|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kitabistan |
|
Ziyaretlerim sırasında Kayseri’nin bir özelliğiyle daha tanışmak nasip oldu. Kayseri ile gıyabında ilk tanışmam Kayseri Uleması kitabıyla olmuştu. Bunun izini sürerken gerçek Kayseri ile de tanıştık. Gerçek Kayseri’de kitabının da özel bir yeri var. Sonraki dönemlerde Kayseri ulemasının yazdıkları eserlerden ilk okuduğum hadis usûlüyle alâkalı Davud-u Kayseri yani Kayserili Davud’un bir risalesiydi. Kayseri’nin meşahiri arasında Davud-u Kayseri ile birlikte Kadı Burhaneddin de gelmektedir.
Berceste dergisi son sayısını (Aralık 2006), Kadı Burhaneddin özel sayısı olarak hazırlamış. Bir geçiş ve fetret dönemi devlet ricalinden olan Kadı Burhaneddin çok yönlü bir adam. Kadı, şair ve devlet adamı. Bu özellikleri Eflatun ve Farabi gibi, devlet adamlığında filozofluk şartı arayanlarda bile bulunmaz.
Aslında ünü sınırdışına taşmış çok sayıda meşahirimiz var. Bunlardan birisi Sivaslı Fethü’l Kadir’in ve Müsayere gibi kitapların yazarı Kemaleddin İbnü’l Hümam’dır. Kayseri denilince de akla Davud-u Kayseri ve Kadı Burhaneddin geliyor. Davud-u Kayseri, kendisini yetiştirdikten sonra Kahire’ye gitti. Bir süre burada da eğitim gördü. Dört yıl kadar kaldığı Kahire’den Kayseri’ye döndü. Hatta ilim aşkı ve çabası, onu dönemin şöhretli âlimi Bedai sahibi Abdürrezzak Kaşani ile görüşmek için İran yollarına düşürdü. Orada ondan tasavvuf dersleri aldı. Böylece hem din, hem de dünyevî ilimlerinde büyük şöhret oldu. Konya, Aksaray ve Bursa’ya gitti. Yazdığı Matla’u hususi’ l Kelim filmaani Fususi’ l Hikem adlı eseriyle Osmanlı Padişahı Orhan Gazi’nin gözüne girdi. Davudu Kayseri Nihayet-ül Beyan fi dirayetizzaman adlı eserini de bitirdikten sonra şöhreti Anadolu sınırlarının dışına taşmaya başladı. Bunun üzerine 1336 yılında Orhan Gazi kendisini İznik’e çağırdı. Günlük 30 akçe maaşla burada kurduğu Osmanlıların ilk medresesine başmüderris tayin edildi. 15 yıl süreyle çalıştığı bu medresenin sistemini kurdu. Böylece Osmanlılarda medrese eğitiminin temeli fizikî olarak Orhan Gazi, ilmî olarak da Davud-u Kayseri tarafından atılmış oldu.
***
Davud-u Kayseri’nin Osmanlı medrese eğitim sistemine verdiği disiplin asırlarca devam etti. Dünya çapında binlerce ilim adamı, san'atkâr ve edebiyatçı yetişti. Bu bakımdan Davud-u Kayseri’ye o dönemlerde din ve milletin şerefi anlamına gelen Şerefu’d Din ve’ Mille lâkabı verildi. Tasavvuf yönündeki bilgisi ve yaşayışından dolayı Şeyh ve Hanefi mezhebinde olduğu için de El Hanefi gibi ünvanlar verildi. Davud el-Kayseri, el-Kaşani Sadrettin Konevi kanalıyla Muhyiddin-i Arabi’ye bağlanan tasavvufî görüşü benimser. Onun ancak son asırda çözülen astrofizik ilminde çok dikkate değer görüşler ortaya koyduğu bilinmektedir. (Tabiatın enerjiden meydana geldiği) görüşünü savunan ilk kişi odur. (Kâinata küll unsur, suya beyaz atom, varlıklara sabit öz) diyen Davud-u Kayseri hayatın sevgi üzerine kurulduğu ve insanın insanı sevmesiyle Allah’ı sevip ona ulaşabileceğini savunur. Bu yönüyle de Mevlânâ’nın izinden gitmiştir. 6. asırdan bu yana metafizik alanında, tasavvufta ve dinî bilgilerde önderliği ve tesiri hâlâ devam etmektedir. Kayserili Davud 1350 yılında vefat etti. Kendisi İznik’e defnedildi.
***
Kayseri birçok devlete başkentlik de yapmıştır. Kadı Burhaneddin’in kurduğu devlet de bunlardan birisidir. Danişmendoğullarından sonra, Yunanlılar tarafından Ankara’nın tazyik altında tutulmasıyla az kalsın Kayseri modern Türkiye’nin de başkenti oluyordu.
Bu vesile ile biraz da adı Kayseri ile bütünleşen Kadı Burhaneddin’den söz edelim. Kadı Burhaneddin, 1345 yılında Kayseri’de dünyaya gelmiştir. Oğuzlar’ın Salur Boyu’ndan gelme bir ailenin çocuğudur. Eğitimine küçük yaşlarda babasının yanında başlamıştır. Arapça ve Farsça’yı öğrenip Mısır’a gitmiş ve orada fıkıh, hadis ve tıp gibi bilimleri öğrenmiştir. Kadı Burhaneddin, Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Sivas ve çevresinde kurulan Eretna Beyliği’nde 1335 - 1381 yılları arasında sırası ile kadılık, vezirlik ve padişah vekilliği yapmış ve zaman içerisinde beyliğin zayıflamasından istifade ederek kendi adını taşıyan bir devlet kurmuştur. 1381 yılında kurduğu bu devlet sekiz yıl yaşayabilmiş ve 1398’de Kadı Burhaneddin’in öldürülmesiyle birlikte yıkılmıştır. Kadı Burhaneddin serüven ve meşakkat dolu bir hayat sürmüştür. Âlim, adil, zeki ve lâfını esirgemeyen bir devlet adamı olduğu rivayet edilmiştir. Bu özelliklerinin yanı sıra, içten ve yanık bir aşk şairidir. Şiirlerinde casaret göze çarpar ve bu yönüyle klâsik şiirden ayrılır. Aşk şiirlerinin yanı sıra din ve tasavvuf ile ilgili şiirleri de vardır. Bir Türkçe dîvanı ile iki tane de Arapça yazılmış eseri bulunmaktadır.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Tekzip |
|
Yazarlığın cilvesidir. Yazdığınız bir yazı, yerini bulursa, ilgili merciler harekete geçer.
Eğer bu bir kurumsa, size hemen bir tavzih gönderir.
Önceki günkü yazımıza Oyak Bank’tan bir açıklama geldi.
Aynen yayınlıyorum:
Sn. Davut Şahin
Köşe Yazarı
Yeni Asya Gazetesi
27 Aralık 2006 tarihinde, Yeni Asya Gazetesinin 10. sayfasında “Ekran Turu” köşesinde “Etikçi mi, tetikçi mi?” başlıklı yazıda kullandığınız; 26 Aralık 2006 tarihinde Star Gazetesi’nde Şamil TAYYAR tarafından yazılan yazıdan alınan “17 milyon doları nereden buldun Tuncay Özkan?” başlıklı yazıda geçen “Bu kanalı parasız kurduk. Sadece Oyak Bank’tan özel şartlarla 7.5 milyon dolar kredi aldık” cümlesi doğruyu yansıtmamaktadır.
26 Aralık 2006 tarihinde Star Gazetesi’nden Şamil TAYYAR’a “Tuncay Özkan’ın şahsına, KanalTürk adına ve/veya yan kuruluşlarına ne geçmişte ne de günümüzde kredi verilmediğini” belirten bir tekzip yazısı OYAK BANK tarafından gönderilmiş ve bu düzeltme 27 Aralık 2006 tarihli Star gazetesinde yapılarak yayınlanmıştır.
Basın Kanunu’nun 14. maddesi hükmü çerçevesinde işbu düzeltme yazımızın ilgili haberin yer aldığı sayfa ve sütunlarda, aynı puntolarla ve aynı şekilde yayımlanmasını talep ederiz.
Saygılarımızla,
OYAK BANK A.Ş.
Genel Müdürlük
***
Bu açıklamayla birlikte Star gazetesine baktığımızda Şamil Tayyar, Tuncay Özkan’la ilgili iddialarını sürdürüyor yine.
Özkan “özel şartlarla” Oyak Bank’tan 7.5 milyon dolar almadığına göre, bu parayı nerden buldu?
Üstelik Kanal Türk, kendi üzerine de kayıtlı değil. Muhabiri Alican Kamal üzerine.
Tayyar burada şu tesbiti yapıyor: “Herkese farklı açıklama. Belli ki sevgili Tuncay, hesap vermekte biraz zorlanıyor. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun güzel bir lâfı vardı: Hesabını veremezsen hesap soramazsın. Evet, Sevgili Tuncay bu 17 milyon doları nerden buldun? Yoksa dilin mi sürçtü?”
O halde geriye bir ihtimal kalıyor:
“Derin ilişkiler.”
Yine Tayyar’ı dinleyelim: “Yeni siyasî hareketin sözcüsü konumundaki Tuncay Özkan’ın da geçmişte istihbarat örgütleriyle bir şekilde ilişkisi olduğu iddia edildi, ama sürekli yalanladı. Doğru mudur değil midir, bu konuda en önemli ayıraç, zamandır.
“Gazetemiz yazarı, eski MİT mensubu Mahir Kaynak’a sordum: ‘Tuncay Özkan’ı tanır mısınız? MİT ile irtibatı var mıdır?’ Çok açık konuştu: ‘Yel Üfürdü Sel Götürdü kitabımda çok yüzeysel olarak anılarımı yazdım. MİT hemen bana dâvâ açtı. Tuncay Özkan MİT’in Tarihi’ni yazdı, üstelik o kitapta çok gizli belgeler de vardı. Dâvâ açan olmadı. O gizli belgeleri kim verdi? Demek ki MİT’in sponsorluğunda yazılmış bir kitaptı. Bu kurumla ilişkisi olmuş mudur? Bir iddiada bulunamam, ama ancak değerlendirme yapabilirim, evet, ilişkidedirler. Ön plana çıkışı da böyle olmuştur. Bana muhalif kanadın desteklediği biriydi.’” (a.g.g.)
Biz Tuncay Özkan’dan da bir açıklama bekliyoruz.
Özkan’ın derin ilişkileri var mı?
Bu kadar pervasız olması, meydanlarda bangır bangır bağırması sırtını bir yerlere dayadığını mı gösteriyor?
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Türkiye kabile devleti mi? |
|
Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlanmıştı. Özal heyecan içinde sonuçları bekliyordu.
Yemin etmek üzere Meclise dâvet edildi. Özal yemin etmek üzere bir yandan Genel Kurul salonuna girerken, DYP ve SHP milletvekilleri öbür uçtan salonu terk ediyorlardı.
Üç tur oylama yapılmış, muhalefet protesto edip üçüne de katılmamıştı. Anavatan Partisinden Burdur milletvekili Fethi Çelikbaş, Özal’a karşı aday olmuştu. Çelikbaş’ın adaylığına dahi bozulan ANAP’lılar olmuştu. Ama bir kısmı Çelikbaş’ın adaylığını Özal’ın meşruiyeti açısından yararlı buluyor, muhalefet ise bu durumu danışıklı dövüş olarak görüyordu.
Özal oylamalardan bir iki saat önceden Meclise gelir, ANAP milletvekillerini gruplar halinde kabul ederek, ikna turları düzenlerdi.
Özal’ın yakın çevresinde olan ve genellikle de partinin muhafazakâr kanadını oluşturanlar arasında, “Özal giderse, parti dağılır” düşüncesinde olanlar vardı.
DYP ve SHP’nin yükselişte olduğu ANAP’ın erimeye yüz tuttuğu bir dönemdi. İlk seçimde yenilgiye uğrayacağı kesindi. Muhalefet ise, Özal’ı Çankaya’dan indirme yemini içmişti. DYP’li Murat Sökmenoğlu sine-i millete döneceğini açıklamış, Demirel, “Çankaya’ya çıkacağıma dağa çıkarım” demişti…
Cumhurbaşkanlığı için üçer gün arayla üç tur oylama yapıldı. Her oylama öncesinde Özal’ın geçeceği iktidar kulisinin girişine dizilir, muhalefetin tavrını sorardık.
Özal kimi zaman cevap vermezdi. Bir defasında, “Alışırlar, alışırlar” demişti.
Özal, üçüncü turun sonunda Cumhurbaşkanı seçilince, yemin etmesi için Meclise dâvet edildi. Oylamalara girmeyen muhalefet salona girdi, tam Özal’ın yemin etmek üzere adımını attığı anda topluca salonu terk ettiler. Bu tavır bazı ANAP’lıların içine öylesine işlemiş olmalı ki, Demirel Cumhurbaşkanı seçildiğinde, o dönem parlamentoda olanlar da benzer protestoyu onun için sergilediler.
Özal 31 Ekim 1989 tarihinde Cumhurbaşkanı oldu. 1991 seçimlerinden sonra ise DYP ile SHP ortak hükümet kurdular. Seçimlerden birinci parti olarak çıktığı için Demirel, hükümet kurma görevini almak üzere Çankaya Köşküne dâvet edildi. 12 Eylül’de ihtilâlle başbakanlığı elinden alınan Demirel milletin oylarıyla bir kez daha iktidar olacaktı. Demirel hükümeti kurma görevini alacaktı, ama bir sorun vardı. Sözleri kendisini bağlıyordu. Çankaya Köşkü’nde 1 No’lu kapının önüne dizildik. Demirel Cumhurbaşkanı ile görüşmek üzere Köşke geldi. “Çankaya’ya çıkacağıma dağa çıkarım dediniz. Peki şimdi ne diyorsunuz?”diye sorduk.
“Devlet de devamlılık esastır. Devlet işlerine duygular karıştırılmaz” tarzında cevaplar verdi.
İşin özeti alışılmıştı.
Türkiye bir kez daha Çankaya sancıları çekiyor. Ama bakmayın bu ne ilk ne de son olacak.
CHP’nin “Oylamalara girmeyiz” açıklaması da bir sürpriz değil. Zaten Özal’ın oylamasına da girmemişlerdi. Atatürk’ün ölümünden sonra, rejimin ikinci adamı İsmet Paşa için dahi iç çekişmeler yaşanmadı mı?
Şimdi de yaşanacak.
Özellikle de AKP’nin yapısından dolayı bu süreç daha gergin geçebilir. Bu durum kimseyi yanıltmasın.
Şimdi yaşananlar öncü sarsıntılar.
Böylece AKP, parti olmayı öğrenecek.
Anayasayı değiştirecek çoğunlukla iktidar olan bir parti liderini Çankaya’ya çıkaramazsa, seçim meydanlarında tozunu atarlar.
12 Eylül’den önce cumhurbaşkanlığı seçimi önce parlamentoyu ardından da rejimi kilitledi. Fahri Korutürk’ten sonra bir türlü cumhurbaşkanı seçilemediği için İhsan Sabri Çağlayangil Cumhurbaşkanı Vekili olarak Çankaya’ya çıkmak zorunda kalmıştı.
Hatırlayın Ajda Pekkan’a, Zeki Müren’e oyların çıktığı sonuçsuz oylamaların gerçekleştiği bir devirdi. 12 Eylül anayasasını yapanlar büyük ölçüde bu duruma tepki olarak Cumhurbaşkanı seçimini kolaylaştırdılar. Hem 1961 Anayasasında olduğu gibi sınırsız tur koymadılar, 4 tur ise sınırladılar hem de 4’ncü tur sonunda da “Cumhurbaşkanı seçilemezse, Meclisin kendini feshedip, seçimlere gidileceği” hükmünü koydular. 106. madde bu şekilde oluştu. Hatta anayasa referandumundan önce yapılan tartışmalarda bu düzenleme Meclise, ya Cumhurbaşkanı seç ya da seçime gidersin tehdidi gibi değerlendirmelere konu olmuştu.
Cumhurbaşkanı seçmek, muhtar seçmekten kolaylaştı yorumları işte o zaman yapıldı.
Sabih Kanadoğlu’nun “Meclis salt çoğunluk olan 367 milletvekili ile açılacak, eğer bu sayı yoksa Cumhurbaşkanı seçilemez” şeklindeki yorumu bu açıdan anayasanın ruhuna aykırı.
Ayrıca anayasanın cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili maddesi Danışma Meclisinde ve Millî Güvenlik Konseyinde görüşüldüğü sırada da böyle bir yoruma rastlanmıyor. Bu ne demek, anayasayı dünya görüşüne göre yorumlamak demek.
Türkiye ilk kez cumhurbaşkanı seçen bir “aşiret devleti” değil. Dikkatinizi çekerim seçeceğimiz ilk değil, tam 11. Cumhurbaşkanı. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı seçecek birikimi de, geleneği de yasal düzenlemesi de, tatbikatı da var.
Erdoğan’a karşı olabilirsiniz ya da destekleyebilirsiniz. O ayrı. Ama bu ülkeyi gelenekleri, kurumları, anayasası, parlamentosu, yasaları olmayan bir “çadır devleti” durumuna düşürmenin anlamı yok. Benim itiraz ettiğim nokta bu.
DÜZELTME VE ÖZÜR
Dünkü yazımızda Siirt milletvekili merhum Abdurrezzak Ceylan yerine sehven Abdurrezzak Yavuz ismi yer almıştır. Bu yanlışlıktan dolayı özür diliyorum. Merhum Ceylan’a bu vesile ile bir kez daha rahmet dilerken, Sayın Abdurrezzak Yavuz’a da uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Milletin dediği olmasın” mı? |
|
Türkiye’deki demokrasinin, ‘bize göre’ olup olmadığı hep tartışılır. Uluslar arası kabul gören kurallara uymamak için her defasında ‘bize göre’ yorumlar yapılır, imza atılan yanlışlara ‘kılıf’ hazırlanır.
Bunun en çarpıcı örneği, Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan kanunsuz başörtüsü yasağıdır. Dünya gerçeklerine uymayan bu uygulama, “Türkiye’nin şartları çok farklı” bahanesiyle izah edilir. Oysa, “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşan hiçbir dünya ülkesinde böyle bir yasak yoktur, olması da düşünülemez.
Önümüzdeki yılı meşgul edecek olan iki seçimle ilgili de benzer yorum ve ‘bize göre’ izahları yapılmaya başlandı. Nisan’daki cumhurbaşkanlığı seçimi için kanunlara ve teâmüllere bakmak yerine, indî yorumlara müracaat ediliyor. “Filan kişi aday olamaz, eşi şöyle olan aday olamaz, bu Meclis cumhurbaşkanı seçemez, sine-i millete döneriz, seçimleri boykot ederiz, seçilirse indiririz, vs” gibi pek çok değerlendirmelere şahit oluyoruz.
Bazı hukukçular da anayasanın ilgili maddelerini çok farklı şekilde yorumlayarak yeni engeller çıkarmanın peşinde. Bu tartışmaları ‘gerçek hukukçular’a bırakıp şunu söylemek lâzım: Hak, hukuk ve adalet; herkese lâzım. Hukuku, kişilere göre yorumlamak doğru değildir.
Aslında ismi konulmamış olsa da Türkiye’deki ‘kavga’ ülkede kimin dediğinin olacağıdır. Demokrasilerde, milletin dediği, istediği ve arzuladığı esastır; ama ‘bizim şartlarımız çok farklı’ diyenler buna itiraz ediyor. Yakın tarihimiz hep bu tartışmaların şahidi değil midir? Milletin ‘iyi’ dediğine ‘kötü’ demeyi marifet zannedenler, isteklerini demokrasi yoluyla yapamayınca ihtilâllere müracaat etmediler mi? Tek parti dönemini bir yana bırakalım; demokrasiye geçilen dönemlerde de yapılanlar bunu göstermiyor mu?
Sonraki ihtilâllere de zemin hazırlayan 27 Mayıs 1960 ihtilâli ‘milletin dediği olmasın’ın müşahhas hâli değil mi? Sonraki her müdahale de yine aynı maksat ile tezgâhlanmadı mı?
Önümüz Kurban Bayramı. “Milletin dediği olmasın”cılar, mübarek bayramı da millete zehir etmenin peşinde. “Namazda gözleri olmadığı halde, kulakları ezanda” görüntüsü verip, Müslüman millete “Kurban nasıl kesilir?” fetvası vermek istiyorlar. Yok efendim, kan akıtmak olmazmış, yok efendim hayvanların da hakları varmış, yok efendim çevre kirleniyormuş vs. İyi de bu mübarek hayvanların ‘hak’ları sadece Kurban Bayramı günlerinde mi aklınıza geliyor? Normal zamanlarda kesilen hayvanlar için ne diyeceksiniz? Hatta ve hatta, tamamen keyif için ya da ‘kürk’leri için öldürülen av hayvanları için sesiniz çıkıyor mu? Ki, Kurban Bayramında ‘kurban’ niyetiyle kesilen hayvanları, ‘av’ ya da başka niyetle yapılan kesimlere benzetmek bile doğru değildir. Nihayetinde bu işin içinde ‘ibadet kastı’ var. Milletin inançlarıyla bu kadar uğraşmanın anlamı var mı?
“Milletin dediği olmasın da ne olursa olsun” diyenler, Türkiye’yi çıkmaz sokaklara sürükledi. Ülkenin meşgul olduğu her problemin altında maalesef bu anlayış yatıyor. Ama dünya ve Türkiye gerçekleri, “Milletin dediği olmasın” diyenlerin son tahlilde kaybedeceğini gösteriyor. Öyle olması için duâcıyız...
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AB süreci sürüyor mu? |
|
Hükümet, AB’nin can sıkıcı son kararlarına rağmen AB hedefinden vazgeçmeyeceğini ve reformların aynı şekilde devam edeceğini her fırsatta tekrarlıyor.
Ama bu söylemlerin eyleme dönüştüğünü gösteren kayda değer bir işarete de rastlamıyoruz.
Bilindiği gibi, AB’nin karar organlarında liman krizinin ele alınacağı Aralık toplantılarından aylar önce, Türkiye’nin bu konuda yeni bir adım atamayacağı, ama hiç değilse 301’i düzelterek durumu bir ölçüde de olsa telâfi edebileceği ısrarla dile getirilmişti.
Ne var ki, AB’nin ısrarlı takiplerine rağmen hükümet bu konuda da adım atmayı başaramadı.
Sadece “Âdet yerini bulsun” kabilinden ve topu taca atma deyimine uygun şekilde, bu meseleyi kendi tayin ettiği birtakım “sivil toplum kuruluşları”na havale etti.
Ancak çoğu “yarı resmî” statüye sahip olan ve konuyla da doğrudan bir alâkaları bulunmayan bu kuruluşların “çözüm arayışları” tam bir çıkmaza saplandı.
Söz gelişi, başkanının ulusalcı çizgideki rahatsız edici sivri çıkışları herkesçe bilinen Ankara Ticaret Odasının, Türk-İş’in ya da işverenler örgütünün 301’le ne ilgisi vardı?
İşin enteresan tarafı, konunun asıl ve doğrudan muhatabı konumundaki insan hakları örgütleri ise bu çalışmanın dışında bırakılmıştı.
Böyle tuhaf bir yaklaşımdan düzgün ve sağlıklı bir netice çıkması elbette ki beklenemezdi. Nitekim çıkmadığı açıkça görüldü.
Çünkü hükümetin 301 sorununu havale ettiği kuruluşlar üçe bölündü. Bir kısmı maddenin tamamen kalkması gerektiğini savunurken, bazıları 301’deki ifadelerin netleştirilmesinden yana görüş bildirdiler. Üçüncü grup ise 301’in daha da sertleştirilmesini istedi
Sonuçta bir uzlaşmaya varılamadı ve hükümet de “Bakın, görüyorsunuz, sivil toplum da çözüm bulamadı” bahanesine sığınarak işi sürüncemede bırakmayı sürdürdü.
Esasen kendi yapması gereken bir işi, konuyla ilgisi bulunmayan kuruluşlara havale etme tavrı, başlı başına bir oyalama taktiği ve samimiyetsizlik işareti. Ve maalesef, lâfa gelince “AB hedefinde asla sapma yok” diye mangalda kül bırakmayan hükümet, fiiliyatta böyle manevralardan medet umabiliyor.
Bu durumda da AB yolunda patinaj yapmaya ve zaman kaybetmeye maalesef devam ediyoruz.
Nitekim Dışişleri Bakanı Gül’ün yaz aylarında, milletvekillerinin tatile çıkacağı tarihten çok kısa bir süre önce gündeme getirdiği, derleme-toplama “reform paketi” dahi hâlâ çıkarılabilmış değil.
Ufukta yeni bir atılım ve açılım işareti de görünmüyor. Tam tersine, iki gün sonra gireceğimiz seçim yılında AB için hiçbir yeni adım atılmayacağı noktasında yaygın bir kanaat var. Hükümetin fiiliyattaki tavrı da bu kanaati güçlendiriyor.
Bu durumun bu şekilde devam edip gitmesinin, şimdiye kadarki süreçte elde edilen sınırlı demokratik kazanımlardan dahi geri dönüşler yaşatabileceğinden kaygılıyız.
Nitekim iki yıl öncesinin 17 Aralık’ından bu yana AB sürecinde yaşanan duraklamaya paralel olarak, gizli anayasada, Şemdinli’de ve son olarak Kıbrıs’ta bunun tezahürlerini gördük.
Yenilerini de görmeyiz inşaallah...
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hastalıklarımızın ilâcı |
|
Peygamberimizin duâlarından birisi şöyleydi: “Allah’ım, hastalarımıza şifalar ver. Şifa veren ancak Sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur.”
Manevî hastalıklarımız için de aynı hakikat geçerlidir. Günah kirleriyle ruhunu, kirletmiş insan bu manevî hastalığının farkında değilse, o kirlerden temizlenmesi de mümkün değildir.
Hasta hastalığını bilmezse tedavî için de bir gayrete girmez.
Mânen hasta olmuş insanlar, hastalıklarını İslâm mihengine vurmaları gerekir ki hastalıklarının farkına varabilsinler.
“Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur’ân’dır” diyen asrın manevî tabibi, ilâcımızın Kur’ân eczanesinde olduğunu anlatıyor.
Bütün mesele hastalığımızı bilmek, ıslâhımız için Allah’a yalvarmak, şifamız için maddeten ve mânen tedavi yoluna girmek.
Sıkıntılar içinde kıvranan adamın biri büyük gönül ehli Ebû Haris’in yanına gelir. Dert yanar ve duâ ister. O da, “Asıl sen bana duâ et” der. “Çünkü sıkıntı hâlinde yapılan duâ daha makbuldür.”
Evet, biz de mânen hastayız. Bizim de hastalıklarımızın şifası için duâmız makbuldür. Sabah, akşam, kendimiz ve ümmet-i Muhammed’in manevî hastalıklarından kurtulmamız için duâlar edeceğiz.
Ancak kavlî duâ yetmez. Fiilî duâya da ihtiyacımız var. Bu da ıslâh-ı hâl etme ve onun gayreti içinde olmakla mümkündür.
Bunun için asırları aydınlatan, bağlanıldığında maddeten ve mânen yücelten Kur’ân’ı iyi anlamak ve ona sımsıkı sarılmak gerekir. Nitekim Kur’ân da şifamızı şöyle sunuyor: “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sım sıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Herkes Onun huzuruna döndürülecektir.”1
Bugün nisbeten ayakta isek, daha kötü durumlarda değilsek, bunun en önemli sebebi de yine bir ölçüde Kur’ân hakikatlerine bağlılığımızdır. Onu daha iyi anlayıp uygulama yoluna gidersek daha ilerde, daha güzel noktalarda olacağımız açıktır.
Bütün dertlerin ilâcı Kur’ân’dadır.
Dipnotlar:
1. Âl-i imran Sûresi: 103.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Nebe Sûresi’nin fazileti |
|
Ankara’dan okuyucumuz: “Nebe Sûresini okumanın fazileti nedir? İniş sebebi nedir? Gün içinde ne zamanlarda okunur?”
Nebe Sûresi Kur’ân’ın 78. sûresidir. Mekke’de inen ilk sûrelerdendir. Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimiz’in (asm) getirdiği kıyamet, âhiret, mahşer, sorgu, sırat, Cennet ve Cehennem haberleri üzerine inatla ve alaycı biçimde birbirlerine bu haberlerin gerçek olup olmadığını sorup duruyorlardı. 77. Sûre olan Mürselât Sûresi “O günü yalanlayanların vay haline? Onlar artık kıyamet günüyle ilgili olarak Kur’ân’dan sonra hangi söze inanacaklar?” sorusuyla bitiyor ve hemen ardından Nebe Sûresi “Onlar neyi sorup duruyorlar? Üzerinde ihtilâfa düştükleri o büyük haberi mi?” sorularıyla başlayarak, inanmayanlara kıyamet, âhiret, diriliş… gibi o gelecek günlerle ilgili olarak açık cevaplar veriyor. Müşrikleri sarsıcı ve azaptan uyarıcı cevaplar veriyor.
Nebe Sûresi kıyamet haberleri ile dolu bir sûre. Kıyamet ve sonrası ile ilgili haberler taşıdığından, ilk âyetinde geçen “Nebe” (önemli haber) kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre gün içinde her dakika okuyup feyiz alabileceğimiz bir sûredir. Sûrenin şemsiyesi sonsuza kadar açılır ve her kendini okuyanı içine alır, her kendine sığınana şefaat eder. Bilhassa günlük yorgunluklarımızın üzerimize çoğu zaman bir kâbus gibi, bir karabasan gibi çöktüğü ikindi vaktinde, İkindi Namazını kıldıktan sonra okumak sünnettir.
Sûrenin gelecek haberleriyle dolu bıçak gibi keskin âyetleri şöyle devam ediyor:
“Evet; yakında bilecekler! Biz yeryüzünü bir döşek, dağları birer kazık kılmadık mı? Sizi de çift çift yarattık! Uykunuzu bir dinlenme vasıtası kıldık! Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü bir geçim zamanı kıldık! Üzerinizde yedi sağlam sema kurduk. Gökyüzüne parıl parıl parlayan bir kandil astık. Yağışa hazır bulutlardan bol bol su indirdik. Onunla yerden daneler ve bitkiler, sarmaş dolaş gür ağaçlı bahçeler çıkardık.”1
Sûrede buraya kadar dünya nimetleri hatırlatılıyor. Her bir nimet, bundan faydalanan insanın zihnine çelik harflerle çakılıyor. Bu âyetleri okuyan insan; “Evet doğru! Allah bütün bunları bizim için yarattı” diyor ve teslim oluyor.
Sûre bundan sonra gelecek haberlerini ardı ardına sıralıyor. İzleyelim:
“Şüphesiz o hüküm günü belirlenmiş bir vakittir. O gün Sûr’a üflenir. Siz de bölük bölük gelirsiniz. Gök açılır; kapı kapı olur. Dağlar yerinden yürütülür; bir serap olur. Cehennem gözetler durur. Orası azgınların varacağı yerdir. Sonsuz çağlar boyunca kalacaklar. Kaynar suyla irinden başka orada ne bir serinlik tadacaklar, ne de bir içecek. İşte yaptıklarına uygun bir ceza!”2
Müşriklerin bu kadar ağır cezayı ne yaparak hak ettiklerini insan ürpererek merak ediyor. İşte Kur’ân iki âyetle buna cevap veriyor:
“Onlar hesaba çekilmeyi ummuyorlardı. Âyetlerimizi yalanlayıp duruyorlardı.”3
Demek hesaba çekilmeyi ummadan yaşamak ve Allah’ın âyetlerini yalanlamak böylesine korkunç bir cürüm! Peki, bunu kim biliyor ki? Müşrikler zannediyor ki, yaptıklarımız, yalanladıklarımız, inkârlarımız yanımızda kâr kalıyor. Unutulup gidiyor! Bunun bir defteri, kaydı kuyudu tutulmuyor. Onlar öyle zannetsinler. Cenâb-ı Allah diyor ki:
“Biz her şeyi tek tek kaydettik.”4
“Peki af yok mu?” dediğinizi duyar gibiyim.
Onlar af istememişler ki! Onlar Allah’a sığınmamışlar ki. Onlar hesaba çekileceklerine inanmadan yaşamışlar. Onlar inkârdan ve yalanlamaktan hiçbir şekilde vazgeçmemişler ki. Onlar Allah’ın âyetlerini küstahlıkla ve kibirle sorgulamaktan, insanların aklını karıştırmaktan, Allah’ın hak elçisine işkence yapmaktan geri durmamışlar ki. İşte Cenâb-ı Allah bu yüzden bu azap bahsini şu sarsıcı ifadelerle bitiriyor: “Şimdi tadın azabınızı! Sizin için azaptan başka bir şey artıracak değiliz.”5
Nebe Sûresi bu âyetten sonra Cennet haberlerine geçerek, azap haberlerinden içi daralan inananların içine su serpiyor. Şefkatli cümleleriyle Cenneti bütün güzellikleriyle tasvir ediyor. Cennet cümlelerinin ardından:
“İşte hak olan gün budur. Artık dileyen, Rabbine giden bir yol tutsun kendine”6 âyeti son önemli uyarısını yapıyor.
Nihayet, insan olduğu halde, bu haberlere kulak vermediği için sorumluluklarını yerine getirmemiş olarak Allah’ın huzuruna çıkmaktan utanan kâfirin, o gün, “Keşke toprak olsaydım!”7 diyerek derin ve dönüşsüz bir pişmanlık içine gireceğini bildirerek sûre sona eriyor.
Dipnotlar:
1- Nebe Sûresi: 40 2- Nebe Sûresi: 39 3- Nebe Sûresi: 30 4- Nebe Sûresi: 29 5- Nebe Sûresi: 27, 28 6- Nebe Sûresi: 17-26 7- Nebe Sûresi: 1-16.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Rabbimizi Esmâ pencerelerinden tanımak |
|
Asıl görevimiz olduğuna göre acaba Kâinatın Sahibini nasıl tanıyoruz, ne kadar tanıyoruz veya nasıl tanımalıyız? Kur’ân-ı Kerim’in tarif ettiği, Resûlullah’ın (asm) tanıttığı şekilde mi; yoksa zihnimizde oluşan değişik kültürlerin imajlarıyla mı? Allah kimdir; nasıl bir varlıktır? Hangi isim ve sıfatlar sahibidir? Sıfatlarının mahiyeti nedir? Allah Kendisini bize nasıl tanıtmakta, hangi isimlerle onu çağırmamızı emretmektedir? Allah’a Tanrı denir mi?
Bu soruların cevaplarına geçmeden önce, bilmeyi ve tanımayı kısaca tahlile tâbî tutmalıyız. Elbette bilmekten bilmeye farklılıklar vardır. İlkokulda iken matematik biliriz, ortaokulda da biliriz, lisede de biliriz. Üniversitede, matematik fakültesinde okuyan da bilir, orada asistan olan da, doçent de, profesör de bilir. Ve Einstein veya matematik dahileri de bilir. İşte, bunlar bilmenin dereceleridir. Yine, bir ilim adamını, bir mobilya ustasını, bir idâreciyi çeşitli cepheleriyle tanırız. Bir de onlar hakkında uzmanlaşmış olanların tanımaları vardır. Bir müzeyi veya kitap fuarını gezen okuma yazma bilmeyen birisinin aldığı lezzet ile, bir ilköğretim öğrencisi, lise-üniversite talebesi veya ilim-fikir adamının aldığı lezzet, duyduğu sevinç, hissettiği duygular, farklı farklı ve her birisinin derecesine göredir.
**
Ömründe fil görmemiş Hintliler merakla ahıra koşup tanımak istemişler. Ne var ki, ahır pek karanlıkmış. Kimse bir şey göremediğinden, el yordamıyla onu tanımaya çalışmışlar. Herkes dokunduğu yere göre onu tanımlıyormuş:
Hortumunu tutan “Fil bir boru gibidir”, kulağına dokunan “Fil bir yelpaze gibidir”, ayağını yoklayan “Fil bir sütun gibidir”, sırtını sıvazlayan “Fil taht gibidir” diyordu.
Herkes, dokunduğu yere göre onu tarif etti. Elbette, bunların hiçbirisi değildi. Fil bambaşka bir mahlûktu ve o ancak, aydınlıkta görülebilirdi.
Dıştan görünüş de onu aslında tam olarak tanıtmaz. Onu tanıyan birisi tanımlamalıdır.
**
Yaratıcı asla yarattıklarına benzemez. Verilen örnekler, sadece zihnimize yaklaştırmak ve meseleyi daha iyi kavramak içindir. Yoksa, sonsuz kudret sahibi Yaratıcı ile, aciz, zayıf, belki bir toz kadar bile olmayan yaratılmış insan arasında “yaratılmış olmanın” dışında hiçbir münasebet yoktur.
Bu dünyadaki akıl, zihin ve idrak gibi algı boyutlarıyla Kadir-i Mutlak’ın Zâtını asla bilemeyiz. Çünkü, sonsuz azamet ve uluhiyet sahibi olduğundan ihata edemeyiz. Ancak, şu kâinat müzesinde ve insan kitabında tecellî eden, yansıyan, görünen binbir isim ve sıfatlarıyla bilgimiz, araştırmamız, incelememiz nispetinde tanırız. Ve bilgimiz derecesinde de azâmeti zihnimize yerleşir ve ona göre sever, sayar, ibâdet eder, emirlerini dinler, nehiylerinden sakınırız.
Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlar sahibidir. Bir âlemde, içinde bulunduğumuz bu âlemde, 18 bin, başka âlemde 100 bin ismi, trilyonlarca yıldız âlemleri ve kümelerinde trilyonlarca ve sonsuz ismi tecellî eder! Çünkü O, Ezelî ve Ebedî olan Rabbü’l-Âlemîn’dir. Esmâsı da öyle olması gerekir.
Her fiilin arkasında bir fail, her ilmin arkasında bir âlim, her terbiyenin arkasında bir mürebbî, her kitabın arkasında bir kâtip, her san'atın arkasında bir san'atçının bulunması aklın zarûriyatındandır. Meselâ, güzel, mânâlı, ilmî bir kitap veya mimarinin bütün incelikleriyle yapılmış bir ev, açıkça, yazmak ve yapmak fiillerini gösterir. Yazmak ve yapmak fiilleri; yazarlık ve dülgerlik san'at isimlerini; bu ünvanlar ise kitâbet ve dülgerlik sıfatlarını; bu san'at ve sıfatlar da bir zâtı gösterir. Zira, failsiz bir fiil, müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat ve san'atkârsız bir san'at mümkün değildir.1
İşte kâinat bütün bu fiiller, faaliyetler, güzellikler, nakışlar, san'atlar, sıfatlar, Esmâ-i Hüsnâ sahibi birisini göstermektedir. Kur’ân da bu hususta şöyle ferman eder:
“En güzel isimler (Esmâü’l-Hüsnâ) Allah’ındır. O halde Ona o güzel isimlerle duâ edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.”2
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 133.; 2- A’raf Sûresi: 180.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Erdemli - Mersin durağı |
|
Haritada küçük görünse de Türkiye büyük ülke. 193 devlet içinde çok görkemli bir devlet. Bu aziz toprak parçası, her geçen günde bambaşka ufuklar açan hizmetler ve nurlar diyarıdır. Her yerde ve her zaman söyledik, konuştuk, yazdık; gelecek günler daha güzel gelecek. Bu sözleri yazarken görerek yazıyorum, bir hamaset hitabesi değil, gördüğüm hakikatlerin tecellileridir. Bunun en güzel örnekleri, dâvet edildiğim beldelerde, konferans ve seminer verdiğim ve derunî sohbetlerde bulunduğum mekânlardaki gözlerinin içi parlayan ve kıvılcımlar saçan dürüst, yiğit ve kahraman insanlardır.
Onun için Erdemli-Mersin durağı diye makaleye ser levha yaptık. Kurbanı evde ailede geçireceğiz, bakalım önümüzde hangi diyarın hangi durağında ineceğiz. Çünkü ondan önce, Nevşehir’de 2 bin konutlu yeni oturum merkezinde kurban kesilerek bir hizmet mahallinin açılım duâsı ve sohbetine dâvetliydik. Konu “Nur-u Kur’ân derslerinin önemi.” Ardından Adana’da Zübeyir Gündüzalp hizmet sitesinde “Risâle-i Nur Külliyatını okumanın önemi ve fütuhatı” ve bir gün sonra Adanalı kardeşimiz Mustafa Nane’nin Rüya düğün salonundaki düğününde “Aile hayatı, merhamet-muhabbet, Hz. Peygamber (asm)” başlıklı düğün konuşması. Bir hafta sonra Akşehir Belediye Başkan ve Başkanlığının dâvetlisi olarak Akşehir Belediye Kültür Sitesinde “Bir değer olarak hoşgörü ve eğitim” başlıklı konferans verdik. Ardından Konya Selçuk Üniversitesi kız öğrencilerine Akademi Dershanesi’nde, erkek öğrencilere ise Yeni Asya Vakfı’nda “Bediüzzaman ve Dershaneler” başlıklı seminerler... Hz. Mevlânâ Haftası’nda Konya’da yerli ve yabancı sayısız kişilerle diyaloglar—Bunlardan bir tanesi; kendilerinin talebi üzerine “Dost TV” program yapımcısı Seyfeddin Bulut Beyin, Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Ünlükul Nursî’nin kabri başında ve Hz. Mevlânâ’nın dergâhında suâllerine muhatap olduk. (Dost TV’de 2 gün çıktı)
Bu geçtiğimiz haftada ise Yeni Asya gazetemizin kadim temsilcilerinden Sn. Mustafa Ongun, Erdemli Yeni Asya bürosunun açılışında bulunmamızı ve açılış konuşması yapmamızı ve Akdeniz’in Sesi radyosunda Ömer Tuncel Beyle “Basının dünü bugünü” konulu bir canlı yayında bulunmamızı istediler. Dâvete icabet ettik ve gerekenin hakkını vererek hizmeti ifa ettik inancındayım. Özellikle 3250 belediye ve 924 ilçesi bulunan aziz Türkiye’nin her beldesine Yeni Asya bürolarının açılması elzemdir. Açış konuşmamda da ifade ettim, müsbet yayınlara hava ve su gibi ihtiyacımız vardır. Bediüzzaman Hazretlerinin fikriyâtını yansıtan 37 yıllık şanlı maziye sahip Yeni Asya bizim için ve insanlık için çok mühimdir. Özellikle bu büronun açılışı için emeği geçenleri ve Adana’dan, Tarsus’tan ve Mersin’den iştirak eden aziz kardeşlerimi gönülden tebrik ediyorum.
Uzun hizmet yıllarım içinde can dostlarımın bulunduğu Mersin bizi bırakır mı? Hiçbir zaman bırakmadılar, yine bırakmadılar. Yeniden cevvalleşen Yeni Asya büromuzu ziyaretten sonra, kendi vakıf binalarının geniş salonunda, kendi arzuları muvacehesinde bir saati aşkın, hatıralarla, nüktelerle, şiirlerle ve ana konu “Risâle-i Nur eserlerinin önemi ve okunmasında maddî ve manevî inkişafın şahsî ve içtimâî bünyedeki tezahürleri” başlıklı bir fasıl geçtik, Akdeniz’in dalgaları gibi..
Bilvesile mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder, duâlarınızı intizar ederim. Herkese binler selâmlar, duâlar.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bizi vatan haini görenler (2) |
|
İşte Kurtul Altuğ'un 26 Aralık 2006 tarihli Gözcü gazetesindeki köşesinde sarf ettiği o tâlihsiz ifade: "Bize öğretilenler tümüyle doğruydu: Vahdettin vatan hainiydi. Şeyh Said de, Said–i Kürdî de, onun yolundan gidenler de öyle..."
Hemen başta belirtelim ki, Kurtul Altuğ, en yaygın haliyle ismi "Bediüzzaman Said Nursî" diye bilinen zatın ismini, özellikle ve kasdî bir niyetle "Said–i Kürdî" şeklinde zikrediyor.
Nitekim, bizzat Üstad Bediüzzaman'ın kendisi de "Yeni Said" hayatı devresinde bu tâbire itiraz etmiş ve bu tâbiri ısrarla kullanıların maksadını "Türk kardeşlerini kendisinden soğutmak", dahası "Adâletin mâhiyetini zulme çevirmek" şeklinde yorumlamıştır.
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın 1935'te çıkarıldığı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yapmış olduğu uzun müdafaasında yer alan bu hususla alâkalı ifadeleri: "Adâlet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tabirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda (sorgulama safhasında) ismim Said Nursî iken, her tekrarında 'Said Kürdî' ve 'Bu Kürd' diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hamiyet–i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adâletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir." (Tarihçe–i Hayat, s: 202)
Hakikat–i hal bu merkezde olmasına rağmen, özellikle İlhan Selçuk ve Kurtul Altuğ gibi, fikrî istikametlerini Said Nursî'ye düşmanlık üzerine bina eden, ısrarla ve tekrarla "Said–i Kürdî" tâbirini kullanıyorlar.
Peki, kim bu Kurtul Altuğ?
Dünkü yazımızda kendisinden kısaca söz ettiğimiz bu şahsı, şimdi biraz daha yakından tanıyalım.
Ecevit karşıtı, İnönü yanlısı
1935 İzmir doğumlu olan Kurtul Altuğ, Ankara’da hukuk tahsilini yaptığı dönemde, Son Posta gazetesinde de gazetecilik mesleğini icraya başladı.
1950'li yıllarda İsmet Paşanın damadı Metin Toker'le birlikte müfrit iktidar (DP) muhalifi AKİS dergisinde çalıştı. 1958’de ise, bu derginin yazıişleri müdürlüğüne getirildi. Bu sebeple, başı mahkemelerle derde girdi. Bir ara Ankara Cezaevinde yattı.
27 Mayıs darbesiyle birlikte, bütün dâvâlardan beraat ettirilerek, bu kez el üstünde tutulmaya başlandı.
Hatta öyle ki, yaklaşık bir sene devam eden Yassıada duruşmalarında "bir numaralı tanık" diye şöhret bile yaptı. (Daha sonraları, bu şöhret payesini tepe tepe kullandı ve kapak kupürünü gördüğünüz aynı isimli popüler bir kitabın yazarı oldu)
Altuğ, ihtilâl sonrasında Hürriyet gazetesinin Ankara bürosunda çalışmaya başladı. Nihat Erim hükûmeti, yani "ara rejim" döneminde ise, bir süre basın başdanışmanlığı yaptı. Ardından 7 GÜN dergisini çıkardı. 1997’den itibaren TRT’de yayınlanan "Politikanın Nabzı" programında siyasetçileri konuk etti. Bir müddet Tercüman gazetesinde de köşe yazarlığı yapan Altuğ, bu mesleğini halen Gözcü gazetesinde devam ettiriyor.
Doğan Medya Grubuna bağlı olan Gözcü gazetesi ise, Hürriyet Medya Towers'ın 12. katında yayına hazırlanıyor.
Bir kaç kitap çalışması bulunan Kurtul Altuğ, sol ve CHP cenahında daha ziyade "İnönü yanlısı" olarak biliniyor. Nitekim, onun 1979'da Kervan Yayınları arasında çıkan "Umudun Tükenişi" isimli kitabında bu hususu bütün açıklığıyla görmek mümkün.
Zaten kendisi de, bu kitabı "Biraz da İnönü'ye yapılan haksızlıkların hesabını sormak" için yazdığını söylüyor.
İhanet iddiası
Daha evvelki yazılarında olduğu gibi, bugünkü bahis konusu yazısında da Said Nursî'ye adeta kin kusan Altuğ, hızını alamayarak bir adım daha ileri gitmiş ve "Said Nursî'nin yolundan gidenler"i de bilkülliye "vatan haini" diye ilân etmiş.
Bu ise, dehşet verici, tüyler ürpertici bir itham, bir isnat ve iddiadır.
Zira, bugün o yolu iftiharla takip etmeye çalışan yüz binlerce, hatta milyonlarca insan var.
İddia sahibi, iddiasını delillendirmek, ispat etmek mecburiyetindedir. Aksi halde, o iddianın hedefi olup, o isnadın altında kalır.
Yani, hedefini bulmayan bir fenâlık, haliyle döner sahibi bulur.
Said Nursî'nin anlattığı Peygamber ve Asr–ı Saadet yolundan gitmeyi en büyük bir şeref addeden kimseler olarak, buradan bir kez daha seslenerek aşağıdaki hususları soruyoruz:
Sayın Altuğ ve onun gibi ihanet iddiasında bulunanlar!
1) Elinizde, Said Nursî ve onun talebelerinin vatan haini olduğuna dair bir delil, bir belge var mı?
2) Yüzlerce dâvânın görüldüğü mahkemelerin zabıtlarında bu mânâda bir kayıt var mı?
3) Bu vatanda vatan hainlerini tesbit edecek ve onlara ceza verdirecek savcılar, hakimler yok mu? Var. Peki, onların sizi haklı çıkartacak bir iddiası var mı? Bu anlamda herhangi bir cezalandırmada bulunmuşlar mıdır?
4) Said Nursî'nin eserlerini okuyup onun yolundan gitmeyi en büyük bir şeref addeden biri olarak, benim veya benim gibilerin vatana ne gibi bir ihanetleri olmuş?
5) Bizler askerlik mi yapmadık? Savaş oldu da cepheye mi gitmedik? Vergimizi mi vermedik? Devletin malına mı zarar ziyan verdik? Devletin askerine, polisine, memuruna kurşun mu sıktık?
İşte, buna benzer daha bir yığın soru var, burada sıralanabilecek.
Ama, akıl, insaf, vicdan sahipleri için herhalde bu kadarı kâfi.
Netice olarak şunu söyleriz: Efendiler! Ya bu tür ağır ithamlarda bulunmaktan vazgeçin, ya da hodri meydan çıkın iddianızı ispat edin; veyahut hiç olmazsa susun. Aksi halde, "yalan uydurmak ve iftira atmak"la itham edilmekten kurtulamazsınız.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|