Dünyanın üç yüzü bulunduğunu, birinin nefse hitap eden fanî, diğerlerinin Cenâb-ı Hakkın esmâsının aynası ve ahiretin tarlası olduklarını; dünyayı birinci yönüyle sevmenin felâket getireceğini, diğer yönleriyle sevmenin ise büyük kazançlara vesile olacağını biliyoruz.
“Hakkın hatırı âlidir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” hakikatini hayatlarının gayesi hâline getiren İslâm büyükleri Allah rızasını kazandıran dünyanın bu iki yönü dışında her şeye bir tekme atmış; günahlarla dolu, fani dünyaya dönüp bakmamışlardı bile. Onlar için Allah rızasına götürmeyen, onun namına olmayan dünya şaşaa, şatafat ve tantanasının hiçbir kıymeti yoktu. Varsa yoksa Allah katında mertebe ve derece kazanmak, yükselmekti. Kırılacak cam parçası hükmündeki dünya menfaatini asla elmas hükmündeki ebedî hakikatlerle değiştirmezlerdi.
Büyük Allah dostu Malik bin Dinar yeri gelince Basra valisini cesaretle ve şiddetle uyarır, onlar da tek bir cümleyle olsun karşılık veremezlerdi. Birgün vali ona, “Sizin bu cesaretinizin, bizim de size karşı bir kelime olsun karşılık veremeyişimizin sebebi nedir biliyor musun?” diye sorunca, Malik bin Dinar, “Bilmiyorum” diye cevap vermiş, vali de sebebini şöyle açıklamıştı: “Çünkü sen dünya menfaatine hiçbir değer vermiyor ve bizden hiçbir şey istemiyorsun.”
Birgün Ömer bin Abdülaziz’e bir hizmetçisi elma getirmiş, ısrarla hediye olduğunu belirtmesine rağmen yememiş, “Resûlullah hediye kabul ediyordu” dediğinde de şu cevabı vermişti: “Doğru. Ona verilenler şüphesiz hediyedir. Bize verilenlerde ise rüşvet ihtimali var.”
Çünkü Halife-i Zişan, Allah Resûlünün (asm) görevlendirdiği bir zekât memuru, getirdiği malları ikiye ayırıp, “Şunlar şunlar zekât malı. Şunlar da bana verilen hediyeler” dediğinde, “Babanın evinde otursaydın yine sana getirirler miydi bu hediyeleri?” diye yaptığı şiddetli ikazı çok iyi biliyordu.
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman da nicelerinin elde edebilmek için yüz takla attığı fânî dünya malını elinin tersiyle itmiş, Said Halim Paşa, İstanbul Boğazındaki harika yalısını İslâma hizmet maksadıyla kendisine vermek istediğinde, “Beni dünyaya çağırma. / Ona geldim fenâ buldum” diye başlayan On Yedinci Söz’deki nesirimsi şiirini yazmıştı.
O büyük insan tevekkül, kanaat ve iktisadı öyle bir servet olarak görürdü ki, onu hiçbir şey ile değiştirmezdi. Mektûbât’ta “İnsanlardan ahz-ı mal edip, o tükenmez hazine ve defineyi kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum” demişti.
İşte bu istiğna onu kimseye boyun büktürtmemiş, hak ve hakikatin âli olduğu ve hiçbir hatıra fedâ edilmeyeceğinin canlı örneklerinden birini göstermesine sebep olmuştu.
24.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|