Secde, her Müslümanın hayatında var olan (olması gereken) ve akıp giden ömrün uzantısında ülfet peyda eden bir duruş.
Secdeye varmak, huzura varmak ve Rabbe yakın olmaktan çok öte bir hal. Eğilip bükülüşün, mahcubiyetin, acziyetin doruk noktası. Bir elleri kolları bağlanmışlık, bir “Sen verirsen ancak, yoksa bizim hiçbir şeye gücümüz yetmez ki” farkındalığı, kul olmanın gerçekliği ve varlığın özeti aslında.
Neden sonradan Müslüman olanlar, namazı çok yavaş ve huşu içinde kılarlar hiç düşündünüz mü? Bazıları ömürleri boyunca aramış ve sonunda bulmuşlar, bazıları da çok ufak bir şimşek çakmasıyla dinini ve dolayısıyla hayatını değiştirmiş. Namaz, onlar için o kadar büyük anlam ifade etmeye başlamış ki, onun her bir salisesine ayrı bir mânâ yüklemişler.
Alışılagelmiş her davranış, bir süre sonra kıymet-i harbiyesini ne yazık ki yitiriyor. En fazla sağlam durması gereken namazlarımız bile…
“Namazı dosdoğru kılmak”, “Namazı ayağa kaldırmak” bize çok uzaklardan gelen bir ses artık. Kur’ân-ı Kerîm, bize seslendiğinde üstümüze alınmayıp arkamıza bakıyoruz. O biziz işte. Kastedilen ta kendimiz. Arkamızdaki ya da yanımızdaki değil.
Haşmet Babaoğlu Vatan Gazetesi’ndeki “İki dünya: secdeye varanlar ve varamayanlar” adlı yazısında (07.10.2006) dinler arası ibadet farklılığının en can alıcı noktasına değinmiş.
***
“Doğu kültürlerine, inançlarına meraklı bir Katolik tanıdığımız secde hareketini denemek istemişti.
Dizini kırıyor, diz üstü çöküyor ama olmuyor! Başını ve burnunu yere bastırıncaya kadar eğilmek sanki dünyanın en zor, en yorucu hareketiymiş gibi geliyor ona. Birkaç denemeden sonra mırıldanır gibi ‘Bedenim değil sanki ruhum zorlandı’ diyor da, bu saptama karşısında hepimiz çarpılıp kalıveriyoruz.”
***
Burası secdeye varamayanların mekânı, kilise çanlarının etrafında kurulu bir memleket. Dıştan bakıldığında sıcak, içten bakıldığında buz gibi bir yer.
Tevazunun Yaratan karşısında “eğilmek” ile başlayan bir ruh tekâmülü olduğunu gayr-ı müslim bir memlekette yaşamaya başlayınca daha iyi anlıyorsunuz. Çünkü onlar için, önce bir “ben” bakışı var, sonrası tabiat, hepsi bu. Mânâ ve ruh, varlık ve yokluk arasındaki ince çizgi, kader gerçeği (değiştirilemeyecekler) hepsi ama hepsi muamma.
İşte bu yüzden bazılarının “otomatik” Müslüman tabirini doğrular harekette bulunmamamız, yaptığımız her şeyi “farkında olarak” yapmamız gerekir. Yoksa bir kısım medyanın çok kolay, “iki yüzlü bu Müslümanlar” yaftasını yapıştırmasına seyirci kalabiliriz, eğer ki okumadıysak, ya da mahallenin hocasının peşinden giderek sorgulamadıysak doğruyu yanlışı.
Arkadaşlar biz secde ediyoruz. Farkında mıyız?
Hayatı boyunca alnı secdeye değmemiş olmak ne büyük eksiklik.
16.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|