Bu hafta Öğretmenler Haftası.
Ama bir günde, yani 24 Kasım’da başlayıp biten bir hafta.
12 Eylül ihtilâlinden sonra ihtilâlciler ihdas etmişti bu komik günü. Öğretmenlik mesleğini yüceltmekten ziyade öğretmenleri, ihtilâlle ikame etmeye çalıştıkları resmî görüşün hamallığına teşne etmek istedikleri için de mânâsız mevzuât yığınından başka bir netice vermemişti.
Onun için yıllarca, her sene 24 Kasım’da bakanlar mikrofonların başına geçip kameraların karşısına kurulur ve gerine gerine bol bol ‘cak, cek’li konuşmalar yaparlardı.
Onlarla aynı vakitlerde Millî Eğitim müdürleri ellerinde çelenkler, yanlarında talebelerle meydanlara koşarlar, heykellerin, büstlerin karşısında boyun bükerek saygı duruşuna geçerler, çelenkler koyup bağlılık antları içerlerdi.
Oralarda bunlar olurken, okullarda talebeler bahçelere çıkarılır, öğretmenler tarafından bağıra çağıra sıraya dizilir, iliklere işleyen soğuğa aldırmadan uzun konuşmalar yapılır, talebelere şiirler okutulur ve öğretmenlerin kendilerine tahsis edilen günlerini kutlama ve kutlatma komedileri böylece bir kere daha sahnelenmiş olurdu.
Son yıllarda bu monoton komediye komik bir unsur daha eklendi ve öğretmenler günü, her sene bakanlıktan aynısı gönderilen genelgelere, yönergelere uygun olarak ‘Öğretmenler Haftası’ adı altında kutlanmaya başladı.
Bu sene de kutlama tantanası pek değişmedi. 24 Kasım sabahı, Bakan da, Millî Eğitim müdürleri de yanlarına alabildikleri talebelerle bulundukları mahallin meydanındaki heykelin önünde saygı duruşunda bulunup çelenk koyarken öğretmenler, talebeleri okulların bahçelerinde sıraya dizdiler.
İstiklâl Marşını ve saygı duruşunu müteakip müdürler, öğretmenler, her sene olduğu gibi, yine bol başöğretmenli konuşmalar yaptılar, talebeler sık sık ‘öğretmenim’ vurgulu şiirler okudular.
Ardından talebeler bahçede serbest bırakılırken öğretmenler, şereflerine verilen ve genellikle okul kantininden temin edilen kuru pasta ve meyve suyundan müteşekkil kokteyllerde yiyip içtiler.
Bu arada bazı talebeler sınıfça veya kendi adlarına aldıkları kitap, gömlek, kravat, cüzdan, parfüm, kolonya gibi hediyeleri veya okulların çevrelerinde açılan geçici tezgâhlardan aldıkları solgun çiçekleri kendilerine yakın buldukları öğretmenlere takdim etme yarışına giriştiler.
Hepsinin hediyeleri az çok farklıydı, ama hâlleri, tavırları aynıydı. Öğretmenler Haftası komedisinin bu yılki sahnelenişini de başladıktan birkaç saat sonra aynı hitaplarla tamamladılar:
“Öğretmenler Gününüz kutlu olsun hocam.”
***
Öğretmen, hoca ve muallim.
Eğitim sistemindeki eğitici unsuru tarif etmek için kullanılır bu kelimeler. İçinde en eskisi, mânidârı ve muteberi muallimdi. ‘Talim eden, öğreten, bilgi veren, yetiştiren, eğiten’ mânâsına gelen bu kelime asırlarca milletçe ve devletçe sevilerek kullanılmıştı.
Öyle ki, aynı zamanda muallimlik de yapan bazı şairler, yazarlar, san’atkârlar onu sıfat olarak taşımaktan haz duymuşlar, âlimler bazı kudsî mânâları onunla anlatmayı tercih etmişlerdi.
Meselâ zamanın meşhur şairlerinden biri olan Naci, muallim sıfatını alarak Muallim Naci diye anılmayı tercih etmiş ve adı edebiyat tarihine o sıfatla birlikte geçmişti.
Bediüzzaman Said Nursî de “İnsanın en birinci üstâdı ve tesirli muallimi onun vâlidesidir” diyerek annelik vasfını muallimlik sıfatı ile birlikte kullanarak mesleğin ehemmiyetine dikkat çekmişti.
Bunu yaparken “Ben şefkat dersimi annemden, nizam ve intizam dersimi babamdan aldım” diyerek ebeveynlerinin kendisi üzerinde tecellî eden muallimlik vasfının tezahürlerini de nazara vermişti.
Fakat hayat mektebinin en tesirli muallimi olan annelerin kendilerine has usûllerle çocuklarına verdikleri hayat derslerinin; ders alınan diğer eğitim unsurlarından çok daha müessir olduğunu, onların ancak annelerden alınacak dersler nisbetinde netice vereceğini ifade etmek için de validesinden aldığı dersleri örnek göstermişti.
“Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum vâlidemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda âdetâ maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini aynen gördüm.”
Gerçekten de kendisini hayatın her hâlinden ders almaya hazır hisseden bir insan, Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi ‘seksen bin zatlardan’ ders alma imkânına sahip olabilirdi.
Paragrafta, çokluk ifadesi olarak kullanılan bu tâbir bir mübalâğa değil hakikatti. Çünkü insan, tanıdıklarının yanı sıra tanımadığı hâlde gördüğü, bazı hareketlerine şahit olduğu, eserlerini okuduğu insanların hayatlarından da ibretli dersler alabilirdi.
Aslında ders almak sadece insanların hayatlarına münhasır bir hâl değildi. Baharda bir çiçeğin açmasından yaprağın yeşermesine, yazın ağacın meyve vermesine, hazanda yaprakların sararıp dökülmesinden kışın dalların kurumasına varıncaya kadar tabiatta vuku bulan her hadiseden farklı dersler almak mümkündü.
İnsanların bazı meziyetlerini ifade ederken lâle, gül, bülbül, aslan, kaplan gibi tabiatın güzel ve güçlü unsurlarını kullanmaları; hatta bazılarının onları isim olarak almaları, onlarda fiilen tecellî eden muallimlik vasfının tezahürü sayılabilirdi.
Lâkin bu derslerin insan ruhunda makes bulup hayatta güzel neticeler vermesi için, bilhassa çocukluk yıllarında annelerden alınan derslerin üzerine bina edilmesi gerekirdi.
Bu hayat gerçeğine dikkat çeken Said Nursî, annelerin evlâtlarını büyütürken bir muallim kadar hassas ve itinalı hareket etmeleri, muallimlerin de talebelerini yetiştirirken bir anne kadar müşfik olmaları gerektiğine de işaret etmişti.
***
Geçen asrın başlarına kadar hayatın işleyişi böyleydi.
Gerçekten de o zamanlar anneler muallimlik vasfı taşırken muallimler anne şefkati ve hassasiyeti ile teçhiz edilmişti. Onların yetiştirdiği nesiller de dinde, insanlıkta, asalette, adalette, askeriyede, ekonomide, siyasette, sanatta, edebiyatta, hasılı ferdî ve içtimaî hayatın her safhasında insanlığa örnek olacak hasletler yaşamışlardı.
Fakat hislerin, heveslerin Batıya meyletmesinden sonra zihinlerde şekillenip meydanlarda çarpışmaya başlayan farklı zihniyetler, hakimiyet mücadelelerini lisân sahasına da taşıyarak bazı kelimeleri kendilerine göre değiştirmeye kalkınca millet mabeyninde ‘Babil Kulesi kargaşası’ çıkmıştı.
O yıllarda herkes tarafından kullanılan muallim kelimesi de canlı bir varlığa benzetildiği için ‘Yaşayan Türkçe’ tabir edilen günlük konuşma dilinin, kasten öldürülen binlerce kelimesinden biriydi.
Millet tarafından asırlarca telâffuz edildikten sonra ancak olgunlaştırılan bu mânâlı, âhenkli ve asil kelimenin yerine, alel acele uydurulan öğretmen kelimesi ikame edilmeye çalışılmıştı.
Halbuki Nihat Sami Banarlı’nın “Hocalık mesleğine derin saygı duyan atalarımız bu mesleğe isim seçerken daha Türklüğün kuruluşundan beri onu yalnız mânâ bakımından değil, ses bakımından da ifade edebilecek heybetli kelimeler seçmişlerdi” şeklinde de ifade ettiği gibi eskiden, mânevî ciheti de olan mesleklere isim olarak verilen kelimelerin o mesleği her yönden ifade etmesine dikkat edilirdi.
Türklerin, bu maksatla kullandıkları ‘ata, koca, hoca’ kelimeleri gibi muallim tabiri de itina ile seçilen isimlerden biriydi. O tabir, insanlar tarafından diğer isimlerinden daha çok benimsendiği için zamanla onları da ifade edecek şekilde umumîleşmişti.
Lâkin onun yerine uydurulan isim, edebiyat tarihçisi ve Türk Dili mütehassısı Banarlı’nın, “Öğretmen kelimesi, hocalığı küçük düşüren yıkıcı bir icat olmuştu” şeklinde dile getirdiği gibi muallimlik mesleğinin ağırlığını kaldıracak bir kelime değildi.
Meselenin mütehassısı insanlar tarafından buna benzer pek çok ikaz yapıldığı halde her meselede olduğu gibi lisan hususunda da anûdâne hareket eden zihniyetler, bütün gayretlerine rağmen kelimeyi günlük konuşma diline yerleştiremediler.
Gerçi öğretmen kelimesini ilk okul talebeleri çocuksu bir safiyetle, resmî ağızlar, emir telkiniyle, aydın geçinen çevreler de kast-ı mahsusla kullanmaya devam ettiler ama lise talebelerine bile kabul ettiremediler.
Bu millî mukavemet muallim kelimesini diriltmeye yetmeyince onun yerini hoca kelimesi aldı. İnsanlar öğretmen yerine ‘Muallim, efendi, muteber ve büyük zat’ mânâlarına gelen bu kelimeyi kullanmayı tercih ettiler.
Bunun üzerine harekete geçen malûm çevreler, halk arasında camide görevli imama ve müezzine de hoca denmesinden istifade ederek ‘hoca’ tabirini camiye hapsetmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar.
Neticede, devlet eliyle ve medya marifetiyle yapılan onca tahşidata rağmen öğretmen kelimesi sadece ‘Öğretmenler Günü, Öğretmen Evi’ gibi bir iki tabirde makul gibi görünen telâffuz zemini bulabildi.
O da ancak senenin bir gününde; okul, öğretmen evi, resmî daire gibi mahdut yerlerde ve talebelerin, öğretmenlerin, resmî erkânın ve askerî zevatın ve bazı velilerin dilinde.
Çünkü “Bu cılız sesli, ters mânâlı kelime, o ulu mesleğe ad olacak ulviyette değildi.”
***
“Türkiye’de hocalık mesleği, adı öğretmen kaldıkça kolay yükseltilemez. Bu mesleğe, onun mânâsına uygun yüce bir ad bulunmalıdır.”
Kendisi de bir dil ve edebiyat hocası olduğu için meseleyi ciddiyetle takip eden Nihat Sami Banarlı, öğretmen kelimesi ilk ortaya atıldığı zaman yapmıştı bu teklifi.
Teklifin üzerinden çeyrek asırdan fazla zaman geçti.
Bu zaman içinde memlekette üç-beş cumhurbaşkanı eskidi, onlarca hükümet kurulup yıkıldı, bir o kadar bakan gelip geçti, nice kanunlar çıktı, yönetmelikler değişti.
Onlar da yetmedi, muhtıralar verildi, ihtilâller yapıldı, eski anayasalar kaldırılıp yeni anayasalar hazırlandı, pek çok bakan kendince iddialı icraatlara başladı, bitirmeden ayrıldı.
Hepsi günlük hayatta kendisini yetiştiren öğretmeniyle karşılaştığı veya saygı duyduğu bir insanla muhatap olduğu zaman gayri ihtiyari ‘hocam’ dedi ama resmî konuşmalarında ve yazışmalarında hep öğretmen demeyi tercih etti.
Onlar öyle hareket ettikçe öğretmen kelimesi öylece kaldı, ama hocalık mesleği, ‘onun mânâsına uygun yüce bir ad’ bulunamadığı için hızla irtifa kaybetti.
Hâlâ ediyor. Bu gidişle öğretmenler, muallimlik vasfı taşıyarak bu gidişi durduracak dirayetli ve liyâkatli talebeler yetiştirene kadar da daha edeceğe benziyor.
Ama bu abesle iştigal ilâ-nihaye devam etmeyecek. Bir gün mutlaka hocalık mesleğine mânâsına münasip, ulvî bir ad bulunacak, hocalarla birlikte memleket de irtifa kaydedecek.
O zaman sadece yılda bir gün değil, her gün onların günü olacak.
Ve bir hafta değil, ömür boyu sevgiyle hatırlanıp duâlarla anılacaklar.
26.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|