Dördüncü yüzyıldan, yani Hıristiyanlığın Roma ile musalâhası ve davet olmaktan çıkıp devlet olmasından itibaren kılıç ile haç kardeş olmuş ve daima yanyana gitmiştir. Bu durum, Avrupa’da Aydınlanma ve laiklik dönemine kadar sürgit böyle devam edegelmiştir. Bundan dolayı laik Avrupa’nın sömürge savaşları Haçlı Savaşları kapsamında değerlendirilmemiştir. Bununla birlikte, Hıristiyanlığın dördüncü yüzyıldan itibaren kılıçla anılması ve yayılması inkârı kabil olmayan bir gerçektir. Ve Hıristiyanlık o kadar kılıçla özdeşleşmiştir ki rahipler bile kılıçla veya savaşla anılır hale gelmiştir.
Sözgelimi Tampliyer şövalyeliği ve bunun türevleri böyle bir adlandırmaya açıktır. Tampliyer şövalyelerine Brothers of the sword (ihvetü’s seyf) denildiği gibi savaşçı din adamları ve rahiplere de The Monks of war denilmiştir. Evet, bunun İslâmda da kimi yansımalarının olduğu da bir gerçektir. Ama ikisi arasında umum ve husus farklar vardır. Sözgelimi, Ortaçağ’da İslâm dünyasında fütüvvet teşkilâtları ve fütüvvetnameler vardır. Ve bu isimlendirmenin kökleri de bir İslâm kahramanı olan Hazreti Ali’ye dayanmaktadır. Sözgelimi ‘La feta illa aliy veya seyfe illa zülfikar’ şeklinde bir ifade vardır. Buna göre Ali’den daha mert bir genç ve kılıcı Zülfikar’dan da keskin bir kılıç yoktur. “El cennetü tahta zilalissuyuf/Cennet kılıçların gölgesindedir” gibi hadisler de bu kapsamda zikredilebilir. Bununla birlikte Mısırlı İslâmî araştırmacılardan Mustafa Şak’a’nın da yerinde ifade ettiği gibi İslâmda savunma ve buna bağlı sakınma (difaiyye ve vikaiyye) savaşları vardır. Ama önleyici (istibakiyye-preempitive) savaşlar yoktur. Korunmacı anlamda önleyici savaşın tek meşru noktası, barış içinde olduğunuz bir gücün ihanet içinde ve size ansızın saldıracak olduğunu kesinkes ortaya çıkarmış olmanızdır. Bu da, saldırı pozisyonunda görünse bile esasında def’i şer kabilinden olarak savunma pozisyonundadır. Bu mânâda, İran’da Irak-İran Savaşı sırasında ve sonrasında sol eğilimli ulema-ı mübarizin yani savaşçı din adamları (The Monks of war) örgütünün olması Ortaçağ’daki ötekinin yansımalarından birisi olsa gerek.
***
Batı’nın galat-ı meşhurlarından birisi kendi tezleri olan bellum sanctum (kutsal savaş) kavramını cihada ve cihad anlayışına maletmeleridir. Bu bir kavram buharlaşması ve indirgemedir. Kavram bu şekliyle makus hale getirilmiştir. Latince bellum sanctum teriminin tam karşılığı olan ‘kutsal savaş,’ İslâmın tanımadığı bir anlayıştır. Bu kavram aksine Ortaçağ’da ‘Şarklılara’ karşı düzenlenen Haçlı Seferlerini tanımlamak için kullanılıyordu; dolayısıyla Müslümanlar tarihî vetirede kutsal savaşın tarafı değil mağdurudurlar.
Kutsal savaş takdim edilmeye çalışıldığı şeklin tam aksine asırlar boyunca Roma Katolik Kilisesinin öğretisinin bir parçası ve Şarka düzenlenen saldırıların motivasyon aracı olmuştur. Papa 16. Benedict, Regensburg Üniversitesinde yaptığı konuşmada, Hıristiyanlığı ve onun müessesesi Kiliseyi ‘akl’ın (logos) temsilcisi olarak sundu; buna mukabil, yaptığı atıflarla da İslâmı ‘savaş’(cihad kavramının saptırılmış bir tercemesi) ile özdeşleştirdi.
Papa’nın tanımı içerisinde ‘akıl’ ile ‘savaş’ birbirine zıt kavramlar olarak beliriyor. Buna göre, Hıristiyanlık ‘rasyonalite’yi simgelerken, diyalektik olarak onun zıddı olan savaşçı İslâm ‘irrasyonalite’yi temsil ediyordu. İnsan, Papanın bu şematik ve kategorik tanımlamasıyla karşılaşınca, onun—Ortaçağ tarihinden habersiz olmadığına göre—başka hesaplar güttüğü hissine kapılıyor (Anlayış dergisi, Ekim 2006, Cabiri’den Papa’ya: hangi ‘akıl’?, Cihat Arınç). Papa, konuşmasında akıl ile savaşın birbiriyle çeliştiğini söylüyor. Ama bunu yaparken iki şeyi görmezden geliyor. Güya, aklın temsilcisi olan Roma Katolik Kilisesi, Haçlı Seferlerini ‘kutsal savaş’ (bellum sanctum) öğretisi dahilinde gerçekleştirdi; aydınlanma sonrasında beliren Avrupalı araçsal akıl, savaşı rasyonalize etti ve iki dünya savaşına sepep oldu.
***
Yani Avrupa benmerkezli din anlayışı din savaşları, Haçlı Savaşları ve Engizisyonu doğururken Avrupa merkezli akıl veya felsefe de iki dünya savaşını tetikledi. Ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın iki şehrine atılan atom bombalarından birinin adının Hıristiyan dogması ‘Trinity’ yani Teslis olduğunu görmemiz de tarihî vetire ile kıyasen şaşırtıcı değildir. Ortaçağ’daki Kılıç kardeşliği Aydınlanma ile sömürgeciliğe dönüşmüştür. Bunun teorisyenliğini de kimi Batılı düşünürler yapmıştır. ‘Tabiat hali’ni bir savaş hali olarak açıklayan Hobbes, Leviathan (1651) adlı temel eserinde barışın pamuk ipliğine bağlı olduğunu, dolayısıyla sürekli olamayacağını öngörür. Ona göre, aslolan savaş halidir. Savaş hali esas, barış hali ise geçicidir. Vehbi Züheyli bazı fakihlerin (din bilginleri) de İslâmda savaş statüsünü temel saydıkların, ama bunun doğru olmadığını uluslararası ilişkilerde barış halinin daimî ve temel olması gerektiğini vurgular. Hegel’i göre savaş zorunludur ve devleti tazeleyerek onu ataletten uzak tutar. Bununla birlikte o, Kant’ın ‘Savaşın, insanlığın gelişmesini kolaylaştırdığı’ şeklindeki görüşünü benimsemekle beraber, onun ‘ebedî barış’ hakkındaki yaklaşımını eleştirir. Çünkü eğer ‘ebedî barış’ diye bir şey var olsaydı, bu tek kelimeyle devletin ölümü olurdu.
06.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|