dedik, ama aynı zamanda bazı kaygıları da beraberinde getirdi. Başbakan Erdoğan’ın, başta Cumhurbaşkanı ve askerler olmak üzere irtica kaygısını taşıyan kesimlerle diyalog teklifi yerindeydi.
Gerginliğin körüklendiği, Sezer’in ve komutanların uyarılarının üzerinden rejim sorununun üretilmeye çalışıldığı bir dönemde, Başbakan’ın kafasını kuma sokmak ya da karanlığa kurşun sıkmak yerine, sağduyu çağrısı yapması desteklenmesi gereken bir süreçti. Öyle ki, bu tavır Tayland’daki darbeden, Türkiye’de ara rejimler imal etmeye soyunan Ertuğrul Özkök’ün bile, ağzının açık kalmasına yol açmıştı.
Başbakan’ın diyalog eli havadayken, bir heyecanla kapıp, “Çok önemli şeyler söylediğinizin farkındasınız değil mi?” diye sorma gereği duymuştu. Başbakan bilinçli bir adım mı atmıştı, yoksa bir dalgınlık anında ya da zaman kazanmak üzere böyle bir teklifi mi getirmişti. Erdoğan da, Özkök’ü heyecanlandıran bu teklifi, “hayırlı olsun” diye tamamlamıştı. Sanki, “Hayırlı olsun, sattım gitti” dercesine…
Ne müşkülpesentliğimden, ne öküzün altında buzağı arama merakımdan dolayı bunları dile getiriyorum. Hatta karanlık ortasında çıra yakıp, bir ışık, bir diyalog imkânı arayan birisi olarak söylüyorum tüm bunları.
Hatta Özkök kadar olmasa da, “Sağduyu geldi ve kapımızı çalıyor” diyecek kadar heyecanlanarak. “Kör dövüşü ile bir yere gidilemeyeceğini sayısız örnekleri ile gördük. Bu yüzden bir birimizi dinlemek gerektiğini savunduk, uygar bir ülkenin yöneticileri olarak büyüklerimizden kavga ve gerginlik değil, diyalog ve uzlaşı istedik.”
Peki Başbakan Erdoğan ne söylüyor? Hatta birbirine tahammül söylemini dahi yetersiz bulup, “Hatta ben ‘birbirine tahammül’ ifadesini bile farklı görüyorum. Birbirimizi anlamamızın, birbirimize saygı göstermemizin gereğine inanıyorum” diyor.
Bu, desteklenmesi gereken bir tavır.
Osmanlı’dan beri irticayı tartışıyoruz. İrtica uğruna yıkmadığımız iktidarlar, gerçekleştirmediğimiz ara dönemler, içeri tıkmadığımız mütedeyyin insanlar kalmadı. Sonuç? İrticadan oluşturulan Tsunami dalgaları demokrasiyi yutarken, asıl tehdidin irticadan değil, irtica üzerinden üretilen darbeci zihniyetten geldiğini her nedense görmezlikten geldik.
Ya da bunu tartışmaya açanı, anasından doğduğuna pişman eden yaptırımlara uğrattık.
Birileri tam tamlar çalarak, bu gerginlikten siyasî sonuçlar çıkarmaya çalışırken, tüm bu aşamada Başbakan’ın sağduyu elini uzatması neden kaygılandırıyor.
Kaygılandıran sağduyu değil. Hatta Başbakan’ın bu açıdan bir zamanlama ustalığını yaptığını söylemek mümkün. Peki rahat mı battı? Hayır. Geçmişte bu tür süreçler hep sivil iktidarların aleyhine gelişti.
Erbakan’ın, Genelkurmay Başkanı Karadayı ile görüşmesini, “Atom bombası patlatıyorum” diye duyurmasının, Yüksek Askeri Şûra kararlarına tartışmasız imza atıp, en çok ihraçların Refahyol döneminde olmasının, 28 Şubat kararlarına iki elini kaldırarak katılmasının, kendisine hakaret eden Osman Özbek Paşa’nın emekliye sevk edilmesini önlemesinin, askere en çok zammı yapmasının, Halil İbrahim Çelik, Şevki Yılmaz, Bekir Yıldız, Hasan Hüseyin Ceylan gibi isimleri partisinden uzaklaştırmasının hiçbir işe yaramadığını belirtmek istemiyorum.
Bunlarla Erbakan’ı aynı safa koymak haksızlık olabilir. Ancak bu tür tavırlar asker cephesinde bir zaaf olarak telakkî ediliyor, ardından birbiri ardına yaptırım paketleri uygulamaya konuluyor. Asker bu konuda daha hazırlıklı.
İşte o zaman süreç demokratik alanı daraltan, mütedeyyin kesimlere sıkıntı veren ve ülkeyi post modern süreçlere sürükleyen bir dönemin kapısı aralanıyor. Kaygıları gidermek ve devlette diyaloğu temin etmek adına atılan adımlar, birileri tarafından bir zaaf olarak telâkkî edilip, o şekilde uygulanıyor.
Sultan Abdülhamit Han 33 yıllık iktidarı devrinde hiçbir zaman sadrazam azletmemiş. Bir gün askerler bir sebep uydurup kazan kaldırmışlar. Askerler yatıştırılmış, isyan atlatılmış. Tam bu sırada sadrazamı huzuruna girmiş ve görevden affını istemiş. Abdülhamit Han, “Seninle bir ilgisi yok. Hem sana itimatları tam” demiş. Sadrazam, “Benim onlara güvenim kalmadı” karşılığını vermiş.
Diyalog kapısının zorlanması, Erdoğan açısından başarılı bir liderlik. Bizim yaptığımız ise geçmişte yaşadığımız örnekler açısından kaygılarımızı dile getirmek. Diyalog, zaaf olarak algılanmamalı. Bu gemiyi yüzdürmek, bu uçağı yere çakmadan uçurmak başbakanın görevi.
Ancak bu, iki tarafı keskin bıçak gibi. Zaaf olarak algılanıp, askerle uzlaşma adına, “tak-şak” paşa gibi hareket edilirse, ülkemiz sıkıntılı bir döneme girerken, AKP iktidarının da sonu olur.
Ancak çerçevesi iyi oturtulur ve bu süreç Erdoğan ile Büyükanıt’ın yapıcı katkısı ve gösterecekleri liderlikle iyi yönetilirse, Türkiye yanlış geleneklerden kurtulup, demokrasi adına bir kazanıma da sahip olabilir.
Daha üç gün önce yani 3 Ekim tarihinde AB’den tam üyelik tarihini alan bir Türkiye var. İşbaşında 28 Şubat sürecinin hataları sebebiyle Erbakan’dan kopmuş bir iktidar mevcut. İçerideki ileri sürülen mazeretler inandırıcı değil, dış konjonktür ise darbe heveslilerinin aleyhine.
Ancak 30 Ağustos’ta görev süresi dolacak olan bazı kuvvet komutanlarının tavrı ile medyanın darbe kışkırtıcılığı kaygılandırıyor.
Aynen Sezen Aksu’nun söylediği gibi;
“Yeter ki onursuz olmasın aşk…”
06.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|