|
|
Sami CEBECİ |
Solunum sistemindeki harikalar |
|
On sekiz bin âlemin sahibi olan Yüce Yaratıcı, en şerefli varlık olarak yarattığı insana verdiği sayısız nimetlerin bir kısmını saydıktan sonra: “O, sözünüz ve hâlinizle istediğiniz her şeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz.” (İbrahim Sûresi: 34) ferman eder.
Yokluk karanlıklarından çıkarıp bu aydınlık dünya memleketine getiren, bütün vücud mertebelerinden geçirerek bizi insan sûretinde yaratan ve diğer varlıkları bizim emrimize veren Rabbimizin bize ihsan ettiği nimetlerden biri de nefes almamızdır. Her an havayı teneffüs ettiğimiz halde, onun bir nimet oluşu çoğu zaman aklımıza bile gelmez. Halbuki, birkaç gün yemek yemesek veya su içmesek yaşayabileceğimiz halde, birkaç dakika nefes alamasak hayatımız söner. Canlı varlıklar için hava bu yüzden hayatî önem arz etmektedir. Nimet oluşunun öneminden dolayı da, hava dünyanın her tarafına yayılmış bir haldedir. Bütün canlıların solunum sistemleri vardır ve havayı teneffüs ederek hayatlarını devam ettirirler. Deniz canlılarının ekserisi ise suda bulunan erimiş oksijen ile solungaçları vasıtasıyla bu havayı alıp hayatlarını sürdürürler.
Vücudun bütün diğer sistemleri gibi solunum sistemi de hârika olayları içinde bulundurur. Bu hârikalıkları, Yaratıcısından bağlantısını kopararak açıklamak ve tabiat ve tesadüfe bağlamak katiyen mümkün değildir. Zîra, ortada muazzam bir ilim, irâde ve kudret tecellîsi görülmekte ve muhteşem bir san'at izlenmektedir. Kör, sağır, câhil ve câmid olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler bu hârika sistemleri yapamaz ve sahip çıkamazlar. Hem bu vücud sistemlerini yaratan Cenâb-ı Hak, onu yaratıp otomatiğe bağlamış ve kendi haline terk etmiş de değildir. Fa’âlün Limâ Yürîd olan Allah, her an iş başındadır. Kâinatın en büyük kütlelerini, galaksi ve sistemlerini sevk ve idâre ettiği aynı zamanda, insan bedenini ve o bedendeki hücrelerde, al ve akyuvarlarda dahi tasarrufunu sürdürmektedir. Hiçbir şey kendi halinde ve başı boş değildir. Allah’ın kudret ve azametini böyle bilmek ve anlamak durumundayız. Çünkü, Cenâb-ı Hak kendisini bize böyle tanıtmaktadır.
İnsan bedenini ve onda yerleştirilen sistemleri, Yaratıcısı ile bağlantısını kurarak anlatan Bediüzzaman Hazretleri, anatomi ilmi içinde Allah inancını işlemekte ve ilim ile imanı birleştirmektedir. Çünkü, bütün ilimler Allah’ın âleme tecellî eden Esmâ-i Hüsnâsının tezâhürleridir. Her bir ilim, Cenâb-ı Hakkın bir ismine dayanır, onunla kemâlini bulur ve anlam kazanır. Din ile fen birbirini reddetmez ve çatışmaz. Tam tersine birbirini ispat ve îzah ederler. Bu hakikate binaen Einstein “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” demiştir.
Otuz İkinci Sözün Birinci bölümünün bir dipnotunda Üstad Bediüzzaman bahsi geçen üslûp içinde “Sâni-i Hakim beden-i insanı gayet muntazaman bir şehir hükmünde halk etmiştir” diyerek açıklamasını devam ettirir. Evet, insan bedeni bütün mucizevî sistemleriyle doğrudan doğruya Allah’ın muhteşem bir san'at eseridir. Solunum sistemi de onlardan biridir.
Solunun sistemi, kabaca nefes borusu, bronşlar, bronşçuklar ve akciğerlerden meydana gelir. Ağız ve burun yoluyla nefes borusundan içeri giren hava akciğerlere gider. Hava, oksijen ve azottan teşkil edilmiştir. Cenâb-ı Hak, oksijen ile karbon atomlarına aşk-ı kimyevî denilen şiddetli bir münasebet vermiştir. O iki element birbirine yakın oldukları zaman hemen birleşirler ve karbondioksit halini alırlar. Toplar damarla kalbe taşınan ve oradan akciğerlere pompalanan kirlenmiş kandaki karbon maddesi, solunum yoluyla aldığımız havadaki oksijenle akciğerlerin hava keseciklerinde buluştukları zaman imtizaç ederler. Bu birleşmeyle, hem kandaki karbon alındığı için kan temizlenmiş olur, hem vücut ısısı temin edilir, hem de karbondioksit halindeki kirlenmiş hava dışarı atılırken ağızda kelime meyveleri vermiş olur. San'atında akılların hayrette kaldığı Allah (c.c.), bütün noksanlıklardan münezzehtir.
İnsanda vücut ısısı ortalama 36,5 derecedir. Bu ısının temini nefes alınırken gerçekleşir. Çünkü, kandaki karbon atomu ile alınan nefesteki oksijen atomunun ayrı ayrı hareketleri vardır. Akciğerlerde buluşan ve birleşen her iki elementin atomları tek bir hareketle hareket etmeye başladığı zaman, bir hareket açığa çıkar. İşte, o açığa çıkan hareket vücut ısısına kaynaklık eder.
Otonom sistem adı verilen ve göğüs kafesindeki diyaframın irâdemiz dışında bir körük gibi çalışmasının sonucu alınan şu nefesteki hârika olaylar zinciriyle bu mûcizevî sonuçlar gerçekleştirildiği halde, bu nimetin farkına varamayan ve bu nimetlerin Sahibine şükür vazifesini yerine getirmeyen insanlara ne kadar yazık! Cenâb-ı Hak, insanların ekserisindeki bu gafleti kast ederek “İnsan çok zalim ve çok nankördür” diye onun gaflet ve nankörlüğünü kötülemektedir.
Ancak, mü’minler bu dehşetli sukût ve alçalıştan hâriçtirler. Onlar, mazhar oldukları bütün nimetleri Allah’tan bilir ve o nimetlere şükür vazifesini, îman ve itaatle yerine getirirler.
Dünya ve âhirette mesut ve bahtiyar olmak isteyenler onlara benzemeli ve onlar gibi olmalıdırlar.
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Cumhuriyeti kutlamak devletin değil, halkın görevi |
|
Cumhuriyetin 83. yılını kutladık. Cumhuriyete inanmak, kutlu bir düşüncedir. Yani halkına, insanlarına, milletine inanmak, onun değerleriyle yaşamak ve onun asil iradesine saygılı olmaktır. Bunlar, aynı zamanda cumhuriyeti tanımlayan bir anlayıştır.
Yalnız bizdeki “kutlama”lar biraz farklı oluyor. Halk sevinirken, halkı idare edenler; halkı azarlamaktan, rencide etmekten, ikaz etmekten, aşağılamaktan ve “Aman ha kötü yola düşme!” kabilinden güvensizlik aşılamaktan ve itham etmekten vazgeçmiyor.
Halkın hayat tarzından ve kültüründen bağımsız, tercihlerinden arınmış bir cumhuriyet tasavvur edenler ve zorlama bir yapıyı korumaya çalışanlar; devletçi dayatmanın rejim kremalı sosunu yerken, vatandaşa tasarrufta bulunmayı bile önerebiliyor.
Cumhuriyet kelimesinin “Cumhur”dan geldiğini hepimiz biliyoruz. Cumhur; Arapça’dan alınmış ve “halk, topluluk” mânâsında kullanılmıştır. Çoğunluğu, ekseriyeti ifade eder. Bir oluşumun, bir müzakerenin, bir sistemin, bir milletin, bir organizasyonun bireylerden müteşekkil yapısında umumî görüş ve kanaatin dikkate alınmasını ister.
“Cumhuriyet” kavramı, Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük eserinde; “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım, Cumhuriyet’i anlama açısından eğitim ve kültür düzeyinde resmî sözlükte karşılığını bulan doğru bir yaklaşımdır. Buraya kadar herkes hemfikir. Hiçbir ihtilaf yok.
İhtilâf nereden çıkıyor? İhtilâfı kimler çıkarıyor? Kimler her bayramı, demeçli hakarete ve ayrışmaya dönüştürüyor? Kimler halkı halka şikâyet ederek Cumhuriyeti “kutlu”yor? Kimler, cumhurdan, onun yaşayışından ve eğilimlerinden rahatsız? Bu anlamda kimler felâket tellâllığı yapıyor?
Acaba Cumhuriyet Bayramında halkımın halk türküleri mi söylenmeli, yoksa kendini valsa kaptırmış bir azınlığın müziği mi icra edilmeli? Halkın sevdiği parçalar, yörelere göre bir bütünlüğün zenginlikleri olarak mı sunulmalı, yoksa egemen gücün şahıs eksenli zevkleri mi seslendirilmeli?
Falanın veya filanın sevdiği parçaları, acaba halk ne kadar seviyor? Mademki bu halkın bayramı, bırakın halk gönlünce eğlensin. Bana kalırsa cumhuriyeti kutlamak devletin değil halkın görevi. Sivil toplum kuruluşları kendi aralarında organizasyon kurup, bütün halka mal olacak şekilde Cumhuriyeti kutlamalı. Mekân, finans, yasal teşvik ve organize özgürlüğü anlamında devlet desteklemeli.
Cumhurbaşkanlığı köşküne, yani Cumhurun başkanlığının yapıldığı köşke, yani halkın temsil edildiği en üst sembole ulaşma hakkı, acaba kaç vatandaşın ziyaret listesine girebiliyor?
Cumhuriyet resepsiyonuna halk mı katıldı, yoksa atanmışların, medya ile san'at çevrelerinin ağırlıklı olduğu ve gelir düzeyi halkın ortalaması ile kıyaslanamayacak şekilde yüksek olan belli bir zümre mi katıldı?
Biraz daha şaşırtıcı bir soru sorayım? Sizce son resepsiyona katılanların sandık tercihleri, siyasî partilere oy verme eğilimleri tahmin edilirse, acaba hangi parti öne çıkar? Acaba yüzde seksen halkın hissedilemediği bir ortamda, yüzde yirmilik bir seçkinci ve halkın onaylamadığı tarzda direten bir “ittihat ve terakki”nin ayrıcalıklı kanadı fark edilmeyecek mi?
Halkın seçtiği iktidar, halkın başkanı kabul edilen cumhurbaşkanı tarafından halkın köşküne onun temsilcisi olmasına rağmen dâvet edilmiyor. Daha doğrusu “eşsiz dâvet” ediliyor. Halkın eşli tercih ettiği ve seçtiği milletvekilini, halkın makamını işgal eden makam dışlıyor. Doğrusu garip bir hal. Çarpık bir durum.
Sonuca gelirsek, halkın cumhuriyetinde problem yok. Sadece anayasadaki “Türkiye devleti bir Cumhuriyettir” iradesini hazmedemeyen ve “Cumhuriyet” kavramını kendi parti düzeyinde yorumlayan Halk Partisi kökeninden beslenen bir mutsuzluk var.
Hem Cumhuriyet diyeceksin, hem halk diyeceksin, sonra ikisini de dışlayacaksın. Sahi dilbilimine göre “Cumhuriyet Halk Partisi”nde geçen Cumhuriyet ve Halk kelimeleri yan yana doğru kullanılmış mı?
Şifreleri, tanzim edenlerde saklı “Cumhuriyetin Halkı” mı, yoksa bizzat halkın böğründen çıkmış “Halkın Cumhuriyeti” mi esastır? Biz halkın cumhuriyetinden yanayız. “Cumhuriyetin Halkı” üretmeye çalışan partinin çıkış noktasında değiliz.
Türkiye’de tartışmanın özü; “Halkın Cumhuriyeti” ile “Cumhuriyetin Halkı” arasındaki inceliği fark edememekten kaynaklanıyor.
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
İktidarın kullanımı |
|
İktidar güç demektir. İktidar olmak devlet gücünü vatandaşların hizmetine kullanmak içindir. Amaç ülkede birlik, dirlik ve halkın mutluluğudur. İktidar olanın muktedir olmaması iktidar mevkiinde kukla olmak veya güç odaklarına hizmet etmek anlamı taşır. Bediüzzaman Said Nursî iktidarın üç şekilde kullanılabileceğine dikkat çeker. İktidarı dinsizliğe âlet etmek, dini siyasete âlet etmek ve siyaseti dinin hizmetine vermek.
Bediüzzaman zaman-ı meşrûtiyette “İttihatçıların yüzde onu olan mason kısmının” yirmi sene sonra devlete hâkim olduğunu, garplılaşmak bahanesi ile siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarını söyler. Tek parti döneminde “istibdad-ı mutlakı” rejim altına almaya çalışan bu gizli komite “vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti dinsizliğe alet ederek” dinsizlik düsturlarını karara bağlayarak bedeviyet kanunlarına dönmüş ve irticaya sebep olmuştur. Öyle dessasâne hareket etmiştir ki, dini tezyif etmek için önce dindarları siyasete itip iktidar kavgasına sokmuş, sonra da bunu bahane ederek devleti kullanıp siyaseti dinsizliğe alet etmeyi planlamıştır. Bunu sık sık yapmaktadır. Her on yılda yapılan ihtilâllerin asıl sebebi ve irtica yaygaralarının amacı budur.
Buna mukabil “dinde hassas ve muhakeme-i akliyede noksan” bir kısım dindarlar “Biz İslâmın devlete hâkim olmasını istiyoruz” diyerek siyaset yaptıklarını ifade ile bunun yanlışlığına dikkat çeker. Evvelâ, siyaset dünya menfaati içindir. Dünya menfaati ise dinin amacı olan uhrevî amaçlara tamamen zıttır. Halbuki “İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olmaz. Âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir. Hem, hakikat-ı İslâmiye bütün siyasetlerin fevkindedir. Hiçbir siyasetin haddi değildir ki İslâmiyeti kendisine âlet etsin” der. Çünkü Bediüzzaman’a göre din devlet ile kâim değildir. İkincisi böyle bir durum “Bâki elmasları, kırılacak âdi şişeler hükmüne düşürmek” ve dünyevi iktidarın âleti yapmak gibi tehlikeli bir yola girmek demektir. Bediüzzaman “Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez” der. Osmanlı’nın son döneminde velâyet derecesinde dindar olan Sultan Abdülhamid’in önce meşrûtiyeti ilân edip, daha sonra devleti ve dini koruma amaçlı mecbur kaldığı istibdadının İslâma verdiği büyük zararı örnek verir. Her ne kadar sultan Abdülhamit ve onun istibdadını müdafaa eden din adamları yaptıklarına iyi niyetle kılıf uydurmuşlar ise de bu istibdada hücum edenlerin İslâm ile özdeşleştirdiği istibdada hücum edenlerin İslâma hücum etmelerine sebep olmuştur. Bediüzzaman bu hususu “Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz” şeklinde ifade eder. Yakın tarihte Refah ve AKP örneği bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu örnekler Bediüzzaman’ın haklılığını bir daha göstermiştir.
Bu ifrat ve tefrit arasında doğru ve istikametli olan ve Bediüzzaman’ın takip ettiği bir yol vardır. Bediüzzaman “İslâmiyet bütün siyasetlerin fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir” der. Siyasetin dine hizmet etmesi gerektiğini söyler. Siyasilerin de amaçlarının “din ve vicdan hürriyetini” kabul ile bu hürriyetin kullanımı için ellerinden geleni yapmaları ve dindar insanların inançlarını ifade etmelerine ve ibadetlerini rahat bir şekilde yapmalarına yardımcı olmaları gerektiğini ifade eder. Hukukçular ile Bediüzzaman bu çizgide buluşurlar. Yargıtay eski başkanı Sami Selçuk’un “Demokrasi din gerçeğini kabul ile başlar” (Yeni Asya, 1 Ekim 2006) demesi bu birlikteliğin bir ifadesidir. Bu durum siyasete girme ve siyaset yapma hali değildir, siyasileri dine dost yapma durumudur. Siyasete girmeden ve siyasî amaçlar peşinde koşmadan dine hizmet etme metodu budur. Burada amaç devleti idare etmeye talip olmak değil, dine hizmet etme gayretidir. Dine hizmet ise “din ve vicdan hürriyeti”nin en mükemmel şekilde kullanımını sağlamaktır.
Bediüzzaman’a göre hakikî dindar bir insan “Bütün kâinatın en mühim gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye “İnsanın yaratılış amacı olan yaratıcıyı tanımak ve ona ibadet etmek” hedefine ve amacına hizmet eder. Böyle bir insan da siyasete birinci derecede değil, ikinci ve üçüncü derecede bu temel amaca hizmet etmesi için bakar ve bu amaca hizmet için siyasete de girebilir.
Bediüzzaman dine hiç kimsenin zarar veremeyeceğini, siyasî inkılâpların dine etkisinin olmayacağını da şöyle ifade eder: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendisine gece yapar.” Çünkü İslâmiyet yüce değerler mecmuasıdır. Bu değerlere sırt çeviren yalnız kendisine zarar verir. Bu değerlerin başında “Allah’a iman, halka adaletle ve şefkatle muamele” vardır. İman etmeyen ve insanlara adaletle hükmetmeyen dine değil kendisine ve topluma zarar vermiş olur. Dinin bundan zarar görmesine imkân var mıdır?
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cemaat ve STK |
|
Sezer, Cumhuriyet Bayramı mesajında, “cumhur”un önemli bir kesimini teşkil eden cemaat ve tarikatların kapatılmasını isterken, bu “oluşum”ların “sivil toplum örgütleri” olarak sunulmasını da “iyiniyetten yoksun girişimler” olarak değerlendirdi.
Belli ki, Sezer, açıkça ifade etmese de, bu “oluşum”ları “yasadışı örgüt” olarak niteleyen görüşten yana. Ki, bu iftira bir Yargıtay Savcısının 17.1.06 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısında da dile getirilmişti.
Sezer’in bu kadar “rahat” bir şekilde “Kapatılsınlar” demesinin altında yatan asıl sebep de, herhalde bu değerlendirme olmalı.
Ancak cemaatler gibi toplumun derinliklerinde kök salmış sosyal hareketlerin “kapattım” demekle “kapatılamayacağı” ve bitirilemeyeceği, sosyolojik bir gerçek.
Kaldı ki, eleştirip itiraz ettikleri kanunlara dahi, yürürlükte oldukları müddetçe—hukuka olan saygılarının gereği olarak—uymaya veya en azından ters düşmemeye itina gösteren cemaat ve tarikat mensuplarını bunun tam aksi yönde bir suçlamaya muhatap kılmanın ne kadar haksız olduğu da son derece aşikâr.
Gelelim, cemaat ve tarikatların sivil toplum örgütü olup olamayacakları tartışmasına.
Bu “oluşum”lar için yapılan söz konusu niteleme ile kastedilen mânâ, cemaat ve tarikatların, gerek toplumdaki yaygınlıkları, gerekse olumlu ve yapıcı işlevleriyle sivil toplumun önemli bir kesimini teşkil ettikleri.
Cemaat ve tarikat mensupları da herkes gibi bu toplumun insanları, bu devletin vatandaşları. Hem de bütün vatandaşlık görevlerini aksatmadan, titizlikle yerine getirdikleri halde itilip kakılan, horlanan, incitilen, hakları gasp edilen; ama buna rağmen asla devlete küsmeyen ve bu yanlışların bir gün düzeleceği ümidiyle sabreden dürüst, samimî, olgun insanlar. Sık sık sözü edilen “sessiz milyonlar”ın içinde en çok onlar var.
Eğer onların herşeye rağmen kararlılıkla sürdürdükleri manevî hizmetler, sosyal yardım ve dayanışma faaliyetleri olmasaydı, Türkiye çoktan “yaşanmaz bir ülke” olmuştu.
Devletten de, başkalarından da takdir ve teşekkür dahi beklemeden hizmetlerini sadece Allah rızası için yapan bu insanlara reva görülen haksızlıklara artık bir son verilmesi beklenirken devletin tepesinden yeni ithamların yöneltilmesi hüzün verici bir hadise.
Peki, izaha çalıştığımızın ötesinde, cemaat ve tarikatları bildiğimiz anlamda sivil toplum örgütleri olarak nitelemek doğru mu?
Daha önce de zaman zaman yazdığımız gibi, cemaatler esas itibarıyla uhrevî amaçlara yönelen manevî “oluşum”lar. Bu yönüyle “sivil toplum örgütü” tabiri, onların ifade ettiği anlamı tam olarak karşılamıyor.
Cemaat mensupları hizmetlerini ve hayır işlerini daha sistemli ve organizeli şekilde yürütmek için vakıf, dernek gibi STK’lar kurabilirler; ama cemaatin kendisi STK olamaz.
Bu önemli nüans gözden kaçırılmamalı.
Cemaatler ve onlarla irtibatlı STK’lar üzerindeki anlamsız baskı ve tehditlerin sona erdiği günlere bir an önce erişmek dileğiyle.
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Susanlara da sıra gelir |
|
12 Eylül mahkemelerde yargılanyamadı, ama sinema salonlarında kısmen de olsa yargılanıyor. Milletin seçtiği siyasetçileri silâh gücüyle alaşağı edenler, başka ülkelerde hesap verse de bu güne kadar Türkiye’de hesap vermediler.
Yönetmenliğini Ömer Uğur’un yaptığı “Eve Dönüş,” 12 Eylül dönemini anlatan bir film. 3 Kasım’da vizyona gireceği ifade edilen filmde, Memet Ali Alabora, Sibel Kekilli, Savaş Dinçel, Altan Erkekli, Cengiz Küçükayvaz ve Perihan Savaş rol almış. 12 Eylül 1980 askerî müdahalesine İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan, siyasetten ve gündemden hayli uzak duran ‘sıradan’ insanların penceresinden bakıyor.
Film, ‘sıradan’ insanlar gözüyle ihtilâle bakıyor; ama haksızlık karşısında susmanın ‘sıra’nın susanlara geldiğini de güzelce ortaya koyuyor. Filmdeki bazı ‘müstehcen’ sahneler bir yana bırakılırsa, ihtilâlcileri ve ihtilâle destek veren ‘sivil ihtilâlciler’in Türkiye’yi ne hallere düşürdüğünü görmek lâzım.
12 Eylül ihtilâlinin üzerinden —şaka değil— çeyrek asır geçti. O gün doğan ‘çocuk’ların çoğu, askerliğini de yapıp —bulabilenler— işe girdi. Zaten unutkan olan milletimiz ve gençlerin çoğu 12 Eylül’ün ne anlama geldiğini bilemiyor. Haydi gençlerin çoğu o günleri yaşamadı, peki yaşayanların bu kadar kolay unutmasını anlamak mümkün mü?
“Yakın tarih” diyerek 100 yıl, ya da 50 yıl öncesini anlatmaya çalıştığımız gençler, çeyrek asır önce (12 Eylül 1980’de) Türkiye’de neler yaşandığını bilebiliyor mu? Bilemedikleri için sadece gençleri suçlamak doğru olmaz. O günleri yaşayanlar, 12 Eylül’ü gençlere gerektiği gibi anlatabildi mi, anlatabildik mi? 12 Eylül ihtilâli döneminde hangi hak ihlâllerinin yaşandığını dört başı mamur bir şekilde ortaya koyabildik mi? Bu sorulara ‘evet’ diyebilmek zor.
“Eve Dönüş” filminde ‘ete-süte karışmayan işçi’ rolünü canlandıran Mehmet Ali Alabora, bir ‘iftira/ihbar’ üzerine gözaltına alınır. Çeşitli işkencelere maruz kalır ve kendisinin ‘Şehmus’ adlı bir ‘örgüt mensubu’ olduğuna inandırılmaya çalışılır. Alabora, kendisinin ‘Şehmus’ değil, ‘Mehmet’ olduğunu isbat etmekte zorlanır. Ne zaman ki bir ‘çatışma’da ‘Şehmus’ adlı ‘örgüt mensubu’ ölü olarak ele geçer, o zaman bir ‘yanlış anlama’ olduğu ortaya çıkar ve Alabora ‘serbest’ bırakılır. Tabiî bu arada çalışan eşi de ‘örgüt mensubunun eşi’ olduğu iddiasıyla işsiz kalmıştır.
Alabora’nın problemleri ‘serbest’ kalmakla da bitmez. Çünkü bir defa adı çıkmıştır. Düne kadar beraber çalıştıkları arkadaşları da, sergilenen haksızlık karşısında ‘susmayı’ tercih etmiştir. “Gözaltına alındıysa, mutlaka bir yaptığı vardır. Niye bizi gözaltına almadılar?” diyerek haksızlık karşısında susmayı tercih ediyorlar.
Peki, haksızlık karşısında susmakla kazanıyorlar mı? Hayır, her zaman olduğu gibi ‘sıra’ susanlara da geliyor. Son sahnede Alabora’nın maruz kaldığı haksızlık karşısında susan ve haksızlığa ‘kılıf’ arayanlara ‘sıra’ geliyor. Kahvehaneye baskın düzenleyen polis, ‘şüpheli’ görerek, ‘sıranın kendilerine gelmeyeceğini umanları’ gözaltına alıyor.
12 Eylül ihtilâlinin rakamlarla ‘özeti’nin sıralanmasıyla sona eren “Eve Dönüş”ün son tesbiti de, Türkiye’nin hâlâ 12 Eylül ihtilâl anayasası ile yönetildiği ve ihtilâle imza atanların yargılanamadığı şeklindeki gerçek...
Harbiye’deki ‘gala’da izleyicilerden alkış alan “Eve Dönüş,” 12 Eylül’ün vicdanlarda yargılanıp mahkûm olmasına katkı sağlayabilir...
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Herkes rölüne razı |
|
Bazı mesajlar satır aralarında veriliyor.
29 Ekim resepsiyonu da yine bu mesajların verildiği bir zemin oldu.
Ankara kulislerinin ayrıntılarını iyi okuyanlar şimdi bu şifreleri çözmekle meşgul.
İsterseniz, siyaset bulmacasındaki şifre çözme oyununu birlikte oynayalım.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, rahatsızlanıp Güven Hastanesine kaldırıldığında ancak 2 kişinin kendisini görmesine izin verildi. Biri Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’tı, diğeri ise Dışişleri Bakanı Abdullah Gül.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinden sonra AKP’nin genel merkez inşaatını gezmeye giden Başbakan Erdoğan’ın yanında sadece Dışişleri Bakanı Gül vardı. Abdullah Gül için hazırlanan yaş günü pastası da yine genel merkez inşaatındaki konteynırın içinde kesildi.
Siyaset kimi zaman simgelerle yapılan bir meslek. Burada Erdoğan’ın kendisinden sonrası için Abdullah Gül’ü hazırladığı açık değil mi?
Erdoğan Köşke, parti ve Başbakanlık Abdullah Gül’e...
Elbette ki bu süreç çok kolay olmayabilir, ama verilen mesaj bu.
Bu açıdan iki önemli tavır da Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ve CHP lideri Baykal’dan geldi.
“Çankaya için sorun Emine Erdoğan’ın türbanı değil” sözleri CHP lideri Baykal’a ait.
Bir süredir alt alta ısıtılan ve askere ait bir karşı duruş olarak ileri sürülen, “Çankaya devleti temsil eder, Erdoğan Köşke çıktığı zaman türban devletin simgesi olur. Biz buna karşıyız” şeklindeki tez bizzat CHP lideri Baykal tarafından çökertildi. Baykal, “Sorun Erdoğan’ın zihniyeti” demekle birlikte karşı duruşunu sürdürdü, ancak yeni gelin misali, “Hem ağlarım, hem giderim” pozisyonuna da razı olduğunu zımnî olarak ortaya koydu.
Bu, Baykal’ın itirazlarını sürdürmekle birlikte Emine Hanımın başörtüsünden dolayı gelen itirazları da anlamsız bulduğunu beyan etmesinden başka bir şey değil.
Baykal bu konuda tutarlı.
Başörtülü Cumhurbaşkanı eşine itiraz etmediği için tutarlı demek istemiyorum. Karşı tezi ortaya sürenlerin dayandıkları haklı bir nokta yok. Başbakanlık Cumhurbaşkanlığına göre icracı bir makam. Protokolde Cumhurbaşkanlığı önde olmasına karşın, iktidar gücünü her zaman Başbakan temsil ediyor. Emine Hanımın eşi Başbakanlık yapabilir, ama Cumhurbaşkanı olamaz! CHP lideri böyle bir mantık fukaralığına esir olmayacağını ilân etti.
Ayrıca bu ülkede kendi malı olmayan bir çok şey de askere mal ediliyor. Her sözün arkasına askerin konulmasının onu güçlendireceği zannediliyor. Askerin önemli bir kısmı böyle düşünebilir. O ayrı. Buna dayanarak askerin bu tezin sahibi olduğu söylenemez. Genelkurmay Başkanının şehir efsaneleri gibi bu tezin sahibinin de CHP ya da asker olmadığı böylece ortaya çıktı.
Genelkurmay Başkanının ağzından bu konuda tek bir cümle çıkmadı. Erdoğan’ın rahatsızlanması üzerine hastaneye kadar gidip, bizzat ziyaret eden Büyükanıt, Cumhurbaşkanlığı ve irtica konularında kendisine yöneltilen ısrarlı sorular karşısında verdiği “Gerginlik oluyor. Germek istemiyorum” şeklinde cevapla Büyükanıt, bu konuda Erdoğan’ın Çankaya yollarına mayın döşenmesinin de önüne geçmiş oldu.
Tüm bunlar neyi gösteriyor?
Bakmayın kimi sert açıklamaları, sivri çıkışları. Onları tabana selâm olarak değerlendirmek mümkün.
Ankara’da herkes rollerine razı.
Bu çok büyük sancılar olmayacağı anlamına gelebilir.
Çankaya uğruna kimi darbeleri, kimi büyük tasfiyeleri yaşamış bir ülke Türkiye.
Hele hele AKP’li bir ismin Çankaya’ya çıkacak olması bazı çevrelerce çok hazmedilecek bir şey olmayabilir.
Ancak adına demokrasi denilen bir rejimle idare ediliyorsak, Çankaya’ya çıkacak şahsı bu Meclis seçecek.
Meclis çoğunluğu ise AKP’nin elinde.
Ne yapılacak?
Gereksiz gerginliklerle, enerjimizi bu tür kısır çekişmelere kurban etmenin anlamı yok.
Nasıl olsa Türkiye Cumhurbaşkanısız kalmayacak.
Çankaya’ya birini oturtacağımıza göre demokrasinin gereği neyse onu yapmalıyız.
Tüm bunlara bakıp, her şey sütliman sonucu çıkarılamaz.
Asıl sürpriz AKP’nin içinden gelir. Erdoğan’dan sonra kongre sürecine girecek olan partide bakalım hangi dengeler oluşacak ve Erdoğan’ın yakın çevresi tasfiye edilecek mi, edilmeyecek mi?
Kongreden çıkan AKP, Çankaya’da Tayyip, başbakanlıkta Gül sloganı ve “Devlette uyum, yönetimde istikrar” esprisi ile halktan bir dönem daha yetki isteyecek.
Bu arada AKP milletvekillerinin önemli bir kısmının listeye girememesi sürpriz olmasın.
Ankara’nın tepesindekiler rollerine razı. Ancak eteklerde ciddi çekişmelere hazır olun...
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünyadaki cennet bahçeleri |
|
İnsanın bütün emeli mutlu olmak, Cennetmisâl bir hayat sürebilmek değil midir? Açıkçası insan Cennet hayatının küçük bir örneğini dünyada yaşamak ister.
Peki, bu mümkün müdür? İnsan sıkıntılardan, problemlerden uzak bir hayat yaşayabilir mi?
Allah adına hareket ederse mümkündür.
Çünkü Allah ve Resûlûnün (asm) emirleri istikametinde geçirilen bir hayatın cennetten farkı yoktur. O zaman insan daha dünyadayken iman ve İslâmın sayısız faydalarını, nurlarını yaşar, hisseder. Bu kazandıkları yanında karşılaştıkları problemler o kadar ufak kalır ki, dağlar gibi de olsalar yıkılmaz, dimdik ayakta kalır, üstesinden gelmeye çalışır.
Allah namına hareket ettiği için her şeyden haz alır, mutlu olur; her şeyi güzel görür, hoş görür.
Şu hadis-i şerife bakın, ne kadar anlamlı değil mi? Allah Resûlü (asm) buyuruyorlar ki: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman orada oturunuz.”
Sahabe sorar: “Ya Resûlallah cennet bahçesi nedir?” diye.
Buyururlar ki: “İlim meclisleridir.”1
İnsanın en mutlu anları o cennet bahçelerinde olduğu anlar değil midir?
Yine bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre o ilim meclislerinde huzur bulur insanlar. Allah onları lütuf ve rahmetine boğar. Melekler bile etraflarını sararlar. Allah, katındaki meleklere o kullarından övgüyle bahseder.2
Düşünün bir kere, siz Allah için bir toplantı veya sohbete katılıyorsunuz. Allah da size daha Cennete gitmeden bir nevî Cennet hayatı yaşatıyor. Orada Allah’ı, Peygamberi, dini, imanı, Kur’ân’ı, dünya ve ahiretiniz için faydalı olan şeyleri öğreniyorsunuz. Allah da size Cennet meyvelerini tattırıyor. Gönlünüz hiçbir şeyde bulunmayacak şekilde huzurla doluyor, sevinç ve mutluluktan uçar hâle geliyorsunuz. Sizi çepeçevre saran lütuf ve rahmeti iliklerinize işleyecek derecede hissediyorsunuz. Melekler, yaptığınız bu faaliyetin yüceliği sebebiyle koruma polisleri gibi etrafınızı sarıyor, sizi himayeleri altına alıyorlar. Hepsinden önemlisi Rabbimiz bizden o kadar hoşnut oluyor ki, meleklerine bizden övgüyle bahsediyor. Başka önemli bir kazancımız daha var. Oraya hayırlı birşeyi öğrenmek veya öğretmek maksadıyla gittiğimiz için Allah yolunda cihad eden mücahidin mertebesi3 veriliyor bize.
İşte Cennet bahçesi ve işte Cennet hayatı!
Dipnotlar: 1- Et-Terğib ve’t-Terhib, 1:118. 2- İbni Mace, Mukaddime: 17; Tirmizî, İlim: 2. 3- İbni Mace, Mukaddime: 17.
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İman: Tüm varlıklarla iletişim kurmak |
|
İman bir anlamda ilim, tefekkür, ibadet ve zikir, olumlu düşünce ve duygularla mesleğine, işine yoğunlaşmak, odaklaşmaktır. Mâneviyata, düşünceye, ruhâ/duygulara kazandırılan bu özellik; tam mânâsıyla fenâya mazhar olmayı, yâni, kendini hak yola vermeyi; bu da Allah’ın izniyle maddenin hem fizik, hem de metafizik boyutunun inkişâfını netice verir.
İman, kendi kendisini şarj eden bitmez tükenmez bir enerji ve güç kaynağıdır. İmanımız ne kadar güçlü ise, duygu, düşünce ve fiillerimiz de o nisbette olumlu ve verimli olur. Güçlü iman, aynı zamanda istidatları (potansiyel yetenekleri) ortaya çıkarma, inkişaf ettirme ve bedenimize yerleştirilmiş enerji boyutlarının derecelerini yükselterek; rûhî kuvvetle bedenin dıştan gelen etkilere karşı direnci arttırmaktır. Yani, duygu, kabiliyet, düşünceleri; tefekkür, ibâdet, zikir, fikir, şükür ile geliştirip duyarlılıklarını arttırıp yükseltmektir…
Tahkikî dediğimiz gerçek iman, “Hayatın, varlığın ve ölümün anlamı nedir? Kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, beni gönderen kimdir, niçin göndermiştir?” şeklinde sıralanan soruları akıl, kalp ve vicdanı tatmin edecek tarzda cevaplandırmaktan doğan muhteşem bir hakikattir…
İman aynı zamanda Sonsuz Kudret Sahibi’ne tevekkül ile, olumlu ve ulvî meselelerde yükselme; felâket, musibet gibi olumsuz olaylardan ölüme kadar her şeye karşı müthiş bir direnç gösterebilmedir. Bunun yanında düşünceleri okuma (telepati); bir çok yerde görünebilme; 2000 frekansın altındaki sesleri duyma, duyurma; ateş-su üzerinde yürüme; kaybolan bir şeyin yerini keşfetme; temas etmeden bir cismi hareket ettirme; ileri derecede önsezi, keşf, zaman ve mekânı aşma, metafizik âlemlerdeki sesleri algılama, uzaktakilere mesaj ulaştırma vesâire de iman gücünün tâlî yansımalarıdır. Ne var ki bunlar, güçlü imanın, dolayısıyla ihlâsın gereği olarak asla istenen, arzulanan, peşinde koşulan şeyler değildir.
Gerçek imanı elde eden; kâinatın Sahibinin sonsuz kudreti, ilmi, isim ve sıfatları bulunduğunu; her yerde hazır ve nazır olduğunu bilir. Meleklerin İlâhî kameramanlar gibi her söz, fiil ve hareketleri kaydettiklerine inanır. O takdirde de olumsuz fiil, söz ve hareketlerden kaçınır; tefekküre, ilme, ibadete, çalışmaya, nezaket ve nezahete yönelir. Bu da, hayatta istikamet, düzen, dayanışma ve yardımlaşmayı netice verir. Bu açıdan bakıldığında iman; önce Yaratıcı, sonra diğer varlıklarla muhteşem bir bağ ve iletişim kurmaktır.
İlâhî plan ve program olan kadere iman ise; planlı ve programlı bir hayat sürmemizi sağlar… Ahirete iman, haksızlık, zulüm, sefahet gibi olumsuzluklardan uzaklaşıp; adalet, merhamet, yardım, dayanışma, ibadet, zikir, fikir gibi olumlu faaliyetler içine girmemiz demektir.
01.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Uçuk modalar |
|
Bizim anormal ve itici bulduğumuz bazı moda türlerinden, meğerse ne kadar çok kişi rahatsızlık duyuyormuş.
Geçenlerde yazdığımız "uzun burunlu ayakkabılar"a dair o kısacık yazıdan sonra, söz konusu rahatsızlığın boyutunu biraz daha yakından müşahade ettik.
Tanıdık gençler—latife yollu da olsa—o uçuk sayılan modaya takılan arkadaşlarını adeta bize ihbar ediyor.
Bu arada, bazı arkadaşlar ayakkabıların "sivri burunlu" ile "uzun burunlu" olanlarını birbirine karıştırmış. Oysa bu ikisi farklı şeyler, birbirine karıştırmamalı. Ayak yapısı taraklı olanlarla ince olanların giyeceği ayakkabının kalıbı elbette ki farklı olacaktır.
Bizim asıl itici, hantal ve müsrif türden bulduğumuz model, gereğinden fazla ince ve uzun burunlu olan ayakkabılardır.
Ne tuhaftır ki, bu tarz ayakkabı giyinenlerin bir kısmı aynı zamanda kasıntılıdır. Ayağına basılmasından şiddetli rahatsızlık duyuyor. Basanlarla bozuşmaya da meyyal görünüyor.
Zaten, biz de şahit olduğumuz birkaç bozuşma hadisesinden sonra o konuya temas etmiştik. Fakat şimdi anlıyoruz ki, fikrimizi yazmada geç bile kalmışız.
Piercing ve diğerleri
Görüşümüzü açıkça beyan etmekten geri kalmamak için, sırasıyla birkaç noktaya daha değinmek ihtiyacını duymaktayız.
İşte, gitgide yakın çevremizi de etkisi altına almaya başlayan ve bizim çok itici, anormal veya uçuk bulduğumuz diğer bazı moda çeşitleri:
* Hem kızlar, hem de erkeklerin giymiş olduğu düşük bel pantolonlar.
* Piercing: Vücudunun çeşitli yerlerine yüzük benzeri metal parçalarının takılması.
* Erkeklerin "Amerikan traşı" dedikleri, berberlerin ise kendi aralarında "enayi tıraşı" diye isimlendirdikleri saç traşı.
* Aşırı jöle veya oksijen destekli uçuk saç tiplemeleri.
Bunlar gibi, bilhassa gençler arasında yaşanan daha başka anormallikler de var. Sırası geldikçe onlara da değinmeyi arzu etmekle beraber, bugün için "piercing" ile ilgili elimize yeni ulaşan bir haberi sizlerle paylaşmak istiyoruz.
AP ajansının bildirdiğine göre, Stephanie Edington isimli bir bayan, 18. yaşgünü vesilesiyle göğsüne taktırdığı piercing yüzünden sağlığı ciddî şekilde tehlikeye girmiş durumda.
Piercing'in takıldığı yerde başlayan ve vücuda yayılan iltihap, göğüs bölgesinde zamanla şiddetli ağrılara yol açmış. Sonunda göğüste adına "gaz kangreni" denilen bir hastalık meydana gelmiş.
Aynı haber kaynağına göre, bu bayan şimdiye kadar göğüs bölgesinde 'gaz kangreni'ne yakalanan üçüncü kişi olmuş.
Doktorlar, üst üste tam üç ameliyat geçiren bu bayanın hastalıklı göğsünü de sonunda almak zorunda kalmışlar. Aksi halde, kangrenin bütün vücuda yayılması tehlikesi varmış.
Yukarıda sıraladığımız diğer konulara da ileriki günlerde değinmek ümidiyle...
Günün Tarihi
Komitacı İttihatçıların son kongresi
1 Kasım 1918: İttihat ve Terakki Fırkası, son kongresini yapmak üzere toplandı.
Jön Türkler'in asker ağırlıklı kanadı olan İttihat–Terakki, 18 Ekim 1908'de yaptığı kongrenin ardından "cemiyet" olmaktan çıkarak partileştiğini ilân etmişti.
Bu tarihten itibaren tam 10 yıl müddetle devleti idare etmeye koyulan ve ülkenin mukadderatında en tesirli role sahip olan İttihat ve Terakki'nin son kongresi ise, 1 Kasım 1918 günü başladı. Kongre 3–4 gün kadar devam etti.
Gariptir ki, kongrenin başladığı hemen ertesi günü, bu partinin tepe noktasını teşkil eden "üç paşalar", bir Alman denizaltı ile ülkeyi terk ettiler.
Kongrenin ardından, parti kendi kendini feshetme kararı aldı. Bu kararı etkileyen en önemli sebep, Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşından mağlubiyete uğramasıydı. Bir diğer sebep ise, İttihatçı hükümetin on yıl müddetle ülkeyi tam bir dikta ile yönetmesiydi.
Kongre sonrası parti kapandı, yöneticileri dağıldı; ancak, yine de bir bakiyesi vardı. Geriye kalanlar, 9 Kasım günü Teceddüt Fırkası isimli bir parti kurdu. Ne var ki, bu parti herhangi bir varlık gösteremedi.
Seçimler ve İttihatçılık
1908 Temmuz'unda II. Meşrutiyetin ilânından sonra, aynı yılın güz aylarında ilk genel seçimler yapıldı.
1912 ve 1914'te yapılan ikinci ve üçüncü devre seçimlerinden sonra dünya savaşı başladı. (İlk üç seçimi de komitacılık dolaplarıyla İttihatçılar kazandı.)
Meşrûtiyet döneminin dördüncü ve son genel seçimi ise, 7 Kasım 1919'da yapıldı.
Bu tarihte yapılan seçimlerle mebus olan şahıslar, hem Osmanlı'daki son Meclis'in, hem de Ankara'da kurulan yeni hükümete bağlı ilk meclisin aslî üyeleri oldular.
İttihat ve Terakki, parti olarak kapanmasına rağmen, İttihatçılık geleneği günümüze kadar süregeldi.
CHP'nin aktif üyelerinin çoğu eski İttihatçı olduğu gibi, tek parti diktatoryasının ve iki–üç kez yapılan askerî darbenin arkasında da, yine bu İttihatçı geleneğini vardı.
Gücü gittikçe zayıflayan bu anlayışın sahipleri, fırsat bulduklarında yine kanlı ihtilâllere teşebbüs edeceğinden şüphe edilmesin.
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kadın ve erkek birbirinin örtüsüdür- 2 |
|
İsmi mahfuz okuyucumuz: “Eşimin bayan müşterileriyle samîmî bir şekilde konuştuğunu anladım. Yapı itibariyle zaten sıcakkanlı birisidir. Ama bayanlarla bu şekilde samîmî konuşmaları beni çok ama çok rahatsız etti. Daha önce uyarmıştım ‘İsimle hitap etme, hanım de’ diye. O zaman biraz sözümü dinlemişti. Şu an yine bildiğini okuyor. Bu yüzden kıskançlık krizine giriyorum diyebilirim. Bunu ona belli etmemeye çalışıyorum. Ama içim içimi yiyor. Sürekli Rabbime sığınıyorum. Allah’ım bana doğru yolu göster diye. Bu kıskançlık haklı bir kıskançlık değil mi? Eşimi nasıl koruyabilirim? Eşimle ne şekilde konuşmalıyım? Lütfen bana yardımcı olun. Kendi duygularımı nasıl bastırabilirim? Ne yapmalıyım? Cevap verirseniz çok sevinirim. Çünkü gerçekten kendimi iyi hissetmiyorum.”
Dünkü yazımızda kadınla erkeğin—bilseler de bilmeseler de—birbirlerini (tabir caizse) Allah adına ve Allah için haramlardan alı koyma refleksi taşıdıklarını, çünkü Allah’ın erkeğe, “Gözlerini haramdan sakınsınlar”1; kadına da “Namahremlerinizle cazibeli ve çekici bir eda ile konuşmayın. Ki, kalbi bozuk olanlar bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin”2 buyurarak, kadınla erkeğin aslında kıskançlık damarıyla birbirlerini sakındırdıkları aynı meselenin, zaten bir İlâhî sakındırma kapsamında da bulunduğunu açıklamaya çalışmıştık.
Bu gün, kaldığımız yerden devam edelim:
Önce bir parantezimiz var: Burada bu tavrın Allah adına gösterildiğini söylememizden kastımız şu: Kıskançlık tavrı ile farkında olmadan, bir otomatik refleks halinde Allah’ın yasakladığı bir alandan, haramlardan eşimizi alıkoyuyoruz. Eğer farkında olarak ve inanarak bu tavrı gösteriyorsak, bu durumda bu tavır Allah için gösterdiğimiz tavırlar sırasına girer ki, bu bizi Allah’ın rızasına giden bir yola koyar; bu tavırla sevap da kazanırız.
Demek, kadın kocasının kıskançlığına boyun eğip kendisine çeki düzen verdiğinde neticede Allah’ın emrine uymuş; koca da karısının kıskançlığına boyun eğip kendisini ıslah ettiğinde neticede Allah’ın emrini yerine getirmiş olmaktadır.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, kadın ve erkek arasındaki şiddetli bağlılığın yalnız dünyevî hayatın ihtiyacı için olmadığını; kadının kocasına yalnız dünya hayatında değil, ebedî hayatta da hayat arkadaşı olduğunu; böylesine değer verilen kadının da, ebedî hayat arkadaşı olan kocasının nazarının dışında başkasının nazarını kendi güzelliklerine çekmek sûretiyle, kocasını kendisinden darıltmaması ve onu kıskandırmaması gerektiğini kaydeder.3
Demek eşlerin birbirlerini yabancılardan ve nâmahremlerden kıskanmaları bir örtüdür; bu, yaşanmalıdır.
Fakat kıskançlığı bir kâbus hâline getirmemeye dikkat etmek lâzım. Kıskançlık, haramlara karşı örtü mahiyetini korumalı; bunun ötesinde akıldan uzaklaşarak ve duygusallığı başına geçirerek zorbalıklara, zulümlere, ayrılıklara, boşanmalara ve cinayetlere sebep olmamalıdır. Yani kıskançlıkla duygusallık omuz omuza vererek; aklı ve sağlıklı düşünceyi istifaya zorlamamalıdır.
Bilinmelidir ki, haddi aşmayan kıskançlık ne kadar iyi bir huysa; hak, adalet, merhamet, müsamaha, iyi niyet, iyi zan, güven, aff ve bağışlama da en az, “tadında bırakılan kıskançlık” kadar iyi birer huydur.
Birbirine zıt gibi gözükse de, iyi huyları bir bütün saymalı, birbirine tercih etmemeli; hepsini bir ve eşit seviyede yaşamalıyız. Mahremimizi (eşimizi) bizi kıskandıracak bir davranışı olduğunda uyarmalı; fakat onu kırmamaya, hakkında sû-i zan etmemeye ve gerekirse affedici olmaya özen göstermeliyiz.
Normal seyrinde iyi huylarımızdan olan kıskançlığı; iftiraya, sû-i zanna, kötü muameleye, dargınlığa, kırgınlığa, kavgaya, geçimsizliğe, mutsuzluğa, ayrılığa ve cinayete vardıracak derecede abartılı kullanmak, zulüm ve haksızlıktır.
Böyle bir durumda doğrudan ve bizzat eşimizle konuşmalıyız, eşimize hüsn-ü zan göstermeyi ihmal etmemeliyiz. Ona karşı kötü zan beslemekten ve onu itham etmekten şiddetle kaçınmalı; iyi niyetimizi ve iyi düşüncelerimizi pozitif bir enerjiyle ve olumlu sözlerle ona yansıtmaya çalışmalı, iyi yanlarını ve iyi huylarını artı sayarak, sabırlı ve umutlu olmalıyız. İnşallah her şey yoluna girecektir.
Dipnotlar:
1- Nûr Sûresi, 24/30
2- Ahzab Sûresi, 33/32
3- Lem’alar, s. 198, 199
01.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|