Mehmet Altan, AB ve anlattıkları
Milletvekili danışmanı olarak görev yapan bir arkadaşımızın dâveti üzerine geçen hafta TBMM’deydim. Kurmuş oldukları Parlamenter Danışmanları Derneği’nin ilk konferansı olması münasebeti ile de hem destek olmak, hem de “AB, II. Cumhuriyet ve derin devlet” konularındaki açıklamaları ile kamuoyunun yakından tanıdığı Prof. Dr. Mehmet Altan’ın TBMM’de “Türkiye’nin AB’ye Katılım Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşlarının ve Gönüllü Kuruluşların Rolü” konulu konferansına izleyici olarak katıldım. Çok başarılı geçen konferans için hem Parlamenter Danışmanlar Derneği Yönetimini ve yüksek performansı için Mehmet Altan’ı öncelikle tebrik ediyorum.
Mehmet Altan yaptığı etkileyici, zaman zaman da “güleriz ağlanacak halimize” dedirtircesine verdiği örnekler ile hem güldürdü, hem de derinden derine düşündürdü.
Öncelikle, bir çok yerde Avrupa ve AB kavramlarının birbirleri ile karıştırıldığına değinen Altan, AB’yi bağlayan ve temsil eden kararların konseyden çıktığını, zaman zaman Avrupa Parlamentosunda yapılan konuşmaların, basına aşırı ve abartılı şekilde yansırken, Konsey kararlarının dikkate alınıp üzerinde çalışılması gerektiğinin üzerinde durdu.
Bilgi arttıkça zenginliğin arttığını, dolayısıyla zenginliğin kaynağının insan beyni ve bu beynin ürettiği bilginin olduğunu kum, cam ve çip örneği ile anlattı. Kumun fiyatı 20-30 cent/kg iken, cam’ın 3-4 $/kg olduğunu, halbuki bilgisayarı oluşturan kum ve cam ile aynı temel maddeye dayanan çipin değerinin bin dolar olabilmesinin, insan hayatına kalite, üretime ise verimlilik getirdiği örneğini verdi.
İstatistiklerde Türkiye’de STK’lara katılım yüzde 5 seviyelerinde görülürken, bu çok az gördüğümüz oranlara; ciddî bir sivil toplum ve STK standardı oluşturulması halinde ulaşmamızın zor olduğunu ortaya koydu. Ardından “Bizde sivil toplum yok” demesiyle 75 bin civarında bulunan STK sayısının büyük bir kısmının cami derneği ve okul aile birliği olduğu konusunda eskiden okuduğum bir notu hatırlamama yetti. Arkasından gelen “Bizde toplumun binde yarımı örgütlü” cümlesi ile önümüzde ne kadar çok yol olduğunun altını çiziyordu.
Şaşırmamamız gereken, kürsüden ilk defa duyunca farklı hissetmemize yol açan diğer bir söz ise, ‘’Çünkü bizde sivil toplum yok. Bizde toplumun binde yarımı örgütlü. Biz hep devletten geçiniriz. Herkes milletvekili olmak istiyor, kimse marangoz olayım, öğretmen olayım demiyor. Çünkü siyaset para dağıtıyor. Sivil toplum, siyaset olarak algılanıyor. Ancak ilgisi yok’’ sözleri oldu.
Sivil toplumun ve STK’ların yetersiz ve güçsüz olması sebebi ile AB veya başka bir meselenin hükümet önemsediği zaman önemli, önemsemediği zaman önemsiz hale gelebiliyor. Kendisine veya çocuklarının geleceğine önem veren insanlarımızın hayat kalitesini yükseltecek AB projesine sahip çıkmalıdır. Bunları Mehmet Altan’ın sözleri ile söylersek, “Mesele AB meselesi değil. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendi vatandaşlarına 83 yıldır yapamadığını, AB ile yaptırma meselesidir. Mesele ‘onlar, biz’ meselesi değil, AB standartlarında yaşama sürecinin hayata geçmesidir, siyasî değildir.’’
Altan, “AB Avrupa’yı çağa taşımak için kurulmuş bir organizasyondur” deyimini de kullanmasının ardından, Koç Üniversitesinde bir program sırasında kendisine sataşan Avrupa ile AB’yi birbirine karıştıran öğrencilere, AB kurumlarını saymalarını istediğinde sayamadıklarını, üzülerek bizimle paylaştı. Yani işin esasının, bilmediğimizden ve tanımadığımızdan, korkmak ve uzak durmak halini aldığının altını çizdi.
AB meselesinde bir şeyler yapmak için büyük fonlar veya kampanyalar değil, belki karınca misali saflarımız belli olsun ve başkalarına da lisanı hal ile bir çağrı yaparak sivil toplumun kendi dinamiklerini harekete geçirebileceğimiz örneklere konuşmasında yer verdi. AB kurumlarının ve kriterlerin neler olduğunun sıralandığı bir A4 fotokopi kâğıdının çoğaltılıp dağıtılması da Altan’ın verdiği örneklerdendi. Zira, AB konusundaki tartışmalar, bunun için herkesin üzerinde konuşup, muhtevasını bilmediği boş sözler halini almaktadır.
Bu konferansın bizim aklımızda açtığı kapıdan baktığımızda, bir çırpıda kendimizin de sayamadığımız bu kurum ve kriterlerin neler olduğunu sıralayıp, A4’e olmasa bile köşemize taşıyalım dedik.
AB KURUMLARI
1- Avrupa Birliği Konseyi
2- Avrupa Komisyonu
3- Avrupa Parlamentosu
4- Avrupa Adalet Divanı
5- Avrupa Sayıştayı
6- Ekonomik ve Sosyal Komite
7- Bölgeler Komitesi
8- Avrupa Merkez Bankası
9- Avrupa Yatırım Bankası
10- Avrupa Yatırım Fonu
11- Avrupa Ombudsmanı
12- Avrupa Ajansları
MAASTRİCHT ANTLAŞMASI
•1 Ocak 1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir
•Avrupa Topluluğu Avrupa Birliği adını almış ve AET kısaltması AT olarak değiştirilmiştir.
•Sınırsız bir pazar oluşturmak, ekonomik ve sosyal bütünleşmeyi sağlamak, tek parayı kapsayacak bir ekonomik ve parasal birlik oluşturmak;
•Ortak bir dış politika ve güvenlik politikası uygulamak ve uzun vadede ortak bir savunma politikası oluşturmak;
•Hukuk ve içişleri alanında daha sıkı işbirliği,
•Avrupa vatandaşlığı kavramını oluşturmak.
KOPENHAG KRİTERLERİ
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin genişlemesinin Merkezi Doğu Avrupa Ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirtmiştir.
•SİYASİ KRİTER: Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı,
•EKONOMİK KRİTER: İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanı sıra Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması,
•TOPLULUK MEVZUATININ BENİMSENMESİ: Siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme kabiliyetine sahip olunması.
[email protected]
|
Emin Talha KARAMUSA
25.12.2006
|
|
STK ve siyaset ilişkisi
Siyaset denildiğinde, parlamenter demokrasilerde ilk önce siyasî partiler akla gelir. İktidar amaçlı bu kurumlar, toplumun talepleriyle devletin tercihleri arasındaki dengenin demokratik şekilde gerçekleştirilmesinde rol oynarlar.
Her insanın, sosyal grubun veya sosyal otonomi sahibi STK’ların tabiî olarak ülke meselelerinde siyasî partiler arasında bir tercihi, siyasî bir görüşü olması normaldir. Bu onların meşrî haklarıdır. Fakat bu tercih körü körüne bir tarafgirlik gibi algılanmamalı; doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilecek olgunluk ve objektiflikte olmalıdır.
Siyasî tercihi olmak ve siyaseti bu şekilde etkilemek başka, bilfiil onun içinde yer alarak siyasî bir organizasyon kurmak ya da kurulmuş siyasî organizasyonlarla organik ilişki içine girmek; iktidarlar belirleyip, iktidarlar devirmek daha başkadır. İşte siyaset yapmak bu son durumla ilgilidir, yoksa tercih ile ilgili değildir.
Özünde iktidar mücadelesi yerine gönüllüğün hakim olduğu STK’ların bir siyasî kuruluşun yan organı gibi çalışıyor görüntüsü vermeleri; ayrıca “tercih ediyorum” diye o siyasî partinin iç işlerine karışmaya kalkmaları, evvelâ kendi varlıklarına zarar vermektedir. Bir defa bu yola girildikten sonra değil siyasî partiler, iktidar isteyen ihtilâl oluşumlarıyla dahi antidemokratik işbirliği yapılabilmektedir.
STK’ların, bizatihi kendilerini özne olmaktan çıkartıp, başka bir alanda faaliyet gösteren iktidar amaçlı organizasyonların aracı haline gelmelerinin sivil toplum zihniyeti açısından izahı olamaz. STK’lardaki karar vericilerin böylesi yanlışı yapmaları durumunda o STK’ları nasıl dramatik hallere düşürdüklerini 28 Şubat sürecindeki TİSK, DİSK, TESK, TOBB ve Türk-İş yani beşli çete örneklerinde görmedik mi?
Fakat bu deneyime rağmen, son günlerde, sanki tarihi tekerrür ettirircesine, Türkiye- Kamu Sen Genel Merkezi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve antidemokratik istemleriyle kendilerine “böyle STK olmaz” dedirten bir oluşuma daha şahit olduk. Gerçi kısa sürede dağılıp, özür dilemeler olduysa da, kendi kurumlarına verdikleri zararlar her halde öyle kolay şekilde silinmeyecektir.
Kısacası siyasî alanda iktidar mücadelesi yapan tarafların aldıkları pozisyona göre konumlanan ve kendisini araç haline getiren STK’lara değil, sivil alanda kendi kulvarında topluma hizmet eden ve eğitim götüren STK’lara ihtiyaç bulunmaktadır.
[email protected]
|
Prof. Dr. Gürbüz AKSOY
25.12.2006
|
|
Şehirlinin bilinci...
Belli bir coğrafyada yaşayanları zorunlu göçle yerinden etmek, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada devletlerin veya isyancı grupların, genellikle güvenlik ve zaman zaman da kalkınma adına başvurdukları bir yöntem. Sorun olarak kabul edilen konu ve kişileri yok saymak ve tek suçlu olarak addetmek, Türkiye’de bir devlet geleneği olduğundan, zorunlu göçle yüzleşmek de ancak uluslar arası baskılar, bağımsız ve eleştirel araştırmalar ve sesini duyurmaya başlayabilen mağdurlarla mümkün oldu. Oysa şehirliler, şehirli ve yerinden edilen karşılaşmasını tüm çıplaklığıyla uzun zamandır yaşıyorlar.
Yerinden edilme, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bir devlet politikası olarak uygulanmasına rağmen, geçen yıllara kadar devlet kurumları tarafından söz ve kabul edilen bir konu değildi. Ancak, özellikle 1990’ların başlarında Güney Doğu Anadolu Bölgesinde üç milyona yakın insanın zorunlu göç mağduru olmasının getirdiği şehir ve kırsaldaki sıkıntılar ve mağdurların konuyu uluslar arası alana taşıyabilmesiyle gelişen baskı, devleti konuyu kabul etmeye ve konunun iyileştirilmesi yönünde adım atmaya mecbur bıraktı.
Her ne kadar devletin konuyla ilgili çalışmaları halen yetersiz olsa da, yurttaş hakları ihlâllerinin kolayca sahiplenilmediği Türkiye’de, bu durum, devlet adına önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak, devletin konuya olan ilgisi toplumsal bellekte yer eden ve günlük hayatta yaşanan önyargıları henüz değiştirebilecek derinlikte değil. Çünkü, şehirdeki insanların bir çoğu halen köy boşaltmaların ve kırsalda bozulan güvenlik ortamının gerçek yüzünü ne medyadan, ne de açık bir şekilde devletten duymuş değil.
Çoğu medya kuruluşu zorunlu göçü, şehirde işlenen suçlarla doğrudan ilişkilendirerek mağdurları hedef gösteriyor. Zorunlu göç mağdurlarının sistemden kaynaklanan sıkıntılarının, bu sıkıntılara rağmen hayata sarılma çabasının ve tecrübeleriyle geliştirdikleri hayat bilgilerinin çok az kişi farkında.
Zorunlu göçü farklı boyutlarıyla tartışarak gündeme sokan TESEV’in düzenlediği “Türkiye’de ve Dünyada Yerinden Edilme” sempozyumu, konunun sivil toplum, uzman ve devlet taraflarını bir araya getirdiğinden önyargıları kırmak adına önemli bir ilk adım olarak nitelendirilebilir. Alper Şem’in sempozyumun sonunda gösterilen “Kağıtçılar” belgeseli, zorunlu göçün getirdiği ayrımcılığı ve sıkıntıları, yerinden edilenlere söz vererek anlatıyordu. Belgeselde, yerinden edilenleri kendi ifadeleriyle, aralarında geçen konuşmalarla izlerken toplumsal uzlaşma için en önemli şartın şehirde yaşayanların bilinçlendirilmesi olduğunu düşündüm.
Bilinç götürmek, günümüzde kabaca, sistemin kaynaklarına görece rahat ulaşanların, kaynaklardan yoksun olan mağdurlara kaynak geliştirme yöntemini göstermesi olarak algılanıyor. Bu bağlamda, mağdurların bilgisi eksik, kaynakları da yok sayılıyor. Oysa, Alper Şem’in belgeselini seyrederken kâğıt toplayarak hayatlarını idame ettirenlerin ekonomi, eğitim, sağlık ve politika gibi kaynaklar hakkında bilgisiz olmadıkları; hatta şehirde bu kaynaklara rahat ulaşanların bilmediği hak ihlâli ve güç ilişkileri tecrübesine sahip oldukları rahatça gözlemlenebilir.
Bu bağlamda, kendini şehirli olarak addedenin zorunlu göçü tüm boyutlarıyla kavraması, onu bilinçlendirecektir. Yani bilinç götürülmesi gereken kişi yerinden edilerek şehre yerleşmek zorunda kalan değil, şehirde yaşayandır. Zorunlu göç ve yerinden edilmenin tüm boyutlarıyla toplumca konuşulabilmesi, şehirdeki sıkıntıların gerçek yüzünü, faillerini ve sistemdeki aksaklıkları ortaya çıkaracaktır.
Zorunlu göç ve yerinden edilmeyle ilgili devlet raporlarının gerçeklerin bir bölümünü yansıttığı, Hacettepe Üniversitesi’nin araştırmasının sonuçlarının bir türlü açıklanmadığı bir ortamda, TESEV’in konuyla ilgili gerçekleştirdiği araştırma ve sempozyum, Türkiye’deki önemli bir sis perdesini araladı, hatta önemli bir tabuya dokundu.
Ancak, bundan sonrasını sadece devletten ve sivil toplum kuruluşlarından beklemek doğru olmayacaktır. Şehrin yaşayanları olarak bizler, günlük hayatta karşılaştığımız sorunları etraflıca değerlendirip, birbirimizi dışlamadan sorun çözmek için bir araya gelip, sivil toplum olarak hareket edebilirsek toplumsal uzlaşma sağlanacaktır.
[email protected]
|
Nil MUTLUER
25.12.2006
|