Geçenlerde Oslo üniversitesinden bir grup ilim adamı, İskandinav sahillerinde yüz elli milyon yıl öncesine ait fosiller buldular. Deniz tabanındaki oksijen azlığından olsa gerek, fosil iskeletler fazla bozulmamış ve bütünlüğünü hâlâ koruyorlar. Nesilleri tükendiği için neye benzediklerini tam olarak kestirebilmek zor. Ancak ilim adamlarına göre balık ve sürüngen arası yırtıcı bir hayvan ihtimali en fazla kabul gören ihtimallerden.
İlim adamları, bazılarının sadece kafa tası bile üç metre olan bu dev canlılara “canavar” ismini verdiler. Malûmunuz nesilleri tükenmiş, sadece fosilleri kalmış benzeri dev hayvanlar ya da canavarlar son bulunanlarla sınırlı değil. Bir çok bilim-kurgu filmlerine de konu olan dinozorlar gibi bir çok türün iskeletleri hâlâ inceleme konusudur. Bu canlılarla ilgili en fazla merak edilen konu, neden yok oldukları, nesillerinin neden tükendikleridir. Bu kadar büyük ve güçlü hayvanlar neden tarih sahnesinden çekildiler? Dinozor gibi hayvanların nesli tükeniyor, onun bir kuyruk darbesiyle ellisi birden dünya değiştirecek hayvanların türleri ise çağlara meydan okuyorlar.
Şimdiye kadar bize öğretilerek hayat felsefesi haline getirilen “Büyük balık, küçük balığı yutar” anlayışına ters bir vakıa. Her ne kadar bir kısım insanlar bu hayvanların büyüklükleriyle birlikte hantal olduğunu ve beyinlerinin küçük olduğunu ileri sürerek iş dünyası için “Çevik balık diğerlerini yutar” anlayışının daha doğru olduğunu ileri sürseler de, bu fikri de zorlayan iskeletler bulundu. Uçma kabiliyeti olan bazı çevik canlıların da nesillerinin tükenmesi bunun misâllerindendir.
Yine çene ve diş yapıları, irilikleri ve yırtıcılıklarıyla daha çok aslan ve kaplana benzeyen, tarih öncesine ait köpek cinslerinin nesillerinin tükenerek sadece iskeletlerinin kalması, bu günkü uysal köpeklerin nesillerinin ise devam etmesi ilginç misallerdendir. Misalleri çoğaltmak mümkündür.
Bilindiği gibi evrim teorisini ortaya atanların en önemli iddialarından birisi de tabiî seleksiyondur. Onlara göre; hayat bir mücadeledir; hep güçlüler seçilir, ayakta kalır; zayıflar ise yok olur. Onları bu hataya düşüren o zamanlar paleontolojinin ve kazıların bu boyutlara ulaşmamış olması mıdır, yoksa hayat felsefelerinin kuvveti tek belirleyici unsur olarak görmesinden midir, bilemiyoruz. Ama bırakın kazıları, bu gün denizlere ve karalara bakanlar, küçük ve zayıf canlıların da büyüklerle birlikte aynı ortamda yaşayıp gittiklerini, nesillerini binlerce yıldır muhafaza ettiklerini hemen fark edecektir. Aralarında kısmî bir mücadele olsa da, zayıfları bütünüyle yok etme şeklinde bir hadiseyle karşılaşılmamıştır. Soykırım teşebbüsü sadece Kur’ân’ın tabiriyle “zâlim ve cahil” olan insana mahsustur. Bilindiği gibi kader ona da müsaade etmemektedir, zâlim beşer teşebbüsü ile kalmıştır.
Şüphesiz dünya kendi haline bırakılmamış, insana yeryüzünü güzel ve yaşanır bir mekân olarak hazırlayan kudret, kader kalemiyle her şeye bir had ve hudud çizmiş. Öyle ya, dev dinozorların yaşadığı, en az fil kadar büyük canlıların uçtuğu bir dünyada hayatın ne kadar tehlikeli olacağını tahmin etmek zor değil. Bu arada o canavarların, havada ve denizlerde insan yapısı dev filolardan daha az tehlikeli olacağını da bir kenara not etmek gerekiyor. Evet Arz’ı insanlar için tefriş edip emniyetli bir beşik haline getiren kader kalemi bütün dakikliği ile çalışmaktadır. Ancak hikmet dünyası olan bu dünyada mutlaka bunların maddî sebepleri de olmalıdır.
Araştırmacılara göre, yukarıda bahsedilen, beyinlerinin vücutlarına göre küçük olması ve hantal olması sebeplerden birisi… Bu hakikat aslında insanlar, insan toplulukları, şirketler ve devletler için de önemli. Akıl ve ilme önem vermeden sadece kas ve silâh gücünü artıranların gelecekleri tehlikede demektir. En başta o hantal vücudu dahi yönetmekten âciz kalacakları açıktır.
Diğer yandan beyinleri vücuduna oranlı, çevik ve yırtıcı hayvanların nesillerinin de tükenmesi ise en ilginç olanıdır. Çünkü bir çok insan ya da devlet kendisi için böyle bir hedef seçmektedir. Hayatı bir mücadele haline getirmeye çalışan ve medeniyetler çatışması tezini savunarak İslâm dünyasına karşı topyekûn bir mücadele başlatmaya çalışanların dayandığı fikirler Darwin ve Malthus’a kadar uzanmaktadır.
Araştırmalar gösteriyor ki, bu tür canlıların çoğaldığı mekânlarda, tüketimin ve israfın hızlandığı, av haline gelen diğer hayvanların sayısının ise hızla azaldığı görülmüştür. “Atmacanın serçeye tasallutu, serçenin kabiliyetlerini geliştirir” misâlinde olduğu gibi diğerleri hızlı bir değişime girmiştir. Avların azalmasıyla vahşî hayvanların yavrularının da birbirleri için av haline gelmesi nesillerinin tükenmesinin başlangıcı olmuştur.
Şimdi Mesnevî-i Nuriye’den konuyu kader ve İlâhî adalet açısından anlamamıza yardımcı olacak bir kısım aktaralım: “Dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır.” Yeri gelmişken aynı bahisteki ihtarı da aktaralım: “Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.”
Evet nesli tükenenlerden olmamak için: Hayatı bir “mücadele” değil “yardımlaşma” olarak kabul etmek gerekiyor.
07.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|