Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Şeytanın zorlama gücü yok



Şeytan şerli bir yaratıktır. Ama onu yaratmak şer değil, ona uymak şerdir.

Şeytan sadece şerre dâvet eder. Zorla kötülüğe sevk edecek güçte değildir. Ona uyan akıl ve iradesiyle tercihini o yönde kullanıp tabi olur.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim hesap görülüp hüküm verildiğinde şeytanın sözlerine yer vererek buna dikkat çeker. Şeytan, “Şüphesiz Allah size hak bir vaadde bulundu. Ben de size vaadde bulundum ve yalancı çıktım. Zâten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sizi çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Allah’a itaatte beni ortak koşmanızı ben bugün inkâr etmiş bulunuyorum”1 diyerek insanın iradesini elden alıp kötülüğe sevk etme gücü olmadığını itiraf eder.

Şeytan ateşten yaratıldığı için kendini topraktan yaratılan insandan üstün görüp gururlanmış, Hz. Âdem’e secde etmemiş, bundan dolayı da lânetlenmiştir. Ancak ecelinin kıyâmet gününe kadar uzatılmasını istemiş, “And olsun ki, pek azı dışında onun neslini kendime bağlarım” demişti.

Cenâb-ı Hak da “Çık git. Onlardan her kim sana uyarsa, kâfi bir cezâ olarak Cehennem hepinizin cezâsıdır. Onlardan kime gücün yeterse sesinle kandırıp yoldan çıkarmaya çalış. Onlara süvarilerin ve piyadelerinle, bütün yardımcılarınla dâvette bulun. Mallarına ve evlâtlarına ortak olup onları harama yönelt. Onlara vaadlerde bulun. Şeytanın onlara vaad edeceği ise, aldatmadan başka birşey değildir” buyurmuş ve ihlâslı kulları üzerinde hiçbir gücünün olamayacağını bildirmişti.2

İnsanın kan damarlarında bile dolaşabilen, hatta kalbine girip kötü şeyler fısıldayan şeytanın şerrinden kurtulmak için Allah’a sığınmak, Onun yardımını dilemek; Allah’ın emirlerine ihlâs, samimiyet ve tam bir teslimiyetle sarılmaktan başka yapabileceği birşey yok insanın. Bunu yaptığında şeytan ona birşey yapamaz.

Aklını kullanan, iradesini iyiye yönelten insan şeytana uymaz ve imtihanı kazanır. Aksi halde Yasin Sûresinde dikkat çekildiği gibi Rabbimiz, “Sizler, ayrılın, ey mücrimler!” diye seslenip der ki: “Ben size emretmedim mi, ey Âdemoğulları, “Şeytana kulluk etmeyin, o sizin ap açık düşmanınızdır. Bana kulluk edin; doğru yol işte budur” diye? Cidden o pek çoğunuzu saptırdı. Akıl edemediniz mi?”3

Bütün kötülüklerin kaynağında şeytan vardır. “Akıl edemediniz mi?” hitabına muhatap olan insan ise ancak aklını ve iradesini kötüye kullanarak bu azılı düşmanın oyununa gelmiş olur.

Onun için şeytana muhalefette ele geçen fırsatlar çok iyi değerlendirilmelidir. Sonlarına yaklaştığımız şu mübarek Ramazan, Allah’a teslimiyetin açıkça sergilendiği bir ay olduğu için şeytanın elinin kolunun bağlandığı, ayaklarının zincire vurulduğu, işsiz kaldığı bir ay değil midir?

Dipnotlar: 1. İbrahim Sûresi: 22. 2. İsra Sûresi: 62-65. 3. Yasin Sûresi: 59-63.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Nefsin aldatmaları



Bizler çoğu zaman dünyanın gürültülü olaylarına kendimizi kaptırırken, bu arada nefsimizin malı alıp götürdüğünün farkında bile olamıyoruz. Nefis manevî duygularımızı körelterek, ebediyet yolculuğumuzun, karanlıklara götüren zararlı bir sonuçla son bulmasına sebep olmaktadır. Bunu bildiğimizi sanıyor olmamıza rağmen, çoğu zaman gafletin kalın karanlık perdelerini aralamak için ciddî bir çaba içinde olamıyoruz ne yazık ki…

Nefsimizin aldatmalarıyla baş etmediğimiz veya edemediğimiz zamanlar, “Nasıl olsa Allah gafur ve rahimdir, bizi affeder” diyerek adeta Allah’ın rahmet ve merhametini hafife almak gibi bir yola tevessül ederiz. Oysa Rabbimiz bizlerin hangi maksatla neyi yaptığımızı gayet iyi bilmekte ve samimiyetimiz ölçüsünde bizim yaptıklarımızı değerlendirmeye tabi tutmaktadır.

Her halukârda samîmî olmak zorundayız. Çünkü bizler kendisinden hiçbir şeyi gizleyemeyeceğimiz bir Rabb-i Âlim tarafından imtihan edilmekteyiz. Ondan hiçbir şeyi gizleme imkânına sahip değiliz. Kalbimizden geçen en gizli hissiyatlarımızı bile bizden çok daha iyi bilen bir Yaratıcının karşısında hilelere baş vurmak, aklı başında olan insanların yapacağı bir iş değildir.

Hem Allah’tan ümit beklediğimizi ifade etmemiz, hem de işlediğimiz günahlara devam etmemiz haleti, insanlık adına içine düşülmemesi gereken bir tezadı teşkil etmektedir. Zira bizler biliyoruz ki, insanlar yaptıklarından dolayı pişmanlık duyarak ve işlediği günahları bir daha yapmamak üzere tevbe ederek Allah’tan af ve mağfiret dilerse doğrusunu ve samimi olanı yapmış olacaktır.

Hiç kimsenin Allah’ın rahmetine güvenerek günahlarda devamlılık gösterme hakkı bulunmamaktadır. “Ben nasıl olsa ilerde tevbe ederim” düşüncesiyle gayr-i insanî fiillerine devam edenler açık bir şekilde nefsin ve şeytanların tuzaklarıyla kendi kendini baş başa bırakmaktadır.

İnsanlık düşmanı habis ruhların oyuncağı olanlar, artık her türlü günahı kendine mübah görecek ve büyüğüne küçüğüne bakmadan her türlü günahı işlemekten çekinmeyecektir. Böylece işlemiş olduğu günahlarla insanlar başta olarak bütün mahlukatın manevî nefretlerini üstüne çekecektir.

Unutmayalım ki, bizler için Cenneti kazanmak kolay olmadığı gibi, Cehenneme ehil bir vaziyete düşmek de pek uzak bir ihtimal değildir. Diğer bir ifadeyle Cennet Allah’ın samîmî kullarını bin bir türlü nimetlerden istifade ettirmek için beklerken, Cehennem de dünyadaki yaşantısıyla Allah’ın rahmetinden kendini uzaklaştırmış insanlara azaplar tattırmak için beklemektedir.

Gerçek şu ki, nefis ve şeytanlar insanlara bu dünyada imtihanı kaybettirmeye çalışmaktadır. Aksine hareket edip şeytanların oyununu bozan insanlar, imtihanı kazanmanın zevk ve lezzetini hem bu dünyada hem de ölümden sonraki âlemde en güzel bir şekilde tadacaklardır. Bu gerçekler ortadayken geçici zevkler ve menfaatler için günahlara yönelmen ne kadar adice bir hareket olduğunu aklı başında olan her insan anlayacaktır şüphesiz…

Kimse bu dünyada daha ne kadar yaşayacağını bilemeyeceğine göre, yapılması gereken, akla gelen ilk dakikadan itibaren insan olmaya karar verip, yaptıkları yanlışlardan dönmek ve Allah’ın bu kararında kendisine yardımcı olmasını dilemektir. Aksi takdirde kişinin gittikçe kararan kalbi aydınlıklardan uzaklaşacak ve bir gün dönülmesi mümkün olmayan karanlık bir yolda kendini bulacaktır.

“İlerde tevbe ederim” gibi bir yaklaşım nefsin ve şeytanın bir aldatmacasıdır. Çünkü bizden ileride değil hemen tevbe etmek istenmekte ve zaman kaybedilmeden günahlardan uzaklaşmamız emredilmektedir.

Ölümün ne zaman yakamıza yapışacağı belli değildir. Ayrıca uzun bir hayat yaşasak bile, Allah’ın rızası olmadığı takdirde tevbe etme imkânını bulmamız mümkün olmayacaktır.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Mideye "tatil izni" bitiyor



Mideye verdiğimiz bir aylık "tatil izni", bu hafta sonu bitiyor. 22 Ekim Pazar günü arefe, Pazartesi günü ise mübarek Ramazan Bayramını idrak ediyoruz.

Oruç müddetinin bitmesiyle, midenin de tatil izni sona eriyor ve yeniden rutin çalışma dönemine girmiş oluyor.

Ramazan ayı, her bakımdan ve her yönüyle feyizdir, berekettir, sıhhattir, afiyettir, saadettir, mürüvettir, mağfirettir... Oruç günleri, hayatı yeniden tanzim etmede, harikulâde bir fırsattır.

Bilhassa yeme, içme ve uyuma gibi adetlerimizi gözden geçirmek ve bu adetleri yeniden bir düzenlemeye tabi tutmak için, Ramazan ayından daha mükemmel bir fırsat olamaz.

Bu saydığımız adetlerden, pekçok kişi şikâyetçidir, dertlidir, muztariptir.

Kişi, uyku saatlerini başka türlü ayarlamak istiyor, ancak bunu bir türlü başaramıyor.

Keza, insan yeme–içme adetini değiştirmek, başkalaştırmak, yani tıpkı uyku gibi daha ideal olduğunu düşündüğü bir tarza dönüştürmek istiyor, fakat iradesini kullanarak bunu bir türlü sağlayamıyor.

İşte, özellikle bu açıdan bakıldığında, Ramazan ayı bizim için hayatî önem arz eden bütün bu adetlerimizi istediğimiz ölçü ve kıvama getirebileceğimizi bir cihette ispat ediyor.

Çünkü, oruçlu iken, günün 24 saatini eskisinden çok daha farklı bir yaşantı ile geçirmek durumundasın. Yani, canın istediği saatte yiyemez, içemez, uyuyamazsın. Bütün bu halleri, bir emir ve irade tahtında yapmak ve yaşamak mecburiyetindesin.

Bir bakıma, Ramazanda çelikleşmiş bir iradeye sahip oluyorsun.

İşte, bu kuvvetli iradeyi, Ramazandan sonraki günler için de doğru istikamette ve ideal ölçülerde istimal etmek pekâlâ mümkün.

Günümüz insanı, az yemekten ve aç kalmaktan nâdiren hastalanıyor. Hastalıkların ekserisi, çok gıda tüketmekten ve yanlış beslenmekten kaynaklanıyor.

Ramazanda ise, hem aç kalmaya talim ediyoruz, hem de az yiyecek tüketme alışkanlığı ediniyoruz.

İşte bu hal, beden için doğrudan doğruya bir sıhhat ve şifa halidir. Hem maddî, hem de mânevî yönden bir sıhhat ve afiyet terapisidir.

Zira, "şifa hazımdadır." Midenin gıdaları hazmı ile birlikte, vücudun bütün azalarında bir faaliyet başlar. Hazımdan sonra ise, mide bir cihette istirahate çekilir ve ona bağlı olarak çalışan diğer organlar da, hazımla uğraşmak dışındaki sair aslî vazifelere döner, ruh ve bedeni huzura kavuşturur.

Ramazan sonrası için, yeme, içme ve uyuma gibi temel adetlerimizi daha şimdiden planlayacak ve bunları uygulayacak iradeye sahip olabilmemiz dileğiyle...

Sağlık haberi

Fazla kiloyla gelen hafıza kaybı

Fransız bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre, orta yaşta alınan fazla kilolar, daha sonraki safhalarda bunaklık riskini arttırdığını ortaya koydu.

Neurology dergisinde yayınlanan bu araştırmaya göre, 1996 yılında yaşları 32 ila 62 olan 2223 sağlıklı insan incelemeye alındı.

Bu kişilere 1996 yılında verilen, hafıza, dikkat ve öğrenme hızı kabiliyetlerini ölçen testler beş yıl sonra tekrarlandı. Neticede, kilolu olan katılımcıların, normal kiloda olanlara oranla testlerde daha düşük notlar aldığı ve bu süre içinde büyük bir hafıza zaafına uğradıkları tesbit edildi.

Bilim adamları, yaş, eğitim ve sağlık durumu gibi faktörlerin de, bu düşüşle bağlantılı olmadığını belirtiyorlar.

Araştırmanın yazarı, ayrıca yağ hücreleri tarafından üretilen leptin gibi hormonların beynin üzerinde doğrudan etkisi olduğunu da hatırlatıyor ve şişmanlık ile hafıza zayıflığı arasındaki bağlantıya da bu tür maddelerin yol açmış olabileceğini söylüyor. (Kaynak: AA)

Günün Tarihi

'Ekmek yoksa pasta yesinler'e giyotin cezası

14 Ekim 1793: Fransa Kraliçesi Marie Antoinette, giyotinle idam edildi.

İdamın gerekçesi olarak, Kraliçe'nin mağrur Fransız halkını çılgına döndüren bir sözü gösterildi. Kraliçeye atfedilen ve idamına yol açan meşhûr söz şudur: "Halk ekmek bulamıyorsa, pasta yesin."

Bu sözün Madam Marie'ye ait olup olmadığı da kesin olarak bilinmiyor. Ancak, bilinen bir şey varsa, o da aslen Avusturya'lı olan kraliçenin bu söz sebebiyle giyotinden geçirildiğidir.

Yoksa andıç mıydı?

1755 doğumlu Fransa Kraliçesi Marie Antoinette, aslen Avusturya'lı bir ailenin kızıdır.

Genç kız, Fransa Kralı XVI. Louis ile evlendirildiğinde Fransa'da açlık ve sefalet vardı. Halk, halinden hiç memnun değildi.

Bir gün, akşam yemeği esnasında sarayın önündeki meydanda halk toplanmış ve "Açız, ekmek istiyoruz" diye bağırıyordu.

Marie, sağda solda akmek var mı diye aranır, ancak bulamaz.

Tam o esnada masanın üzerinde duran pastayı işaret ederek şöyle der: "Madem ekmek yok, aşağıdaki yoksullara şu pastayı neden vermiyoruz?" diye söylenir.

İşte, orada sarf ettiği bu söz, günümüz tabiriyle tam bir andıç gibi onun aleyhinde kullanılır. Müthiş bir dezenformasyon dalgasıyla, etrafta ilânat yapılır ve denir ki: "Halkın durumunu hiç umursayamayan Kraliçe Marie, 'Halk ekmek bulamıyorsa pasta yesin' diyerek, bir de halkla alay etmiştir."

Halk bu propagandanın etkisine girer ve bir anda bütün hücum okları Kraliçeye çevrilir.

Zaten aslen Fransız olmayan Marie, artık günah keçisi seçilmiş ve bir şekilde bertaraf edilmesine karar verilmiştir.

Nihayet, dünyaya hürriyet ve adâlet dersini veren Fransız mahkemesi kurulur ve duruşmalardan sonra nihaî karar verilir: Kraliçe Marie, giyotinle idam edilecek.

Yapılan suçlama ve cezalandırma yöntemi, asırlarca geçerliliğini, yahut haklılığını koruyor görünmekle beraber, vicdanların bir köşesinde, aslında o tarihte bir yanlışlık ve bir haksızlık yapıldığı da siyah bir leke gibi yer etti, durdu.

O kara leke, zamanla büyüdü ve artık karşı konulamaz bir hale geldi.

Fransa Kraliçesi Marie, nihayet asırlar sonra, yani 1989'da, Mainz Üniversitesi'nde yapılan dört yıllık bir çalışma neticesi aklandı ve itibarı iade edildi.

Fransız mahkemesinin idamına karşılık, tarih mahkemesi Marie'nin masum olduğuna hükmetti.

Marie'den Şalcı Bacı'ya

Tarihte kadınların idam edildiğine dair örnekler pek azdır.

Bu konuda Fransa gibi, ne yazık ki Türkiye de sabıkalıdır.

1925'teki "şapka inkılâbı"ndan sonra, Erzurum'da pazarda bohçacılık, şal satarak geçimini temin eden "Şalcı Bacı" lâkaplı bir kadın, kılık kıyafet kànununa muhalefet ettiği gerekçesiyle, İstiklâl Mahkemesi kararıyla idam edilir.

Bu idama karar veren heyetin içinde bulunan kumandanlardan biri de, yazar Çetin Altan’ın dedesi Tatar Hasan Paşadır.

Türkiye'de uzun yıllar başbakanlık yapmış bir şahsiyetin bize aktardığına göre, idam gömleği giydirilen Şalcı Bacının son sözleri şu olmuştur: "Ülen kavatlar! Siz hiç kadının idam edildiğini duydunuz mu?"

Duymuşlar demek ki. İşte bakın, o tarihten tam 132 sene evvel Fransa'da da benzer bir hadise yaşanmış.

Gariptir, dünyada sadece bu iki ülkenin şimdiki anayasasında "laiklik" maddesi var.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İtikâf günlerinde bulunuyoruz -1



İsmini belirtmeyen okuyucumuz: “İtikâf nedir? Hükmü nedir? Şartları nelerdir? Bir kimse, kendi evinde itikâfa girebilir mi?”

Allah Resulü’nün (asm) içinde itikâfa girdiği mübarek günlerden geçiyoruz. Bire binlerce sevabın yazıldığı, yılın en hususî ibadet günlerini yaşıyoruz. Hayır, hasenat, ibadet ve salih amel adına attığımız en küçük bile olsa her adımımıza nazar eden Yüce Rabb’imiz, içinde bulunduğumuz bu günlerde, bizim bir adımımız için günahlarımızı bağışlıyor, bir yönelişimiz için bizi merhametine erdiriyor, bir teveccühümüz için bizi rızasına nail kılıyor.

Ramazanın son on günü geldiğinde, namaz kılınan bir mescitte ibadet için itikâf niyetiyle inzivaya çekilmek sünnet-i müekkededir. Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazanın son on gününde itikâfa çekilir, bütün geceyi ve gündüzleri ibadetle ihya ederdi. Resul-i Ekrem’le (asm) birlikte mübarek hanımları da hane-i saadetlerinin bir odasında itikâf yaparlardı. Hazret-i Âişe validemiz (ra) Ramazanın son on günü Peygamber Efendimiz’in (asm) itikâfa girdiğini, ibadetle meşgul olduğunu, ailesini namaz için uyandırdığını ve hanımlarından uzak kaldığını belirtir.

İtikâf lügatte bir şeye devam etmek demektir. Dinî bir terim olarak ise itikâf, ezan okunan ve kamet getirilen bir mescitte, bir camide veya ibadet yapılan bir mabette itikâf niyeti ile ikamet etmekten ibarettir. Ramazanın son on günü geldiğinde itikâfa girmenin hükmü, sünnet-i müekkededir.

İtikâf kifâî nitelikte bir sünnet-i müekkededir. Yani bir beldede itikâf sünnetini bir Müslüman yerine getirdiğinde diğer Müslüman’lardan bu mesuliyet kalkar.

Sür’atle akıp giden hayat serüvenimiz içerisinde, bazen, koşuşturmayı bir tarafa bırakıp zamanımızı tamamen namaz, itaat, ibadet, zikir, tesbih, Kur’ân, Cevşen, tevbe, istiğfar... Vs. ibadetlere tahsis ederek, derin tefekkürde bulunmaya olan manevî ihtiyacımız inkâr edilemez. İtikâf sünneti bize dünya hayatının manası ve âhiret hayatının önemi üzerinde tefekkür etme ve ibret alma imkânı sağlar.

Büyüklerden meşhur Ata der ki: “İtikâfa giren kimse, büyük bir zatın kapısında oturup, ‘İhtiyacımı almadıkça buradan ayrılmam!’ diyen bir ihtiyaç sahibine benzer. Çünkü O da, Cenâb-ı Hakk’ın bir mabedine girmiş ve ‘Beni affetmedikçe buradan ayrılıp gitmem ya Rabbi!’ diyor.”

Cenâb-ı Hak, “Mescitlerde itikâfa girdiğiniz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onlara yaklaşmayın.”1 Âyetiyle, itikâfa girilecek yerin “mescit” veya mescit hükmünde bir mabet olması gerektiğini bildirmiştir. Kadınlar, evlerinin bir odasını mescit hâline getirerek, orada itikâfa girebilirler.

Yarın inşallah devam edelim.

Duâ

Allah’ım! Kur’ân-ı Hakîm’in izzetli yolundan bizi ayırma! Resul-i Ekrem’in (asm) bereketli yolundan bizi ayırma! Ashab-ı Güzin’in şerefli yolundan bizi ayırma! Ashab-ı Güzin’in fedaî oldukları yüksek hakikati kavramamızı ve can verdikleri nurlu yolu anlamamızı kolaylaştır. Ruhumuzu bu nurlu yola sadakat içinde al! Bizi sadakatsiz kılma! Bizi istikametsiz kılma! Bizi ihlâssız kılma! Bizi riyakâr kılma! Bizi lütfedip bize gönderdiğin nurlu hakikatler ile haşret! Âmîn.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/187

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

“Mega ölümler yüzyılı”



Zbigniev Brezinski 20. yüzyılı bu şekilde adlandırıyor. Dün ve bugün yapılan savaşlara baktığımızda bu hükmün doğru olduğunu görmekteyiz. Hitlerin tek başına sebep olduğu cinayetlerde 17 milyon insan, Stalin’in katlettiği insan sayısı ise 25 milyon. Mao’nun sebep oluduğu cinayetler 29 milyon insan, birinci dünya savaşında 13 milyon, ikinci dünya savaşında ise 20 milyon civarında insan katledilmiş.

11 Temmuz 1995 yılında Srebnitsa’da 8000 kişi. Körfez savaşında binlerce insan öldü. Irak’ta ise 2003’den buyana 655 bin ikinin öldüğünü gazateler yazdı. Evet yılda silâha harcanan para 1 trilyon dolar olunca bu silâhlar bir yerlerde kullanılacak ve kullanılıyor da. Dünyanın mamur edilmesi için kullanılması gereken bu paralar insanın soyunun tüketilmesi için kullanılması çok acı.

Dünyayı idare edenlerden, artık kılıçların kınına girmesini ve sulh-u umumiyi istiyoruz. Yoksa bu silâhlanma yarışında insanlık kendi eliyle kendi sonunu mu getirecek? Nitekim insanlığın korkulu rüyası olan nükleer silâhlar patlamaya başladı bile. Bu bilgi ve teknoloji çağında insanlığın yararına olan ilimlerde bir yarışma olması gerekir ki, bu bütün toplumların yararına olacaktır. Daha insanlığın önünde keşfedilmesi gereken bir çok gizli hazine vardır. Hani Hz. Süleymanvari uçmalar? Hani Hz. İsavari ölüme çare bulmalar?

*

Dünyayı tüketenler

Tüketimi bir ‘ibadet’ şeklinde algılayan Batı düşüncesinde aşırı tüketim dünyayı bitirme noktasına getirmiştir. Bu konu ile ilgili olarak çevre konusunda duyarlılığıyla tanınan İngiliz Independent gazetesinde Çevre Örgütü Dünya Politika Enstitüsü’nden, Victoria Markham şunları söylemiş: “ABD, hayat tarzıyla, boğaz düşkünü halkıyla, tabiî kaynakları tüketimiyle ‘süper beden’ bir ülke haline geldi. Amerikan halkı dünyanın doğal kaynaklarını hızla tüketirken, bu hızlı tüketimin ABD’ye yansımasının da su sıkıntısı, trafik sıkışıklığı, çöp yığınları, aşırı avlanma ve ithal petrole bağımlılık olarak kendini göstermektedir.

ABD nüfusu dünyanın yüzde 5’ini oluşturuyor. Ancak küresel enerji tüketiminin 23’ü, kâğıt tüketiminin yüzde 28’i, et tüketiminin ise yüzde 15’i bu ülkede gerçekleşiyor. Bir ABD’li günde 2.5 kilo çöp üretiyor. Dünya ortalaması 400 gram. Dünyadaki motorlu araçların yüzde 37’si ABD’de. 24 milyonu, aşırı benzin tüketen cipler. Dünyada üretilen her 7 varil petrolun 1 varilini Amerikalı sürücüler harcıyor. 54 milyon ‘obez/şışman’ bulunan ABD’de yılda 300 bin kişi obeziteye bağlı sebeplerle hayatını kaybediyor. Kişi başına düşen karbondioksit üretimi 19.8 ton, dünya ortalaması 3.9 ton”.

ABD bu gerekçelerden dolayı Kyoto sözleşmesini imzalamıyor. Bu sözleşmeyle ülkeler karbondioksit salımını belirli bir seviyeye indirmeleri gerekiyor. Tabiî ki, bir yerde tüketimi de kısmak anlamına geliyor. Bu alışkanlıklarından vazgeçemediklerinden dolayı, bütün dünya insanlarını etkileyen aşırı tüketime devam etmektedirler. Aslında insanlığın sağlığı için ortak akılla alınan bir karardır. Yoksa bu aşırı tüketimle insanlık kendi ürettiği çöplükde boğulacak gibi.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Konuşana balyoz



İngiltere Genelkurmay Başkanı Richard Dannatt’ın, İngiliz askerinin Irak’tan çekilmesine ilişkin sözleri ilginç bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Kimse çıkıp, ”Komutan haklı bizim Irak’ta ne işimiz var?” demedi. Hatta General Dannatt’ın açıklamalarının yüzde 99’unun doğru olmasına rağmen.

General Irak’taki İngiliz askerlerinin varlığının hem Irak’taki güvenlik sorunlarını körüklediğini hem de İngiltere’yi tehdit haline getirdiğini savundu. Yetinmedi, “Irak’a dâvet edilmedik. Kapıyı kırarak girdik” dedi.

Haklıydı. Öyle ki, Dannatt’tan çok önce, henüz İngiliz askeri Irak’a gitmeden önce Irak’a müdahaleye karşı çıkan ve asker gönderilmesine ret oyu veren iktidardaki İşçi Partisi milletvekillerine, ”general’de sizin savunduklarınızı savunuyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusu yöneltildiğinde şu cevabı verdiler: ”Evet aynı şeyleri söyleyebiliriz, ama Anayasaya göre, Irak’a asker gönderilmesi kararını parlamento verdi. Bizim muhatabımız parlamento ve siyasilerdi. General ise bir devlet görevlisi.”

Zaten demokrasinin beşiği olan İngiltere’den General’e, ”Anayasal sorun çıkarıyorsun”dan başka bir tepkinin gelmesi beklenemezdi. İngiltere Genelkurmay Başkanına yönelik tavrı, ”Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” şeklinde bir ima için gündeme getiriyor değilim.

Hele hele bizde kışla kapısına bakmaktan korkup, ‘bakın İngilizler ne demiş ki’ tarzında bir “vur- kaç” içinde hiç olmam. Biz de bu konuları rahatça tartışmalıyız. Ama hakaret etmeden.

Yaşar Büyükanıt Paşa Genelkurmay İkinci Başkanı olduğu dönemden bir anekdot aktarmak istiyorum: Büyükanıt 2. Başkan, Mehmet Ağar ise Elazığ bağımsız milletvekili.

Büyükanıt kendisini ziyarete gelen Mehmet Ağar’ı bizzat Genelkurmay karargâhının kapısına kadar uğurluyor. İkisi de terörle mücadelenin en sert olduğu dönemde görev yapmış iki isim. Aralarında derin bir hukuk olduğu anlaşılıyor. Ta ki Ağar’ın çok büyük tartışma meydana getiren açıklamalarına kadar. Ağar ne dedi? “Ha babam dağda silâh sesleri olacağına, düz ovada siyaset yapsınlar.”

DYP lideri sadece bunu söylemedi. Hükümete de, dağdaki silâhlı PKK’lıyı aşağıya indirecek bir çözümü getirdiğinde destek olacağını ilân etti. “Riski de, inisiyatifi de almaya hazır olduğunu” belirtti.

Tekrar o tartışmalara dönmek istemediğim için sadece Ağar gibi bir siyasetçinin bu çağrıyı yapmasının ne denli önemli olduğunun altını çizmekle yetineceğim. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ise Milliyet Gazetesi’nde imzasız olarak yayınlanan haberde DYP liderine cevap verdi. Haber imzasızsa, gazetenin üst düzey yönetiminden biri konuşmuş demektir. Muhtemelen de Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin.

Haberde kullanılan dilin Ergin’in üslûbunu yansıtmadığını belirterek, bir soru işareti ile yetinmek istiyorum. “Bu bir genel af çağrısıdır” diyor Genelkurmay Başkanı. “Bunu şiddetle kınıyorum” sözleri ile Ağar’a tavrını, Ağır bir şekilde ortaya koyuyor. Sonra soruyor: ”Dağdan inen insan nasıl siyaset yapacak ki?”

Anaların feryadını dindirmek için bu çağrıyı yaptığını belirten DYP liderine, “Anaların feryatlarını duyduğunu söylüyor. Herhalde ‘Cumartesi anaları’nın feryatlarını kastediyor” diye karşılık veriyor Büyükanıt paşa.

Zehir zemberek açıklamalar burada kalmıyor. “Benim dönemim de asker konuşmaz” diyen Ağar’a, ”O zat iktidarda olsa da biz bu konuları konuşuruz” karşılığını veriyor.

Buradaki zihniyet, ‘bize dil uzatanın dilini keseriz, bize el uzatanın elini keseriz’ anlayışından başka bir şey değil. Öyle ki bu kural herkese geçerli. Ağar gibi kişisel dostlara dahi... Bu sebeple kimse kalkıp, ‘asker AKP’ye karşı konuştu’ diye sevinmesin. Geçmişte de örneklerini çok gördük. 28 Şubat’ta işbirliği yaptıkları ve iktidarı teslim ettikleri Mesut Yılmaz’a karşı da en ağır açıklamaları yapmışlardı.

Lübnan’a asker gönderilmesi kararı alınırken, Mehmet Ağar’ın, ‘iktidar olacaksak ABD ile ters düşmemeliyiz’ şeklinde bir eğilim içinde olduğu biliniyor. PKK’ya genel affı önerecek en son kişi olarak gözükmesine rağmen, bir sürpriz yaparak, dağda silâhla gezeceklerine ovada siyaset yapma önerisi de “Bu işi ancak ben yaparım” diye aynı merkeze bir mesaj olarak görülebilir.

Bunlar siyasetin gerçekleri. Ancak doğru olmayan şu: Resmî görüşün dışında hiçbir kimse görüş açıklayamayacak mı? 80 yıldır sabahtan akşama kadar ‘Kürt yoktur’ denildi, biz öyle dedik diye Kürtler ya da Kürt sorunu yok mu oldu?

Yeni açılımlardan neden bu kadar korkuyoruz? Bu ülkenin karşı karşıya olduğu en ciddî sorun, bölücü etnik terör. Mehmet Ağar bir siyasetçi. Bu teklifinin getirisi olduğu kadar siyaseten götürüsü de olmuştur kuşkusuz. Cevabını sandıkta millet verecek. Eğer yeni açılımı istiyorsa, halkımız Ağar’ı iktidar yapar. Yok eğer karşıysla siyaseten siler...

Sağduyulu her açılımın üstüne tankla, topla gidildiği takdirde, meydan sadece radikallere kalıyor. Onlar da kör bıçak gibi birbirini bileyerek iki keskin uç oluşturuyor.

Büyükanıt’ın sözleri sorulduğunda DYP liderinin,“Sözlerim yanlış anlaşıldı” şeklindeki sözleri bir zaaf belirtisi olduğu kadar, “Biz toplumda yeni bir gerginliğe meydan vermek istemiyoruz” şeklindeki yaklaşımı da sağduyu işareti.

Asker şunu anlamalı. Merkez partileri ezdikleri için bugün uçlar iktidarda. Çözümü uç partiler bulamıyor. Bari bıraksınlar da merkez partiler bu konulara eğilip, çözüm üretme cesaretini kendilerinde bulsunlar.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hariçteki birliği içeride yaşayalım



1997 yılında Moskova’da 119 No’lu hastahanede refakatçi olarak bulunurken, sonra rahmetli olan Namık Albay da böbrek yetmezliğinden bir ay kadar tedavi için gelmişti.

Rusların tuvalette su bulundurma adetleri olmadığından bizler tedbirimizi alıyorduk. Haliyle onların bilmediği taharet adabı dolayısıyla, bazen tuvalette bıraktığımız su matarasını atarlardı. Hafiften de tepki verirlerdi.

Rahmetli Namık albay, hasta haliyle dirilircesine ve benim hassasiyetime olan itinasıyla, “Biz Müslümanız. Kültür ve inancımıza göre yaşarız” diyerek, hastahane ortamına bizimle beraber tepki verirdi.

Bu hatırayı şunun için anlattım: Çok eminim ki, rahmetli Namık Albay, sohbet zemininde ve hasta döşeğinde yaptığımız konuşmaları ve kendisine takdim ettiğim kitaplarıma gösterdiği nezaketi, görev esnasında ve resmî söylemlerinde asla gösteremezdi.

Neden yapamazdı? Yeterli donanıma sahip olamadığından mı? Bilmediğinden mi? Hayır.

Demokratik bir zemin ve kendini ifade etme güvenliği olmadığından. Askerî disiplinin görev emri ve uygulamaları zaten konumuz dışı.

Ancak, neden bir subay görev çıkışı resmî elbisesiyle camiye gitmesin? Gidebilmeli. İç dünyasında tatmak istediği manevî iklimle buluşmalı. Özellikle bu mübarek günlerde.

Sonra bir çok astsubay veya subayın annesi, ablası ve diğer aile büyüklerinden birileri başörtülü olduğu halde, neden askeri lojmanlara bu örtüsüyle gidemesin? Bunun askerî ve stratejik sonuçlarla ne alâkası var?

Ayrıca toplum ortalamasının dışında bir sosyal izolasyon denebilecek tek boyutlu hayat standardında diğer manevî unsurları arka plana atmak, savaşa hazırlanan bir kurumun mensupları için ne kadar motivasyon sağlar?

Şehit olan askerin aldığı “yeni rütbe” manevî ve dinî değil mi? Kutsî bir inançla ve şehadet mertebesi ile öldüğüne inanmıyor muyuz? Peki bu dinî argümanı nasıl ayıracağız günlük uygulamalardan? Bu çok zor bir ayrışma açmazı değil mi? Hakikat-ı halde bu mümkün mü?

Öyleyse, daha yumuşak ve birbirini anlamaya dönük, katılaşmamış ve tek tipleşmemiş geniş açılımlı ve seçenekli bir hayat tarzlarının kişiye ait boyutuyla yaşanabilmeli. Kurumların görev ve sorumluluk önceliklerini ayrı tutarsak, onun dışında iç dünyasını yansıtma huzuru herkesin vazgeçilmez bir hakkı olarak önümüzde duruyor.

Endişe ve korku gerekçesiyle güvenliğin demokrasiye müdahalesi veya bireyin kurumsal alan dışında evinde bile her türlü figür ve serbestliği sınırlaması, zihinlerimizi ne kadar özgürleştirir?

Resmî rollerle gerçek hayat rollerinin birbirine yakın olduğu nispette demokratik standardın yükseldiğinden bahsedilebilir. Uçlarda ve birbirinden bağımsız iki ayrı dünyanın aynı toprak parçasında böylesi zıtları temsil etme halleri, çok sağlıklı ve kalıcı değildir.

Anadolu’nun medeniyetler beşiği kültürü, müsamahası ve birbirini anlamaya matuf insanî sıcaklığına karşılık gerginleştirilen ortamlar birbirine uymuyor.

Bir tuhaflığın farkında olmanın zamanı geldi. Bir gariplik var ortada. Temcit pilavına dönen kronik ve ironik konuların ötekiyi hedefe oturtan dışlayıcılığından hepimizin kurtulması gerekir.

İçinde bulunduğumuz rahmet mevsimi, bereket ayı ve gufran dönemi; hepimize yeni fırsatlar sunuyor. Kendi adıma freni ve gazı dengeleyecek bir açılıma ve beraberliğin yükselen kalitesinde buluşmaya her an kalbimizi ve ruhumuzu açık tutmak gerektiğine inanıyorum. Bu konuda Allah’tan sağduyu vermesini diliyorum.

Birbirimize muhtacız ve aynı gemideyiz. Muhabbeti tesis eden kazanacak. Birliği teşvik eden muvaffak olacak. Diğerini “Allah ıslâh etsin” duâsıyla karşılayacağız ve tebessüm edeceğiz.

Allah’ım! Bunu bize lütfet.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Muhabbet fedaileri



Yeryüzünde yaşananların sebep-sonuç bağlantısı içinde önümüze sunduğu tablonun arka planında ve derinlerde farklı bir işleyiş alanı var. Bu alandaki gelişmeler baharın toprak altında gelişmesine benziyor ve ve çok fazla dış alemden etkilenmiyor. Eğer bu gelişmeler maneviyat alanında cereyan ediyorsa siyasî ve ekonomik güçler pek kontrol edici konumda olamıyorlar.

Medeniyetler çatışmasının tekrar gündeme getirilmeye çalışıldığı şu günlerde Kur’ân’ın kuşatıcı muhabbetine ve Habibullah’ın (a.s.m.) insanlığa taşımaya çalıştıklarına ihtiyaç çok şiddetlendi. Bu anlamda Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) muhabbetinin fedaileri konumunda ve varlığın şeffafiyetini acz, fakr, şefkat, tefekkür mesleği ile sosyal hayata yansıtan Risâle-i Nur yaklaşımı ve cemaati artık tüm dünya için çok önem kazandı.

Varlığı Risâle-i Nur perspektifinden algılayan ve hayatı onunla anlamlandıran fertlerin oluşturduğu nurani bir cemaat. Hazret-i Ali’nin Celcelutiye kasidesinde, Gavs-ı Azam’ın Fütuh-ul Gayb’ında işaretlerle müjdelenmiş ve istikbalde yapacakları hizmetler ve samimiyetleri, ihlâsları sebebi ile alkışlanmış bir cemaat. Dâvâsı ile bütün kâinatın alâkadar olduğu ve Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) büyük ve yaratılışa maksat aleme ukde-i hayat olan dâvâsını günümüze taşıyan, üstadı ve bütün mensupları ile hayati vazifeler üstlenmiş bir cemaat. İnsanlık Dar’üs-Selâm yolunda bir geminin yolcuları ve bu cemaatin mensupları o geminin mürettebatı. Bu yüzden dâvâ büyük vazifeler çok ve fazlası ile hassasiyet gerektiriyor.

Üstad, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin çevresinde halka olmuş bir kaç samîmî, fedakâr ve gayretli insanın çabaları ile başlayan ve günümüze kadar büyük gelişmeler kaydeden bu dâvâ, aslî yönü ile ve manevî anlamı ile gerçekten çok büyük ve âlemin bütün zerrelerini, her insanı ilgilendiren bir misyon üstlenmiştir. Üstad ve sonrası çizgide tam bir gayret ve samimiyetle yeri geldiğinde canları pahasına ortaya atılmış hizmet erbabı, günümüzde sanki bir rehavet havası içine girmişlik görüntüsü arz etmektedir. Bu duruma kısmen, Risale-i Nur şahs-ı manevisini teşkil etmek üzere kaderin bir tecellisi olarak gerçekleşen mitoz bölünmelerin sanki ayrılık şeklinde algılanması ve bunun oluşturduğu hafif bir karamsarlık havası yol açmaktadır.

Bunda toplumun topyekûn yaşadığı dünyevileşme sürecinin de büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.

Geçmişte yaşanan her şey yaşanması gerektiği için yaşandı. Çünkü kaderin hükmüydü. Bunlardan Risâle-i Nur ölçüleri ile hayatını şekillendiren hiçbir ferdin âleminde ümitsizlik, şevksizlik, isteksizlik doğmamalı. Onların dâvâsı acz, fakr, şevk ve şükrü mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dâvâ. O dâvâda kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve halleri olamaz. Yük ağır ve yardıma uzanan her ele ihtiyaç var ve rahmet okunmalıdır. Anlamsız çekişmelerin, lüzumsuz kırgınlıkların bir an evvel ortadan kaldırılması ve Risâle-i Nur hizmetine lâyık şevk ve gayretin, bitmek bilmez enerjinin tekrar kazanılması zamanıdır. Bu zaman artık hizmet boyutlarının Türkiye sınırlarının dışına taştığı ve dünyanın her tarafından insanların bu ulvî dâvâyı anlamaya ve hayatlarının bir parçası haline getirmeye çalıştıkları bir zamandır.

Hıristiyan, Yahudi, Budist pek çok insan Risâle-i Nur’a yönelmiş ve onu kendilerine ulaştırma gayretimizin zayıflığından dolayı bizlere sitem etmektedirler. Artık hedef çok büyümüş ve yapılması gerekenler çok artmıştır. Nur hizmeti kendisini bu dâvâya mensup hissedenlerin birincil işi olmalıdır. Hem şevkimizi artıracak ve büyük bir enerji verecek şekilde Üstadın müjdelediği cennetasa bir baharın çiçekleri baş göstermeye ve tomurcuklanmaya başlamıştır. Gaye-i hayalimiz çok daha belirginleşmiş ve daha rahat hissedilir hale gelmiştir. Bu yükün altından kalkabilmenin yolu sarsılmaz bir inanç, uykularımızı kaçıracak bir ümit ve tam bir dayanışma olmalıdır. Yani; ihlâs, samimiyet ve gayret. İnanın yarınlar hizmetimiz ve davamız açısından çok daha güzel olacak. Bu gelişmelerde bizimde payımız olsun, gelinen noktanın mutluluğunu biz de paylaşalım istiyorsak birbirimize kenetlenmeli ve gayretimizi çok artırmalıyız.

Etnik farklılıkların kaşınarak dünyada ayrılıkların, medeniyet çatışmalarının devamının hedeflendiği günümüzde insanlığın reçetesi sevginin kuşatıcılığı olacaktır. Bu da nurun kuşatıcılığı ve Muhammedî (a.s.m.) muhabbetin kuşatıcılığı ile mümkün olacaktır. Kâinatı muhabbet ile yazan Âlemlerin Rabbi nur-u Muhammedî (a.s.m.) mürekkebini kullanmaktadır. Bunu tüm insanlığa hissettirecek olan ise o muhabbetin fedaileri olan düşmanlık düşmanlarıdır.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Secdeye varmak



Secde, her Müslümanın hayatında var olan (olması gereken) ve akıp giden ömrün uzantısında ülfet peyda eden bir duruş.

Secdeye varmak, huzura varmak ve Rabbe yakın olmaktan çok öte bir hal. Eğilip bükülüşün, mahcubiyetin, acziyetin doruk noktası. Bir elleri kolları bağlanmışlık, bir “Sen verirsen ancak, yoksa bizim hiçbir şeye gücümüz yetmez ki” farkındalığı, kul olmanın gerçekliği ve varlığın özeti aslında.

Neden sonradan Müslüman olanlar, namazı çok yavaş ve huşu içinde kılarlar hiç düşündünüz mü? Bazıları ömürleri boyunca aramış ve sonunda bulmuşlar, bazıları da çok ufak bir şimşek çakmasıyla dinini ve dolayısıyla hayatını değiştirmiş. Namaz, onlar için o kadar büyük anlam ifade etmeye başlamış ki, onun her bir salisesine ayrı bir mânâ yüklemişler.

Alışılagelmiş her davranış, bir süre sonra kıymet-i harbiyesini ne yazık ki yitiriyor. En fazla sağlam durması gereken namazlarımız bile…

“Namazı dosdoğru kılmak”, “Namazı ayağa kaldırmak” bize çok uzaklardan gelen bir ses artık. Kur’ân-ı Kerîm, bize seslendiğinde üstümüze alınmayıp arkamıza bakıyoruz. O biziz işte. Kastedilen ta kendimiz. Arkamızdaki ya da yanımızdaki değil.

Haşmet Babaoğlu Vatan Gazetesi’ndeki “İki dünya: secdeye varanlar ve varamayanlar” adlı yazısında (07.10.2006) dinler arası ibadet farklılığının en can alıcı noktasına değinmiş.

***

“Doğu kültürlerine, inançlarına meraklı bir Katolik tanıdığımız secde hareketini denemek istemişti.

Dizini kırıyor, diz üstü çöküyor ama olmuyor! Başını ve burnunu yere bastırıncaya kadar eğilmek sanki dünyanın en zor, en yorucu hareketiymiş gibi geliyor ona. Birkaç denemeden sonra mırıldanır gibi ‘Bedenim değil sanki ruhum zorlandı’ diyor da, bu saptama karşısında hepimiz çarpılıp kalıveriyoruz.”

***

Burası secdeye varamayanların mekânı, kilise çanlarının etrafında kurulu bir memleket. Dıştan bakıldığında sıcak, içten bakıldığında buz gibi bir yer.

Tevazunun Yaratan karşısında “eğilmek” ile başlayan bir ruh tekâmülü olduğunu gayr-ı müslim bir memlekette yaşamaya başlayınca daha iyi anlıyorsunuz. Çünkü onlar için, önce bir “ben” bakışı var, sonrası tabiat, hepsi bu. Mânâ ve ruh, varlık ve yokluk arasındaki ince çizgi, kader gerçeği (değiştirilemeyecekler) hepsi ama hepsi muamma.

İşte bu yüzden bazılarının “otomatik” Müslüman tabirini doğrular harekette bulunmamamız, yaptığımız her şeyi “farkında olarak” yapmamız gerekir. Yoksa bir kısım medyanın çok kolay, “iki yüzlü bu Müslümanlar” yaftasını yapıştırmasına seyirci kalabiliriz, eğer ki okumadıysak, ya da mahallenin hocasının peşinden giderek sorgulamadıysak doğruyu yanlışı.

Arkadaşlar biz secde ediyoruz. Farkında mıyız?

Hayatı boyunca alnı secdeye değmemiş olmak ne büyük eksiklik.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Yeni kitaplar



Yeni Asya Neşriyat ve Can Kardeş Yayınları, yayınladıkları yeni eserlerle 'Vatan sathını bir mektep yapma' gayretini sürdürüyor. Yeni Asya Neşriyat, Risâle-i Nur Külliyatının, yeni tanzimle hazırlanan 12. kitabı Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi, Can Kardeş Yayınları ise iki setten oluşan çocuk kitaplarını satışa sundu.

***

Sikke-i Tasdik-i Gaybi çıktı

Bediüzzaman'ın 'kerâmet mecmuası' da dediği Risâle-i Nur Külliyatı'ndan Sikke-i Tasdik-i Gaybî isimli eser, müellifi tarafından önceleri 'mahrem ve has talebelere mahsus' kaydı düşülerek gizli tutulmuş, hatta vefatından sonra yayınlanması arzu edilmiştir. Ancak daha sonra eser, adliyece ortaya çıkarılmış ve üç mahkeme tarafından incelendikten sonra tekrar iade edilmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, eserin ortaya çıkması, iki sene mahkemelerde dolaşması ve kendi tabiriyle 'muhalif, nâmahrem nazarlarca' görülmesi sebebiyle, önceleri arzu etmediği halde, sonradan yayınlanmasını uygun görmüştür.

Bediüzzaman'a göre, bir diğer yayınlama sebebi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin Risâle-i Nur'un ehemmiyetini ispat ederek Nur talebelerinin şevkini arttırması ve kuvve-i maneviyelerini takviye etmesidir.

"Leyle-i Kadir'de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme" adlı bölümle başlayan eserde yer alan dikkat çeken diğer konular şunlardır:

Mânâ ve cifir hesabı yönünden Risâle-i Nur'a işaret eden otuz üç Kur'ân âyeti (1. Şuâ), Hz. Ali'nin Risâle-i Nur hakkındaki işaretleri (8. Şuâ), Gavs-ı Âzam Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Risâle-i Nur hakkındaki gaybî haberleri (8. Lem'a), bazı Nur talebelerinin Risâle-i Nur hakkında takdirkâr sözlerini içeren mektup ve şiirler, 27. Mektub'dan bazı önemli parçalar, Hüve ve Na'büdü Nüktesi...

Eserle ilgili olarak Bediüzzaman şu hatırlatmayı da yapar:

"Bu risâleyi mütalâa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifrî hesâbâtına meşgul olmaya lüzum yok. Hem bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem kerâmet-i Gavsiyenin ahirinde, iki yüz yirmi dördüncü sayfada, Şamlı Hafız Tevfik'in fıkrasından başlayıp ahire kadar mütalâadan sonra ve baştaki mukaddemeyi de okuduktan sonra istediği parçayı okusun." (Kastamonu Lâhikası, s. 165.)

Bediüzzaman'ın eser hakkındaki diğer bazı sözleri ise şunlardır:

* "Benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz'î bir harika isnadına bedel, Risâle-i Nur'un harikalarını ispat edip gösteren Sikke-i Gaybî Mecmuası yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimat kazandırır ve makbuliyetine imza basar." (Şuâlar, s. 417)

* "Nurların makbuliyetine imza basan ve şehadet eden bine yakın işaret-i gaybiye ve emârât ve vâkıatı, Sikke-i Gaybiye mecmuası delilleriyle ispat etmiş." (Şuâlar, s. 367)

* "İnşaallah Sikke-i Gaybiye medrese-i Nuriyede parlak bir tarzda çıkacak ve güzel fütuhat yapacak." (Emirdağ Lâhikası, s. 199)

Metne ait lügatçenin aynı sayfalarda verildiği Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de indeks, dipnot ve kronolojik bilgiler de bulunuyor. Eser, renkli, büyük olarak hazırlandı.

***

Tanıtım atağı

Yeni Asya Medya Grubunun tüm birimlerine yönelik imaj ve tanıtım çalışmaları sürüyor. Bu amaçla, Yeni Asya'nın sektörel bazda ve reklâm verenler tarafından daha yakından tanınmasını kolaylaştıracak bir kurum kataloğu hazırlandı. Katalog reklâm ajansları ve ileri gelen reklâm veren firmalar başta olmak üzere, TV'ler, gazeteler, radyolarla birlikte yapımcı-yönetmenlere gönderilerek, Yeni Asya Medya Grubunun faaliyet alanları konusunda bilgi sahibi olmaları sağlanıyor. Reklâm ve Pazarlama Müdürü Recep Taşçı da ilgili kurum ve kuruluşlara yaptığı ziyaretler ve birebir görüşmelerle bu tanıtımı pekiştiriyor.

Hepinize hayırlı haftalar.

16.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Geç kalmayalım



‘Fıtrat dini İslâmın ‘ter-ü taze’ iman esaslarını dinlemeyen insanlık, bataklığa sürüklendiğini anladığı için hatadan dönme faziletini göstermek üzere. Pek çok konuda, ‘akıl feneriyle yol alma’yı hedef bilenler, hata yaptıklarını anlamış görünüyorlar.

Bu konuda yüzlerce örnek var. Son örnek İngiltere’de yaşanıyor. ‘Alkollü içki içmeyen’lere kötü gözle bakan bizdeki ‘ilericiler’ şu habere ne diyecek: “İngiltere’de artan alkolizmle mücadele amacıyla tüm ulusal kanallarda yayımlanacak televizyon kampanyası hazırlandığı açıklandı. Hükümetin ilk etapta kampanya için 4 milyon sterlin harcayacağı, kampanyanın

alkolikleri ve genç yaştaki alkol bağımlılarını hedef aldığı bildirildi.

“16-24 yaş arası erkeklerin yüzde 48’inin, kadınların da yüzde 39’unun aşırı alkol tükettiği istatistiklerle belgelenen İngiltere’deki kampanyada, alkolün insan sağlığına zararlarına dikkat çekileceği belirtildi. İngiltere’de hafta sonlarında meydana gelen ölümlerin yüzde 80’inin alkolle bağlantılı olduğu, yine alkolle bağlantılı rahatsızlıklardan dolayı acil servise başvuruların, toplam başvuruların dörtte üçünü oluşturduğu kaydedildi. Öte yandan hükümetin, alkollü içeceklerin üzerinde de sigarada olduğu gibi uyarı yazılarının yer almasını planladığı bildirildi. Alkolün sağlığa zararlı olduğuna dikkat çekilecek yazılarda, alkol problemi olanların başvurabilecekleri merkezlere ait bilgilerin de yer alması planlanıyor.” (AA, 14 Ekim 2006)

İngiltere ‘alkol’e savaş açarken Türkiye ne yapıyor? Öyle bir hava oluşturuluyor ki, sanki alkollü içki içmekle ‘çağdaş’ olunacak ya da içmeyenler ‘çağdışı.’ Alkollü içki satan yerlerle ilgili düzenleme yapılması da hemen ‘tepki’ çekiyor. Her fırsatta ‘doğmalara hayır’ diyenler, ‘alkol’ü kendileri açısından bir ‘doğma’ haline getirmiş durumdalar.

Ne edip etmeli ve İngiltere’nin sürüklendiği batağa sürüklenmeden, yol yakın iken bu yanlışlardan vazgeçmeliyiz. ‘Aklı iptal eden’ alkol ve benzeri zararlı alışkanlıklardan gençlerimizi korumalıyız. Bunun yolu da bellidir: Doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu göstermek.

Yanlışta ısrar hiç kimseye bir şey kazandırmaz. ‘Doğru’yu tercihte geç kalmayalım...

*

Yüzde 80’i oruçlu

Trabzon’da gördüğü Ramazan manzaralarını anlatan Milliyet yazarı Güngör Uras şöyle demiş: “(Üniversite) Kampustaki öğrenci lokantalarını, kantinlerini dolaştık. Oruçlu öğrenciler ile oruç tutmayanlar masalarda yan yana oturuyor. Büfeden sandviç aldım. Öğrencilerle sohbet ederek yedim. Öğrencilerin yüzde sekseni niyetli olduklarını söylediler.” (Milliyet, 15 Ekim 2006)

Alkollü içki satışını sürdüren ‘tek büfe’nin sahibi de şöyle demiş: “Ben gazete de sattığım için büfeyi kapatmıyorum. Diğer alkollü içki satan büfeler Ramazan ayında kendiliğinden kapandı.” (agg.)

İşin doğrusu bu. Türkiye’de oruç tutanla tutmayan yan yana. Alkollü içki satan yerler de kendiliğinden kapanıyor. Ama gerçekleri kasten yanlış aksettiren ve ‘oruç tutmadığı için adam dövüldü, öldürüldü’ diyenler de maalesef ‘kartel’ medyası...

16.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004