Sırrı Er, çeşitli şehirlerde eğitimini tamamladıktan sonra çevresindeki insanların da ısrarıyla spikerlik ve sunuculuk eğitimleri almaya başladı. 1988 yılında Mesut Mertcan, Toron Karacaoğlu, Tarık Gürcan, Hayri Küçükdeniz gibi sahalarında çok değerli isimlerden tiyatro, ses ve Türkçe'yi etkili kullanma sanatına yönelik eğitimler aldı, onların engin tecrübelerinden istifade etti.
“Basında Bugün” adlı haber programını hazırlayıp sunarak radyoculuk tarihinde bir ilke imza atan Sırrı Er, çeşitli televizyon kanallarında spikerlik ve program seslendirmeleri yaptı. Aynı zamanda eğitimci yönü olan Sırrı Er, Özel Burç Anadolu Meslek Lisesi ve Gösteri San’atları Merkezi bünyesinde (Tarık Zafer Tunaya ve Mecidiyeköy Kültür Merkezleri) öğretim görevlisi olarak, bilgi ve tecrübelerini gençlerle paylaşıyor.
Er, aynı zamanda “Konuşmak San’attır” ve ‘’Türkçe'nin Adı Var’’ isimli eserlerin de yazarı. Radyoların, sadece müzik kutusu olarak görüldüğü şu dönemde, “Sırrı Er’le günümüz radyoculuğu ve Türkçe'nin doğru ve etkili konuşulmasının önemi üzerine sohbet ettik…
* Radyoculukta bir ilk olan “Basında Bugün” adlı haber programını sunuyorsunuz yaklaşık 7 yıldır. Türkiye’de günümüz radyoculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de radyolar maalesef bir müzik kutusu olarak görülüyor ve birçok radyonun hâlâ bu şekilde olduğunu fark ediyoruz. Yurt dışındaki ülkelerin birçoğunda devlet büyükleri önce radyoya açıklamada bulunurlar. Radyo çok önemli bir iletişim aracıdır. ABD’de, Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, İsrail’de ve daha birçok ülkede... Türkiye’deki durum bunun tam tersi; radyoları, radyocuları adam yerine koyan yok.
Meselâ radyolarda haber okuyan ya da haber programı hazırlayıp sunan arkadaşlarımız yurt içinde ve yurt dışında düzenlenen basın toplantılarına dâvet edilmez. Bizler neden başbakanı ve bakanları yaptıkları toplantılarda ya da faaliyetlerde takip edemiyoruz. Şahsen kendi çabamla yurt içinde ve yurt dışında özellikle STK’ların yapmış olduğu çalışmalara katılmaya gayret ediyorum.
* Acaba arz talep söz konusu olabilir mi?
Bakın bugün Referans gazetesinin manşetinin hemen altında, “Haberciye kötü haber” başlığı altında bir haber yayınlandı. Artık haber programlarının, haberlerin çok fazla seyredilmediğine dair yapılan bir araştırma vardı. Batı ülkelerindeki televizyonlarla, bizimkiler kıyas edilmiş. Yapılan bu araştırmaya göre, Türkiye’de çok küçük bir oran haber seyrediyor. Yani insanlar artık şov programlarını, müzik programlarını habere tercih ediyorlar. Ama ben narkoz verilen insanlar topluluğu olarak bakıyorum manzaraya. Malûm Churcill, radyoya çok önem vermiştir, açıklamalarını hep radyodan yapmıştır. Ve hâlâ günümüzde deprem malzemelerinin hazırlandığı kutunun içinde bile radyo vardır. Radyo olmazsa olmaz. Çünkü kitle iletişim araçlarının başında radyo geliyor. Bu kadar önemli!
* Kitabınızda TRT’de bile spiker ve sunucu seçimi konusunda eski hassasiyetin gösterilmediğini ifade ediyorsunuz. Ön planda olan görsellik mi?
Bizde haber okuyan insanların yaşlarının çok genç olduğunu görüyoruz televizyonlara baktığımızda. Bu insanlara belki de sorulmuş olsa, bir ekmeğin fiyatının, ya da benzinin litresinin ne olduğunu bilmezler. Bizim ülkemizde terör ve trafik kazası haberini tebessümle sunan spikerlerimiz var. Ki ona da, yönetmeni tebessüm et dediği için tebessüm ediyor. Haberin mantığına uygun davranılması gerektiğinin farkında değil. Batıda artık fizikî görüntü çok gerilerde kalmış. Bugün CNN’de, BBC’de ve yurtdışındaki birçok televizyonda şehla gözlü bir sunucuyu görebiliyoruz. Enkırmen (anchorman) dedikleri haber okuyucu insanların yaş ortalamalarının 50-60 civarında olduğunu fark ediyoruz bu televizyonlarda.
* Ne yapılmalı peki?
Benim şahsî düşüncem, konuştuğumuz konu Türkçe ise, Türkçe'nin doğru kullanımıysa, anaokulundan itibaren başlanmalı eğitime; Batıda olduğu gibi… Batıda önce anaokulunda çocukları şekillendirmeye başlıyorlar. Kabiliyetlerine göre yönlendiriyorlar. Maalesef bu, bizde üniversite çağında başlıyor. Biraz daha iyimser baktığımızda lise çağında çocuklara diksiyon eğitimi vermeye başladık. Ki, Millî Eğitim bunu yeni koydu müfredata. Ve bu sadece meslek liselerinde var. Özel Burç Anadolu Meslek Lisesi’nde Radyo Televizyon, Gazetecilik ve Halkla Ilişkiler derslerine giriyorum. Orada da yine çocuklarımıza diksiyon eğitimi veriyorum. Sorduğum basit sorular karşısında, çocukların düzgün Türkçe'den yoksun olduklarını görüyorum. Kolaycılık var. Televizyonların, radyoların, yazılı basının da etkisiyle gençlerde bir konuşma bozukluğu almış başını gidiyor maalesef. Bunun da bir şekilde önüne geçilmesi lâzım. Burada hepimize görev düşüyor. Sadece sunucu, spiker olanlara değil, toplumun her kesimine görev düşüyor. Anne-babanın görevi var, okuldaki öğretmenin görevi var, devlet büyüklerinin yapması gerekenler var. Dolayısıyla hepimizin bir şekilde bu konuya hassasiyet göstermemiz gerekiyor.
* Sizi bu mesleğe yönlendiren ne oldu?
Çocukluk yaşımdan itibaren hep etrafımdaki insanlar sesimi fark ettiler benim.
* O zaman şanslıymışsınız.
Evet. Büyüklerimiz kumaş örneğinden yola çıkarak hareket ettiler. Eğer elinizde kaliteli bir kumaş varsa, o kumaşı şekillendirmek daha kolaydır. Tabiî, terzinin de çok iyi olması lâzım. Bu konuda çok şanslıydım ben. Hocalarım; Toron Karacaoğlu, Hayri Küçükdeniz, Mesut Mertcan, Tarık Gürcan'dı... Bu konuda çok emek vermiş insanlardan eğitim aldım. Ve onların yönlendirmesiyle bu mesleğe başlamış oldum. Özellikle Erhan Yazıcıoğlu bu konuda bana destek vermişti. Başladık böylece…
* İki kitabınız var. Yeni bir kitap hazırlığı var mı?
Evet, “Konuşmak San’attır” ve “Türkçe'nin Adı Var” adında iki kitabım yayınlandı. Kısmetse ‘moralhaber.net’te dil hakkında yayınlanan makalelerimi de kitap haline getirmeyi düşünüyorum. Türkçe, dil eğitimi ve dil eğitiminde öğretmen faktörü üzerinde duruluyor yazılarda. Otuz, kırk makaleyi bulduğunda inşallah kitabımız yayınlanacak.
* Şu an Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde de diksiyon dersleri veriyorsunuz. Gördüğümüz kadarıyla tiyatro eğitimi alan öğrencileriniz var. Biraz bahseder misiniz bundan bize?
Gösteri San’atları Merkezi bir akademi gibi; konservatuar öncesi, konservatuar sonrası çalışmaların yapıldığı bir okul… 2. sınıflara ders veriyorum şu an. Benim dışımda yaklaşık 15, 16 tane öğretim görevlisi var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin Genel Müdürü Nevzat Bayhan, sağ olsun çok destek veriyor. Hakikaten san’ata ve kültüre gönül vermiş ender insanlardan biri. Burada, bu yönde birçok alanda eğitim veriliyor, ben de diksiyon eğitimi veriyorum. Çünkü diksiyon, sahne san’atlarının temelini oluşturuyor.
* Bundan başka ne gibi çalışmalarınız var, seminer veriyor musunuz?
Seminerlere bir süre ara verdik, açıkçası zaman problemimiz vardı. Ama ilçe belediyeleriyle birtakım çalışmalara başlayacağız. Ocak ayında Bağcılar Belediyesi’yle böyle bir çalışma başlayacak. Ve bu halka açık olacak. Herkes katılabilir. Peşinden diğer belediyelerde de yapacağız. Kısmet olursa Yere Batan Sarnıcı’nda da şiir dinletileri olacak.
* Dil konusuna dönecek olursak, şunu sormak istiyorum. Türkçe'yi güzel konuşalım, evet. Ancak Türkiye’de her yörenin kendine has bir konuşma ağzı var. Bu kültürümüz için bir zenginlik ve önemli. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Elbette, farklı ağızlar bizim için bir zenginliktir ve önemlidir. Fakat şu var ki; kabul edilen, esas alınan Türkçe, İstanbul Türkçesi’dir. Eğer siz milletvekiliyseniz, bakansanız, parti genel başkanıysanız, bir san’atçıysanız, spikerseniz, sunucuysanız, sizin Türkçe'yi doğru kullanma zorunluluğunuz var. Çünkü kamuoyu karşısına çıkıyorsunuz. Ama bir Urfalı'dan, bir Trabzonlu'dan, bir Antepli'den, yani Türkiye’nin herhangi bir yerinden olan bir vatandaşımızdan böyle bir Türkçe ile konuşmasını beklememiz haksızlık olur. Yöre ağzı bir zenginliktir. Bu zenginliği muhafaza etmemiz gerekiyor. Ben Urfalı arkadaşlarımla bir araya geliyorum zaman zaman, sohbet ediyoruz ve büyük bir keyif duyuyorum sohbet ederken. Hoşuma gidiyor. Bunu korumak da gerekiyor. Her insandan İstanbul Türkçesi ile konuşmasını beklemek hata olur, yanlış olur, hatta haksızlık olur. Dolayısıyla bizim zenginliğimiz olan bu konuşma farklılıklarını muhafaza etmemiz gerekiyor, ancak İstanbul Türkçesi’ni de koruma altına almamız lâzım.
* Türkçe'ye farklı dillerden girmiş, ama dilimiz içinde artık neredeyse yabancılığı fark edilmeyen çok sayıda yabancı kelime var. Türkçe'nin arındırılması için de Türk Dil Kurumunun yaptığı bir takım çalışmalar var. Bu kelimelerin yerine Türkçe olanların önerilmesi gibi, ya da imlâların kaldırılması gibi. Bu gerekli mi, doğru mu?
TDK Başkanıyla (Şükrü Halûk Akalın) zaman zaman görüşmelerimiz oluyor. Türk Dil Kurumu’nun da üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu imaleler konusu. Gazetelerde, televizyonlarda ulu orta, bilen ya da bilmeyen, şapka dediğimiz o imalelerin kaldırıldığı yönünde konuşmalar yapar. 1970’li yıllarda gündeme gelen bir konuydu bu. Fakat TDK, “Biz asla böyle bir karar almadık, böyle bir şey kesinlikle uygulanamaz” diyor. TDK Başkanı bunu bizzat söylüyor. Çünkü şapkalar kaldırıldığında anlam da değişiyor.
Türkçe'nin arılaştırılması konusuna geçecek olursak; aşağı yukarı 1375 kelime yanlış hatırlamıyorsam, Nurullah Ataç ve arkadaşlarının savunduğu Öz Türkçe meselesi. Zenginlik 120 bin kelimeyle konuşmak mıdır, yoksa 1350 ya da 1550 kelimeyle konuşmak mı? Bunun takdirini bu röportajı okuyan okuyuculara bırakmak gerekiyor. Mimar Sinan Süleymaniye Camiini inşa ettiğinde, aşağı yukarı 120 bin kelimeyle konuşulduğu rivayet ediliyor ki, şu an da TDK 120 bin söz varlığına ulaşmış durumda. TDK Başkanı kendisi açıklıyor bunu. Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethetmeye hazırlandığında Bizans Kumandanı elçi yolluyor. Elçi, “Bu sevdadan vazgeçin, İstanbul’u alamayacaksınız” dediğinde, Fatih Sultan Mehmet Han, “Gidin kumandanınıza söyleyin, kumandanınız, benim düşündüklerimi hayâl dahi edemez” diye cevap verir ve elçiyi gönderir. Ardından gemileri dağlardan aşırdı ve Haliç’e indirdi. Fatih Sultan Mehmet, birkaç lisan biliyordu. Yahya Kemal’in söylediği, “Kelime hazineniz ne kadar geniş ise, zekânızı o nispette kullanırsınız” sözü burada örneğini buluyor. Demek ki, biz ne kadar çok kelimeyle konuşur ve düşünürsek, ortaya o kadar güzel şeyler koyabiliyoruz. Biz şu an 200-250 kelimeyle derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Mimar Sinan’ın yaptığı bir cami, bir çeşme, kervansaray yapılabilir mi, mümkün mü? Mümkün değil. İnsanlar hayâl dahi edemiyorlar.
* Son olarak ne söylemek istersiniz, anadilin doğru öğrenilmesi ve etkili kullanılması konusunda neler yapılabilir?
“Konuşmak San’attır” kitabımda temas ettiğim bir konu var. Anayasa kitapçığı cumhurbaşkanı tarafından dönemin başbakanı Ecevit’e fırlatıldığında, gazeteci arkadaşlar o dönemin başbakan yardımcılarından biri olan Mesut Yılmaz’a “Bu konuda ne söyleyeceksiniz?” diye sordular. Yılmaz, “No comment” cevabını verdi. Düşünün, Fransız Cumhurbaşkanı, Almanya Başbakanı, ya da herhangi bir ülkenin devlet büyüğü, Türkçe, “Bu konuda konuşmak istemiyorum, yorum yok!” der mi? Bu neden kaynaklanıyor peki? Tamamıyla aşağılık duygusundan, başka hiçbir şey değil. Neden, “Bu konuda konuşmak istemiyorum, yorum yapmak istemiyorum” demiyorsunuz da, “No comment” diyorsunuz? Ertesi gün bütün gazetelerin manşetleri “No comment” şeklindeydi. Şimdi körpecik beyinlere bunu nasıl anlatacaksınız? Anaokulundan itibaren yabancı dil eğitimine başlandı. Peki bunun neticesini siz bizden sonraki nesillere nasıl anlatacaksınız? Bir büyüğümüz diyor ki: “Ben yabancı dile karşı değilim. Bir lisan, bir insan. Fakat benim endişem şu: Bu körpecik beyinler bir müddet sonra onlar gibi davranmaya, onlar gibi yaşamaya, onlar gibi düşünmeye ve en sonunda da onlardan biri olmaya çalışacaklar, onlardan biri olacaklar. Ben bundan endişe duyuyorum.” Böyle bir durum da var.
* Başka neler yapılabilir?
Bir Ahi sözü vardır, “Marifet iltifata tabidir, iltifatsız marifet zayidir!” Türkçe'yi teşvik için bana göre birtakım faaliyetlerin yapılması gerekir. Şimdi Radyo Televizyon Üst Kurulu bir yarışma düzenliyor, bunun gibi. Meselâ Türk Dil Kurumu’nun faal olarak bir şeyler yapması gerekiyor. Onun dışında televizyonlarda yayınlanan programlardan, dizilerden tutun, haber, çocuk programlarına kadar, kullanılan dilin düzeltilmesi yönünde Radyo Televizyon Üst Kurulu’yla Türk Dil Kurumunun, Millî Eğitim Bakanlığı’nın işbirliği içinde çalışmalar yapması gerekiyor. Bu mesleğe gönül vermiş insanları alıp, bir şekilde değerlendirmek gerekiyor. Mesut Mertcan, Toron Karacaoğlu, Hayri Küçükdeniz gibi birçok isim var bu konuda. Bu isimlerden istifade edilmiş, bu insanların gönülleri alınmış olsa, hem dile katkı sağlayacaklar, hem de yeni nesle bu konuda imkân tanınmış olacak. “Melâli anlamayan nesle aşinâ değiliz” diyor bir büyüğümüz… Peki, bugün bunu anlayan var mı?
|