Cumhurbaşkanının bıraktığı ‘miras’ üzerine
Cumhurbaşkanı Sezer, 29 Ekim münasebetiyle yapmış olduğu konuşmasında, Türk Milletine miras olarak sadece ‘akıl ve bilimi’ bıraktığını söylüyor. Bu miras, Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber başlayan bir sürecin göstergesi olma niteliği taşıyor.
Cumhurbaşkanının dillendirdiği bu zihniyetin amacı; dini dışlayan, yerine bilimi ve aklı koyan tek zihniyetli insan yetiştirmektir.
Hem dinden, hem bilimden haberi olan aydın bir kuşak yetiştirmek işini Osmanlı da (son dönemler) becerememiştir. Medreseler bilimden yoksun, mektepler dinden yoksun, iki ayrı insan tipi ortaya çıkarmış ve toplumda birbiriyle çatışan iki zihniyet oluşturmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ise, bu iki tip insan modelini tek zihniyete dönüştürme politikaları güdülmüştür. Buradaki tek zihniyetli insan modelinden kasıt, dini dışlayan yerine sadece bilim ve aklı koyan bir yaklaşımdır. Zaten bu tek zihniyetli insan modeli zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar gelen, iki azîm silsile-i efkârın felsefe kısmını oluşturmaktadır. Diğer kısmı ise, nübüvvet kısmıdır.
Burada şuna açıklık getirmek gerekir ki, her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihat etmişse, yani felsefe diyanete dehalet edip, itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet en parlak ve saadetli günlerini yaşamıştır. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafında cem olmuştur.
Nübüvvet silsilesiyle ittihat etmeyen şu felsefe kâinata, mevcudata mevcudat hesabıyla bakar. Yani ‘Mevcudat ne güzeldir’ der. Bu görüşün karşısındaki Nübüvvet fikri ise, mevcudata Yaratan hesabına bakar ve ‘Ne güzel yaratılmıştır’ der. İşte bu bakış bilim ve dini barıştıran ve birbirini tamamlayan bir bakıştır.
Peki problem nerededir?
Problemin esas kaynağı bakış açısındadır. Çözüm, yaratılana Yaratan adına bir bakış, kişiye kulluğunu hatırlatan, haddini bildiren bir bakıştır. Bu hatırlayış kuru kuruya bir hatırlayış değil, Yaratıcıya karşı sorumluluklarını, kul olduğunu, emir ve yasakları, hayatını Onun istediği tarzda yaşamayı gerektiren bir hatırlayıştır. İşte pozitivistlerin telaşlandıkları ve korktukları nokta burasıdır. Bu hatırlayışı yaşamamak için, olaya tâ baştan Yaratıcıyı inkârla veya işin içine sokmamakla kurtulacaklarını sanan bir anlayış içindedirler. Oysa, ‘Gelmesi muhakkak olan şey, uzak da olsa yakındır’ hakikatince bir ölüm gerçeği bulunmaktadır. Bir kabre gidiş söz konusudur. Musibetler ve hastalıklar karşısına bir yıkılış vardır. İtikatsızlığı cihetiyle, ümitsizliği ve hayata tutunamama vardır. Gün be gün ihtiyarlama vardır.
İşte bilim bütün bunların çaresini bulamamakta ve insanı yaşayacağı bu gerçeklerden kurtaramamaktadır. Sadece sun’î ve geçici tedbirlerden başka yapabileceği hiçbir şeyi yoktur. Bütün bu gerçeklere cevapları, bakış açımızı din belirlemektedir.
Din, bilim ile çatışmaz
Din bilimin de üstünde olup, olandan ziyade olması gerekeni, evvel, âhir, zâhir ve bâtın yönlerini anlatarak söyler. Bilimin nazarı ise dardır. Olanı, gözüyle gördüğünü tanımlamak ve açıklamakla yükümlüdür. Üstelik bilim değişkendir. Bu gün ispat edilen veya var sayılan bir düşünce, yarın geçerliliğini kaybedebilir. Oysa dinî hükümler ve değerler hiçbir zaman geçerliliğini kaybetmemiş, aksine zaman geçtikçe tazelenmiştir.
Olsa olsa bilim, hakikati keşfetmenin sadece bir aracıdır. Kâinat kitabını Yaratıcının istediği doğrultuda okumaktır. Yoksa kâinat kitabına şişirilmiş enelerle ve araç değil amaç edinerek bakış, insanlığın başına felâket getirmekten başka bir şey değildir.
Had konmamış akıl kuvvetine din sınırlaması getirilmezse, insanlık ifrat boyutuna varacak bu akılla, kendi sonunu hazırlayacaktır. Yani Yaratana baş kaldırır nitelikte, ölçüsüz ortaya çıkacak bilim, merhamet ve vicdandan yoksun olarak, genleriyle oynanmış insanlık, kimyasallarla yarınları tehdit altında nesiller ortaya çıkarmaktadır.
Böyle insanlığı tehdit eden bir ideolojinin, devletin en üst kademesinde bulunan birisi tarafından millete miras bırakılması, oldukça düşündürücüdür.
Böyle bir mirasın Müslüman bir topluma bırakılması ve çağdaşlaşmanın, terakkî etmenin tek yolunun da, bilim ve aklı önceleyerek ve Batı gibi dini dışlayarak uygulama projesi sakattır. Çünkü Batı, dinine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi, ne vakit kendi tahrif edilmiş dinini terk etti, o zaman medenileşti. İslâm toplumlarında ise, bu tam tersi olarak gelişmiştir. Yani tarihler kaydeder ki, İslâm toplumları ne zaman dine ciddî sahip çıkmışlar, o zaman terakkî edip, medeniyetin merkezi durumuna gelmişlerdir (Endülüs Emevileri ve Osmanlıların yükseliş dönemi gibi). Ne zaman da dinden uzaklaşmışlar gerilemeye başlamışlardır (Şu andaki İslâm toplumlarının hali bu terk edişin bir neticesidir.)
O halde, şu anda bize adres gösterilen Batı medeniyetine, çağdaş uygarlık seviyesine bizim ulaşmamız Batı gibi değil, tam tersi değerlerimize sahip çıkarak olacaktır. Bu yüzden İslâm toplumları en kısa zamanda İslâmiyetin özünde bulunan dayanak noktalarını hayata geçirmelidir. Bunlar muhabbet ile ittihat, marifet ile imtizaç-ı efkâr, uhuvvet ile teâvündür.
Cumhurbaşkanının bıraktığı mirasın eksik kanadı şudur: Vicdanın ziyası dini ilimlerdir, aklın nuru fen ilimleridir. Bu ikisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Din ilimleri bilimden ayrı kalınca taassup, fen ilimleri de dinden ayrı kalınca hile ve şüpheler meydana gelir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, dini dışlayan, bilim ve aklı yerine ikame eden bir eğitim modeline geçebilmek için adım adım bir süreç izlenmektedir. Millet Müslüman olduğu için, direkt dini dışlayan bir eğitim politikası yerine, içi boşaltılmış bir eğitim anlayışıyla bu amaca ulaşmaya çalışmaktadırlar. Millî Eğitim’in Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi müfredatına bakıldığında, din bilgisi vermekten çok, dinler kültürünün ve felsefî anlayışların hâkim olduğu bir muhteva dikkatleri çekmektedir. Böyle bir müfredat da din dersini daha sıkıcı hale getirmiş, çocukların ve gençlerin sorularına ve sorunlarına cevap vermek yerine, iyice dinden uzaklaştıran bir netice vermiştir.
Bugün Avrupa ülkelerinden Almanya, İngiltere, Belçika, Hollanda vb. ülkelerde din eğitimi (tahrif edilmiş dinlerinin geri bırakan unsurlarını terk ederek), ana sınıfından itibaren on altı veya on sekiz yaşına kadar zorunludur. Türkiye’de ise, temel eğitim altı yaşından başlayıp, sekiz yıl sürmekte, din eğitimi de dördüncü sınıftan itibaren başlamaktadır. Hatta son çıkarılan kanuna göre okullar dışında on iki yaşından küçüklere din eğitimi verilmesi yasaklanmıştır.
Sonuç itibariyle, çocuklar içi boşaltılmış muhteva sebebiyle millî eğitimden dinlerini öğrenememektedirler. Okul dışında ise, öğrenmeleri gereken en verimli çağda değil, ileri yaşlarda serbest olması, yine bir engel teşkil etmektedir. Bu ise akla, bahsi geçen mirası gerçekleştirme politikalarını getirmektedir.
Dinsiz felsefeyle yoğrulmuş bir eğitim anlayışının ortaya çıkardığı insan tiplemesi, bu gün Türkiye’nin başını ağrıtmaktadır.
O halde, hem dinden, hem bilimden haberi olan aydın bir kuşak yetiştirmek, devletin temel bir politikası olması gerektiği gibi, devlet adamlarının da bırakması gereken en önemli miras olmalıdır.
|