|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Musâ'ya da, Hârûn'a da selâm olsun. İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte Biz böyle mükâfatlandırırız. İkisi de Bizim mü'min kullarımızdandı.
Sâffât Sûresi: 120-122
|
29.12.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'ın rızası gözetilmeden sevap kazanılmaz. Niyetsiz hiçbir amel olmaz.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3847.
|
29.12.2006
|
|
İslâmın kudsî ve semavî kongresi: Hac
Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim,
Çok yerlerden telgraf ve mektuplarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için, vârislerim olan Medresetü’z-Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini, hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve mânevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâmın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’ân-ı Hakîm’in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm ve hakikatlerini akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’ân-ı Hakîmin, zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de, bu gelen bayramını tebrikle beraber, Medresetü’z-Zehranın ve bütün Nur talebelerinin hem dahil, hem hariçte, hem Arapça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Bu sene hacıların az olmasına çok esbap varken, 180 binden ziyade hacıların o kudsî farizayı ve din-i İslâmın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Emirdağ Lâhikası, s. 336
***
Mişâil namıyla müsemmâ Mihâil Peygamberin Kitabının Dördüncü Bâbında şu âyet var: “Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakka ibadet etmek üzere mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhide ibadet ederler, Ona şirk etmezler.” (Kitab-ı Mukaddes, Mîhâ, Bab 4, âyet 1-2.)
İşte şu âyet, zâhir bir sûrette, dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume nâmıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.
Mektubat, s. 169
Lügatçe:
fariza: Farz, Allah’ın emri. ittihad-ı İslâm: İslâm birliği. kanun-u esasî: Anayasa. müsemmâ: İsimlendirilmiş. ümmet-i merhume: İlâhî merhamete mazhar olan ümmet. kaim: Mevcut, var olan. Rabb-i Vâhid: Tek ve eşşiz olan Allah, bir olan Allah. Cebel-i Arafat: Mekke-i Mükerreme’de bulunan mübarek dağın ismi, Mekke’nin 16 km. doğusunda ve hacıların arefe günü toplandıkları tepenin adı.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
29.12.2006
|
|
Ruhun mekânı ve zamanı (2)
Her bir insan rüyasında koca bir kitabı okuyup bitirebilir. Yine rüyasında bir memleketten diğer bir memlekete seyahat edebilir. Ve diğer bir çok işi yapabilir. Tüm bu yaptığı işler de birkaç dakikalık bir ‘rüya görme’ zaman dilimi içinde gerçekleşebilir. İşte her insanın rüya yolu ile idrak ettiği bu halleri bazı insanlar günlük hayat içinde yaşarlar. Öyle ki bazı insanlar birkaç dakikalık zaman dilimi içinde büyük bir cilt kitabı mütalâa etmiştir. Yine bazıları birkaç dakikada Kur’ân’ı hatmetmiştir. Yine bazıları bir gecede bin rekât namaz kılmışlardır. Bu konuda yüzlerce misâl vardır.
Peki bu hal nasıl gerçekleşmektedir?
Bu insanlar kısa bir süre içinde, dünya şartlarına göre binler saat alabilecek halleri nasıl yaşamaktadırlar?
Sorunun cevabı ruhun hareketi ile doğrudan bağlantılı. Zira ruh zamanla sınırlı ve mekânla kayıtlı olmadığı için bulunduğu zamanı ve mekânı genişletebilmektedir. Veya bulunduğu zaman ve mekândan daha farklı bir zaman ve mekânda yaşayabilmektedir. Bu işin sırrı da cisim-ruh dengesindedir.
Şayet kişi cesedini ruhun hareket ve sür'atine uygun bir şekilde eğitebilir ise o zaman cisim de bir ölçüde ruhun şartlarında yaşayabilmektedir. Yani cisim de aynı ruh gibi letafet kazanır, bir ölçüde nuraniyet kesbederse o zaman ‘lâtîf cismi, urûcda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş’ hakikatine mazhar olur ve cisim de ruha tâbî olarak, ruh ile birlikte zaman ve mekânın şartlarını bir ölçüde değiştirebilir.
Bu hususu bir misalle açıklayalım:
Bir odamız var. Odamızın dört duvarına birer ayna koyalım. Bir lambamız olsun. Çok parlak ışık veren bir lamba olsun bu. Bin wat’lık floresan bir lamba gibi. Şimdi bu lambamızı ışık geçirmez metalden yapılmış bir kutu içerisine yerleştiriyoruz. Bu kutuyu odamızın ortasına koyup aynadaki yansımalarına bakıyoruz. Şayet odamız bir karanlık oda ise aynadaki yansımalardan dolayı yine kapkaranlık gözükecektir. Çünkü metal kutu içinde bin wat’lık bir ışık kaynağımız olduğu halde, metalden geçemeyen ışık aynalarda kendini gösteremeyecektir. Odamız da o ölçüde kapkaranlık olacaktır. Bu durumda ışık ne kadar güçlü olursa olsun, ışığın fonksiyonları tam olarak gözükmez. Ama metal kutu yerine dört bir kenarı camdan yapılmış bir kutu içerisine ışığı yerleştirirsek odamız birden aydınlanacak, hatta aynalar vasıtası ile bir ışık kaynağı yüzlerce ışık kaynağına dönüşecektir. Odamız da bir meydan kadar geniş olacaktır.
İşte lambayı ruha, dışındaki kutuyu da cisme benzetirsek, cisim ne kadar şeffaf, ne kadar lâtif olursa ruhun işlevi de o kadar kendini gösterecektir. Şayet cisim tam nurâniyet kazanmış, ruha tam olarak tâbi olursa o zaman mekândan ve zamandan bağımsız olan ruhun fonksiyonları tam olarak ortaya çıkmış olacak ve mevcut zaman ve mekân içinde bik saatte yapılabilen bir iş, birkaç dakika içinde gerçekleştirilebilecektir.
Bu hususa en güzel misâl hiç kuşkusuz Mi'rac hakikatidir. Zira Mi'rac yolu ile tam bir bast-ı zaman hakikati meydana gelmiş, lâtif cismi ruhuna tam olarak tâbî olan Resûl-i Ekrem (asm), yüz binler sene sürebilecek bir ulvî seyahati birkaç dakikalık bir zaman dilimi içinde yaşamıştır.
Peki insan ruh sür'atine nasıl çıkabilir?
Veya cismini ruha nasıl tabi edebilir?
Bu konuda bir çok yöntem ve metot mevcut. Her yöntem ve metodun da özü, cismin faaliyet ve işlevini en aza indirmeye çalışmaktır. Bilhassa tarikatlardaki eğitim metodu dikkate değerdir. Cismin faaliyetlerini ‘az yemek, az içmek, az uyumak’ metodu ile en aza indiren ehl-i tarikat, ruhun tezahürleri olan his, duygu, düşünce, fikir, kalp, sır, akıl gibi manevî değerlerini daha aktif hale getirmişler, bir ölçüde normal insanların yaşadığı maddî hallerden uzak durmaya çalışmışlardır. Böylece cismini ruhuna tâbî etmeyi başaran insanlar şu yaşadığımız mekân ve zamanın sınırlarını aşarak bir anda birkaç yerde bulunmuşlar, birkaç dakika içinde yüzlerce sayfa kitap okumuşlar, birkaç saat süre içinde ise yüzlerce saatlik işi görmüşlerdir. İslâm evliyası diye tanımladığımız zatlar, böylece bast-ı zaman hakikatine mazhar olmuşlardır.
Esasen bu hal ve tavırları yaşamak, sadece İslâm evliyasına has bir şey de değildir. Günümüzde Hint fakirleri, Tibet yaylalarındaki Buda rahipleri de benzer şeyleri yapmaktadırlar. Cisimlerini terbiye etmeye muvaffak olan bu insanlar da zaman ve mekân şartlarının dışına çıkmayı başarabilmektedirler. Bu konuda yüzlerce misâl vardır. Bugün fizik bilimi artık yoğun bir şekilde bu insanların ‘sıra dışı’ diye tanımlanan halleriyle uğraşmaya başlamıştır.
Netice-i kelâm, bu yol her insana açıktır. Zaten rüya yolu ile her insan ruhun hareket ve sür'atinde yaşayıp, bir ölçüde bast-ı zaman ve mekân hakikatine sahip olmaktadır. Şayet cismini doğru bir şekilde eğitebilir ise, rüyada gördüğü hallere normal hayatında da sahip olabilir. Açıktır ki, bu da öyle kolay bir şey değildir. Dünyevî bir ilim ve san'atta ilerleyebilmek için yıllarını veren bir insan, elbette ki zaman ve mekânın sınırlarını zorlayabilmek için çok daha fazla gayret etmeli ve çok çalışmalıdır.
—Son—
|
Halil AKGÜNLER
29.12.2006
|
|
Cezayirli eğitimci Sidî Yusuf: Nur Talebelerine hayranım
Cezayir’de artık Anadolu’nun bir beldesi gibi Nur dersleri okunmakta, iman ve Kur’ân hakikatleri üzerinde sohbetler yapılmakta. Risâle-i Nur’a olan alâka her geçen gün daha fazla artmakta. Pek çok Cezayirli, gerek Nur sohbetleri esnasında, gerek ikili münasebetler sırasında bir Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatıyla ilgili yaşadıkları hayret ve hayranlıklarını dile getiriyorlar. “Bediüzzaman bu eserleri yaklaşık bir asır önce kaleme almış olmasına rağmen, nasıl oluyor da hâlen taptaze ve günümüz meselelerine sanki bugün yazılmış gibi çare sunmakta?” diye soruyorlar.
İşte bu güzel gelişmelere dair bazı ibret dolu nümûneler.
Üniversitede uzman eğitmen olan Ebu’l-Kasım Sidî Yusuf, bir iman sohbeti sırasında bize hitaben şöyle demişti:
“Ben bu sohbetlerin neticesinde şunu anladım ki; Risâle-i Nur eserleri öyle her hafta bir gece okunacak bir eser değil. Her gün devamlı ve mutad bir şekilde okumalıyız. İşte o zaman hakkıyla istifade etmeye başlayacağız ve ben buna böyle niyet ettim.
“Ben kendi talebe ve arkadaşlarıma daima burada bulunan şu genç Nur Talebelerini örnek gösteriyorum. ‘Bakın bunlar İslâmı hayatlarında tecellî ettirmişler. Ne boşa geçirecek zamanları, ne de kaybedecek vakitleri yok. Ne zaman gitsem herkes bir şeylerle meşgul. Ya okuyorlar, ya beraber namaz kılıp sohbet ediyorlar, ya da ders çalışıyorlar. Bunlar hayatlarını öyle güzel tanzim ediyorlar ki, hayran olmamak elde değil’ diyorum.”
Sidî Yusuf, bir defasında burada hizmet eden Nur hadimlerine şöyle demişti:
“Siz bu vatanın asıl sahibi oldunuz. Biz de misafirleriniz. Siz bize ve Cezayir’e Allah’ın bir lütfu ve bereketisiniz. Sizi bize gönderen Allah’a hadsiz hamd-ü senâlar olsun.”
Risâle-i Nur eserlerini büyük bir alâka ve merakla okuyan bir tabip, “Üstadın zekâsına hayranım. Her eseri ayrı bir güzel. Meselâ Hastalar Risâlesi isimli eser o kadar muhteşem ki; hastalara reçete olacak kıymette.”
Geçenlerde İhlâs Risâlesini bazı üniversite talebeleriyle beraber okuduk. Çok memnun oldular ve şunları söylediler:
“Keşke şu büyük ve çok değerli Risâledeki hakikatleri bütün Müslümanlar, özellikle cemaatler kendi aralarında tatbik etseler ve etsek ne kadar güzel olurdu. İşte o zaman ne asılsız tartışmalar, ne çekişmeler, ne sürtüşmeler ortada kalmazdı.
“Üstad Bediüzzaman ihlâsı sadece kâğıtta bırakmamış. Tarihçe-i Hayat’ından anlaşılıyor ki, her halinde eşsiz bir ihlâs ve samimiyet aşikâr bir şekilde görünüyor.
“Bu İhlâs mecmuası, tüm cemaatlere hutbe olarak irad edilecek mübarek bir risâledir.”
Aynı zamanda Âl-i Beyte mensup olan Tevfik Ağabeyin hizmetleri hepimiz için örnek oluyor. Maşallah her hafta Nur sohbetlerine gelenleri telefonla arıyor. Kimisini evinden arabasıyla alıp getiriyor. Çok şevkli ve azimli bir ağabeyimiz. Bayram münasebetiyle Türkiye’ye geleceğimizi duyunca şöyle demişti: ‘Sizin gözünüz arkada kalmasın. Ne iman derslerini, ne de medresemizi kesinlikle aksatmayacağız.’”
Nur sohbetlerine yeni gelmeye başlayan bir hoca efendi, bir Cuma hutbesinde Nur risâlelerinden ve Üstad Bediüzzaman’dan sitayiş ve övgüyle bahsetmişti.
Yakın bir zaman öncesi medresemize hafız bir hocaefendi gelmişti. Kendisi çocuklara gönüllü olarak Kur’ân dersi veriyordu. Hoca efendi, ders sırasında okunan “İsm-i Kuddüs” bahsiyle ilgili bölümü dinlerken, adeta şekilden şekle girmişti. Sohbet bittikten sonra bu bahisle ilgili şaşkınlığını ve hayranlığını şöyle ifade etmişti:
“Çok acib ve çok şaşırtıcı bir üslûbu var. Kâinattan delillerle bizi Allah’a yakınlaştırıyor. Evet Allah iki kitap yaratmıştır: Biri kitab-ı mestur, diğeri kitab-ı manzur. Yani biri satırlar haline yazılıp okunan Kur’ân-ı Kerim. Diğeri ise gözle görünen Kâinat kitabı. Üstad Bediüzzaman bu ikisini de beraber mütalâa etmiş. Maşallah!”
Daha yazacak çok manidar hatıralarımız var. Bunları inşallah size aktarmaya çalışacağız. Cezayir Nur Talebelerinin selâm ve duâlarını takdim ediyoruz. Ayrıca Risâle-i Nur’da ders verilen iman hakikatlerine ulaşma, yaşama ve lâyıkıyla hizmet edebilmemiz için şahs-ı manevînizden duâ ve himmet bekleriz.
(www.bediuzzaman.net)
|
A. Kadir KAVUN
29.12.2006
|
|
‘Seni Allah için kesecektim!’
Câ-yı ibret bir hadise:
Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?"
Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim."
O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır" dedi.
Mektubat, s. 259
|
29.12.2006
|
|
Cebrâil’in (as) sahabelere dersi
İşte, başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek, yani Hazret-i Cebrâil, beyaz libaslı bir insan sûretinde gelmiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş, demiş: "İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et." Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-i Sahabe hem ders almış, hem de o zâtı iyi görmüşler. O zat, misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: "Size ders vermek için Cebrâil böyle yaptı."
Mektûbât, s. 157
|
29.12.2006
|
|
NURDAN DUÂLAR
Allahım!
Kulun, peygamberin, seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, masnuâtının melîki ve sultanı, inâyetinin gözbebeği, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisânı, rahmetinin timsâli, mahlûkatının nuru, mevcudâtının şerefi, mahlûkatının çokluğu içinde birliğinin kandili, kâinat tılsımının keşşâfı, rubûbiyet saltanatının dellâlı, hoşnut olduğun şeylerin tebliğ edicisi, gizli isimlerinin tanıtıcısı, kullarının muallimi, âyetlerinin tercümânı, rubûbiyet güzelliğinin aynası, şuhud ve işhâdının medârı, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin habîbin ve resûlün olan Efendimiz Muhammed'e, onun bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamber ve resûllere, melâike-i mukarrebîne ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin.
Sözler, s. 37
|
29.12.2006
|
|
|
|