Şairler...
Millî heyecanı geleceğe en iyi onlar taşırlar. Fakat bunu ancak çocukluk yıllarında millî bir şuur aldıkları takdirde yapabilirler. Aileler o şuuru vermekte zorlanırlarsa, milletler de millî şair yetiştiremezler.
Onun için bir millî şair ancak bin yılda bir yetişir ama binlerce yıl yaşar.
Yahya Kemal de onlardan biri.
Ve işte onun ruhunun, şiir şuuruyla yoğrulduğu çocukluk yılları.
***
Yahya Kemal, 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te doğdu.
“1884 Kânûn-i evvelinin ikisinde, Üsküp’te, İshâkiye mahallesinde, büyük vâlidem Adile Hanımın konağında, bu evin cepheye doğru sağ tarafındaki arka odada sabaha karşı doğmuşum. Salı günü imiş. Üsküp’te o gün nâdir görülür bir kar yağmış” diyerek doğduğu yeri, yılı, ayı, günü, vakti ve o zamanın şartlarını bizzat kendisi tesbit etti.
Babası, Nişli Hafız Mehmed Paşanın oğlu ve bir ara Üsküp Belediye Başkanlığı da yapan İbrahim Naci Bey ve annesi, meşhur divan şairi Leskofçalı Galib’in yeğeni ve Leskofçalı İsmail Paşazade Dilâver Beyin kızı Nâkiye Hanım ona Ahmed Âgâh adını verdiler.
Anne ve baba tarafından dedeleri Sultan III. Mustafa devri sancak beylerinden Şehsüvar Paşada birleşen şairin ailesi, Üsküp ahâlisi arasında Şehsüvarzadeler lâkabıyla iştihar ettiği için o da diğer eşraf çocukları gibi dadıların ve lalaların kontrolünde yetişti.
“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını.”
mısralarında da ifade ettiği gibi babası, dedeleri veya yakın akrabaları akıncı olmamasına rağmen, ataları Balkanlara ilk çıkan ailelere kadar uzandığından evlâd-ı fatihan sayılan Şairin çocukluğu Balkan şehirlerinde geçti.
O yıllarda yaşanan tarihî hadiselerin de tesiriyle çocukluğunda hep akıncı cedlerinin hasretini duydu. Dedesine izafeten verilen ‘şehsuvar’ sıfatı tarihî bir mazhariyet sayıp yaşatmak istediğinden Cumhuriyet döneminde soyadı kanunu çıkınca o kelimenin Türkçeleşmiş karşılığı olan “Beyatlı” kelimesini soyadı olarak seçti.
“Yeryüzünde onu tanımasaydım insanlık hakkından bedbin bir fikir taşıyarak hayattan geçecektim” diyerek takdir ettiği Fatma Hanım, Zeynep Hanım gibi dadılarından insanlığı, Lalası Hüseyin’den de tarihi ve Üsküp’ü öğrendi.
Fakat “İlk sofuluk zevkini annemden almıştım. Ramazan akşamları ölülerimizin ruhuna Yâsin okumayı ondan öğrenmiştim… Müslümanlık âlemine o kapıdan girdim, diyebilirim” sözleri ile de ifade ettiği gibi dinî eğitimini annesi Nâkiye Hanımdan aldı.
‘Rabbiyessir’ şenliğiyle başladığı mektep onun hayatında “İşte hoca karşısında ilk defa ders gördüğüm yer, daha İstanbul fethedilmeden önce vücuda gelen ve o zamandan beri hiçbir şeyi değişmemiş olan bu lâtif yerdi. Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim doğrudan doğruya bir yeni maarif mektebinde başlasaydı, milliyetimin en hoş bir hatırasından mahrum kalmış olurdum” şeklinde anlattığı kalıcı izler bıraktı.
‘Şarktan Garba geçiş’ olarak değerlendirdiği Mekteb-i Edepte Selânikli Galip ve Hafız Ferit gibi hocaların nezaretinde dört sene ders görerek ilk eğitimini tamamladı ve 1895 yılında Üsküp İdâdisine girdi.
Lâkin bir memuriyet alarak Selanik’e gidip oraya yerleşmek isteyen babasının Üsküp’ten Selânik’e taşınma kararı alması üzerine Şairin hem tahsil hayatı, hem de ailede huzuru bozuldu.
Çünkü annesi Nâkiye Hanım, bir İslâm şehri olarak telâkki edip içinde yaşamaktan, hattâ ölmekten huzur duyduğu Üsküp’ten ayrılmak istemiyordu. Babası bu itiraza kızıp, annesinin çeyizlik eşyalarını hamallarla tellâllar çarşısına gönderip haraç, mezat sattırarak kararını ‘merhametsiz bir kalple’ icra edince, annesi ve kardeşleri Reşad ve Rukiye ile birlikte Selânik’e gitti.
Ahmed Âgâh, Selânik İdâdisine yazıldı ve okumaya başladı. Bir süre sonra annesi üzüntüden vereme yakalanıp yatağa düşünce, tekrar kardeşleriyle birlikte Üsküp’e gönderildi. Şair de Selânik İdâdisine devam edebilmek için babasıyla birlikte orada kaldı.
Babasının tertip ettiği eğlence toplantıları sayesinde, Sultan Abdülhamid’e düşmanlığıyla bilinen ve Osmanlı devletinin yıkılmasında mühim rol oynayan Yahudi Emanuel Karasu’nun da aralarında bulunduğu pek çok insanla tanıştı ve onların telkinleri ile Abdülhamid’e karşı düşmanca hisler beslemeye başladı.
Bu sırada, zaten “Vakar ve haysiyet bahsinde müfrit bir derecede hassas olan ve rencideliklerini onulmaz yaralar gibi saklayan” Nâkiye Hanımın hastalığının artması üzerine babasıyla birlikte Üsküp’e döndü ise de bu dönüş annesini iyileştirmeye yetmedi.
“Annemin na’şını gördümdü;
Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle,
Acıdan çıldıracaktım.
Aradan elli dokuz yıl geçti.
Ah o sâbit bakış el’an yaradır kalbimde.
O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler
Ne kadar engin ufuklardı bana;
Teneşir tahtası üstünde o gün,
Bakmaz olmuştu artık bizim dünyaya.”
1897 senesinde, mezkûr mısralarda da anlattığı gibi bir gece rüyasında annesinin öldüğünü gören Ahmed Âgâh uyandığında annesinin rüyasında gördüğü şekilde ölüşüne şahit olunca, kendisini kaybetti ama kadınlarının “Ağlarsan annenin ruhu muzdarip olur. Halbuki o şimdi istirahat ediyor. Cennette sizin geleceğiniz günü bekliyor. Oraya gidince hiç ölmeyip mesut bir hayat yaşacaksınız” diyerek telkin ettikleri âhiret inancı sayesinde teselli buldu.
Nâkiye Hanımı, bir Cuma günü Cuma ve cenaze namazını müteakip Ahmed Âgâh’ın ve kardeşlerinin de katıldığı sade bir merasimle, vasiyeti mucibince Gazi İsa Bey Camii’nin haziresine defnettiler.
Annesinin ölümünün üzerinden fazla zaman geçmeden babasının yeniden evlenmesine üzülen Ahmed Âgâh’ın tepkileri huzursuzluk sebebi olunca, 1900 yılında tahsilini tamamlamak üzere tekrar Selânik’e yatılı olarak gönderildi.
Ne var ki “Selanik çok daha medenî bir şehir olmasına rağmen hoşuma gitmiyordu. Köhne Üsküp’ü camileriyle, camilerinin şadırvanlarıyla, ruhanî hâliyle tahayyül ediyor, özlüyordum. Üsküp’ün hasreti ile şiire daha ziyade dalmıştım” sözlerinde de görüldüğü gibi annesinin acısına, çok sevdiği şehirden uzaklaştırılması da eklenince hastalandı ve Üsküp’e geri döndü.
On iki yaşında iken yaşadığı bir aşk heyecanına Üsküp şehrinin hayranlığı da eklenince hislerini şiirlerle ifade etmeye başladı. Ondaki şiir kabiliyetini fark eden Recep Efendinin tesiriyle Namık Kemal’i tanıdı.
Babasına duyduğu kızgınlığın da tesiriyle Namık Kemal’in şiirlerindeki başkaldırış temasını hislerine yakın bulduğundan olsa gerek, şairin şiirlerinin yanı sıra tiyatrolarını ve diğer nesir kitaplarını da okudu.
Ardından Muallim Naci’yi, Abdülhak Hâmid’i, Recaizâde Ekrem’i, Bağdatlı Ruhî’yi, Ziya Paşayı da okuyunca hem siyasete hem de şiire ilgisi arttı ve bazen Âgâh Kemal imzasıyla bazen de Esrar mahlasıyla şiirler yazmaya başladı.
Şiirle meşguliyeti arttıkça onların tesirinden kurtuldu. Şiirlerini şekil, muhteva ve san’at yönünden geliştirip kendisine has bir üslûp teşekkül ettirdikten sonra da Yahya Kemal adını aldı.
Şiirin, bir bakıma hayatının gayesi hâline gelmesi, onun siyasete ilgisini azaltmadı. Bilhassa Şefik Beyin, Sultan Abdülhamid’e karşı iken yazıp halkı idareye karşı isyana teşvik ettiği Hareket isimli eserini okuyunca, şiirin ve siyasetin merkezi olarak gördüğü İstanbul’a gitmeye karar verdi ve 1902 yılında İstanbul’a gitti.
İstanbul’da annesinin akrabalarından İbrahim Beyin delâletiyle Galatasaray Sultanîsine girmek istedi ise de kadrosuzluk sebebiyle giremedi ve onun konağında yapılan sohbet meclislerine katılarak Türk musıkisini, Servet-i Fünun şiirini, Jön Türk hareketini tanıdı.
Bir yandan yeni tarzda yazdığı şiirlerini Mâlûmât mecmuasında yayınlatırken diğer yandan ifratkâr bir Batı hayranı olan, İslâmiyet’e mesafeli duran ve Osmanlı düşmanlığı ile iştihar eden Serezli Şekip Beyin tesiriyle Paris’e gidip Jön Türklere katılmaya karar verdi.
Çünkü artık heyecanlı bir genç, istidatlı bir şairdi.
***
Yahya Kemal, 1903 yılında gizlice Paris’e gitti.
Giderken yanında sadece çocukluk yıllarından yadigâr kalan Anne hasretini, Üsküp sevgisini ve şiir merakını götürdü. Zaten ancak onlar sayesinde kendini koruyup geleceğini kurtarabildi.
Anne hasreti milletini, Üsküp sevgisi vatanını unutturmadı. Şiir merakıyla da millî, manevî değerlerini san’atına mal etti ve gittikten dokuz sene sonra büyük bir şair olarak memlekete döndü.
Hayatının sonuna kadar o uhrevî iklimden hiç çıkmadı. Vefat ettiği 1 Kasım 1958 tarihinden bu güne tam kırk sekiz yıl geçti.
Çocukluğunda ruhuna nakşolan o değerler hâlâ şiirlerinde yaşıyor.
Şiirleri sayesinde o da yaşıyor.
05.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|