İktidar güç demektir. İktidar olmak devlet gücünü vatandaşların hizmetine kullanmak içindir. Amaç ülkede birlik, dirlik ve halkın mutluluğudur. İktidar olanın muktedir olmaması iktidar mevkiinde kukla olmak veya güç odaklarına hizmet etmek anlamı taşır. Bediüzzaman Said Nursî iktidarın üç şekilde kullanılabileceğine dikkat çeker. İktidarı dinsizliğe âlet etmek, dini siyasete âlet etmek ve siyaseti dinin hizmetine vermek.
Bediüzzaman zaman-ı meşrûtiyette “İttihatçıların yüzde onu olan mason kısmının” yirmi sene sonra devlete hâkim olduğunu, garplılaşmak bahanesi ile siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarını söyler. Tek parti döneminde “istibdad-ı mutlakı” rejim altına almaya çalışan bu gizli komite “vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti dinsizliğe alet ederek” dinsizlik düsturlarını karara bağlayarak bedeviyet kanunlarına dönmüş ve irticaya sebep olmuştur. Öyle dessasâne hareket etmiştir ki, dini tezyif etmek için önce dindarları siyasete itip iktidar kavgasına sokmuş, sonra da bunu bahane ederek devleti kullanıp siyaseti dinsizliğe alet etmeyi planlamıştır. Bunu sık sık yapmaktadır. Her on yılda yapılan ihtilâllerin asıl sebebi ve irtica yaygaralarının amacı budur.
Buna mukabil “dinde hassas ve muhakeme-i akliyede noksan” bir kısım dindarlar “Biz İslâmın devlete hâkim olmasını istiyoruz” diyerek siyaset yaptıklarını ifade ile bunun yanlışlığına dikkat çeker. Evvelâ, siyaset dünya menfaati içindir. Dünya menfaati ise dinin amacı olan uhrevî amaçlara tamamen zıttır. Halbuki “İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olmaz. Âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir. Hem, hakikat-ı İslâmiye bütün siyasetlerin fevkindedir. Hiçbir siyasetin haddi değildir ki İslâmiyeti kendisine âlet etsin” der. Çünkü Bediüzzaman’a göre din devlet ile kâim değildir. İkincisi böyle bir durum “Bâki elmasları, kırılacak âdi şişeler hükmüne düşürmek” ve dünyevi iktidarın âleti yapmak gibi tehlikeli bir yola girmek demektir. Bediüzzaman “Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez” der. Osmanlı’nın son döneminde velâyet derecesinde dindar olan Sultan Abdülhamid’in önce meşrûtiyeti ilân edip, daha sonra devleti ve dini koruma amaçlı mecbur kaldığı istibdadının İslâma verdiği büyük zararı örnek verir. Her ne kadar sultan Abdülhamit ve onun istibdadını müdafaa eden din adamları yaptıklarına iyi niyetle kılıf uydurmuşlar ise de bu istibdada hücum edenlerin İslâm ile özdeşleştirdiği istibdada hücum edenlerin İslâma hücum etmelerine sebep olmuştur. Bediüzzaman bu hususu “Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz” şeklinde ifade eder. Yakın tarihte Refah ve AKP örneği bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu örnekler Bediüzzaman’ın haklılığını bir daha göstermiştir.
Bu ifrat ve tefrit arasında doğru ve istikametli olan ve Bediüzzaman’ın takip ettiği bir yol vardır. Bediüzzaman “İslâmiyet bütün siyasetlerin fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir” der. Siyasetin dine hizmet etmesi gerektiğini söyler. Siyasilerin de amaçlarının “din ve vicdan hürriyetini” kabul ile bu hürriyetin kullanımı için ellerinden geleni yapmaları ve dindar insanların inançlarını ifade etmelerine ve ibadetlerini rahat bir şekilde yapmalarına yardımcı olmaları gerektiğini ifade eder. Hukukçular ile Bediüzzaman bu çizgide buluşurlar. Yargıtay eski başkanı Sami Selçuk’un “Demokrasi din gerçeğini kabul ile başlar” (Yeni Asya, 1 Ekim 2006) demesi bu birlikteliğin bir ifadesidir. Bu durum siyasete girme ve siyaset yapma hali değildir, siyasileri dine dost yapma durumudur. Siyasete girmeden ve siyasî amaçlar peşinde koşmadan dine hizmet etme metodu budur. Burada amaç devleti idare etmeye talip olmak değil, dine hizmet etme gayretidir. Dine hizmet ise “din ve vicdan hürriyeti”nin en mükemmel şekilde kullanımını sağlamaktır.
Bediüzzaman’a göre hakikî dindar bir insan “Bütün kâinatın en mühim gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye “İnsanın yaratılış amacı olan yaratıcıyı tanımak ve ona ibadet etmek” hedefine ve amacına hizmet eder. Böyle bir insan da siyasete birinci derecede değil, ikinci ve üçüncü derecede bu temel amaca hizmet etmesi için bakar ve bu amaca hizmet için siyasete de girebilir.
Bediüzzaman dine hiç kimsenin zarar veremeyeceğini, siyasî inkılâpların dine etkisinin olmayacağını da şöyle ifade eder: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendisine gece yapar.” Çünkü İslâmiyet yüce değerler mecmuasıdır. Bu değerlere sırt çeviren yalnız kendisine zarar verir. Bu değerlerin başında “Allah’a iman, halka adaletle ve şefkatle muamele” vardır. İman etmeyen ve insanlara adaletle hükmetmeyen dine değil kendisine ve topluma zarar vermiş olur. Dinin bundan zarar görmesine imkân var mıdır?
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|