Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin önemli bir tesbiti vardır: “Yanlışlık, tatbîk-i nazariyât ve mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.” Ülkemizde bu yanlış uygulama, son seksen küsür sene içinde hâlâ yapılmaya devam ediliyor.
Hıristiyanlar, mensubu oldukları dinin icaplarına sıkı sıkıya bağlı oldukları dönemde Orta Çağ karanlığında bocalayıp durdular. Çünkü, İncil tahrif edilmiş ve birden fazla İncil ortalıkta dolaşır olmuştu. Kilise hâkimiyeti ilim adamlarına dünyayı dar etmiş, çoklarını da engizisyon mahkemelerinde idam etmişti. Ne zaman ki ellerini dinlerinden gevşettiler ve kilise hâkimiyetinden kurtuldular, dinde reform, Rönesans, aydınlanma ve sanayi devrimi ile birlikte ilerlediler ve bu günkü medenî seviyeye geldiler. Ancak, Avrupa medeniyetinin seyyiât ve günahları iyiliklerine galebe çaldı ve ahlâksızlık bataklığına saplandılar.
İslâmiyetle Hıristiyanlık arasındaki derin farkları dikkate almayan Tanzimatçılar, hususan Cumhuriyet sonrası aydınlar ve ülkeyi yönetenler, bizim geri kalış sebebimiz olarak da İslâm dinini gösterdiler. Halbu ki, İslâmın getirdiği bütün prensipler âhiret hayatını kurtarırken, dünya hayatının saâdetini, maddî ve mânevî ilerlemenin de gereklerini temin ediyordu. İslâm tarihi buna şahitti. Müslümanlar ne zaman dinlerine bağlanmışsa ilerlemişler, gevşedikleri zaman da gerilemişlerdi.
Muâsır milletler seviyesine çıkmak için, devlet gücüyle din ve dindarların üzerine gidildiği ve batılı bir toplum oluşturmak uğruna nazarların âhiret unutturularak dünyaya döndürülmek istendiği dehşetli bir zamanda, Bediüzzaman mânevî cihad meydanına atıldı. İslâmiyetin sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispatlayan Nur Risâlelerini kaleme aldı. Zor şartlar altında telif edilen bu Kur’ân tefsirleri, milletin önemli bir bölümünü etkisi altına aldı. Nice insanların imanları kurtuldu. Dinsizlik cereyanlarının beli kırıldı. İmandan yoksun olanlar açıktan inkârını söyleyemez hâle geldiler. İslâm’dan olan rahatsızlıklarını irtica ile maskelemek zorunda kaldılar. İman gâlip, inkâr mağlup durumuna düştü.
Ancak, iman ve inkâr mücadelesi kıyamete kadar sürecekti. Bu sefer açıktan din düşmanlığı yapmak yerine, plan değiştirip yeni taktikler ortaya çıktı. Dünyanın câzip şeylerini öne sürüp, nefsânî ve şehevânî duygulara hitap eden şeylerle ve sefâhet ve haram keyif eğlencelerle günahlara bulanan insanları dolaylı yoldan dinden uzaklaştırmayı denemeye devam ediyorlar. Bunda başarılı oldukları da maâlesef görülüyor. Çünkü, “Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nûr-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor” tesbiti çok önemli bir gerçekti. Sefâhet ehlini o bataktan kurtarmanın bir tek çâresi vardı. O da, haram lezzetlerin içindeki elim elemleri gösterip hissini mağlûp etmekti. O keyiflerin zehirli bir baldan farksız olduğunu ispatlamaktı. Sadece, Cehennem azabı ile korkutmanın yeterli olmadığını bilmekti. İşte, Nur Risâleleri bu mesleği takip etmiş ve nice insanların sefahatten kurtulmasına ve günahtan kaçarak amel-i salih sahibi olmasına vesile olmuştu.
Fakat, şer kuvvetler durmuyor, karanlık mihraklar menfur emellerini gerçekleştirmek için her yolu denemekten geri kalmıyordu. Bu sefer, dindar cemaatleri dünyaya alıştırmak ve dünyevîleştirmek için plânlar kuruldu. Çeşitli kılıflara uydurarak verilen hesabı bilinmeyen paralarla dindar kitleler holdingleştirildi. Âhiretin elmas gibi değerli bâkî lezzetleri bilindiği halde, dünyanın kırılacak cam parçası gibi değersiz fâni lezzetleri ona tercih edildi. Böylece, “Onlar, dünya hayatını, severek âhiret hayatına tercih ederler” âyetinin hakikati gözler önüne serildi. Dünya hayatı dindarlara tatlı geldi. Yaşadıkları dindarlığın içi boşaldı ve ruhsuzlaştı. Para bolluğu, sosyete Müslümanlığı diye bir terimin doğmasına sebep oldu. Takvâ unutuldu, hatta fetvânın da dışına taşan haller görülmeye başlandı. İnandığı gibi yaşamayan dindarlar, yaşadıkları gibi inanmaya ve yaşantı tarzlarını savunmaya başladılar. Ölüme sebebiyet vermeyen basit dünyevî zararlar yüzünden ruhsatlar devreye girdi. Halbuki, dinin verdiği ruhsatlar orada geçmezdi. Bazı dindar kitleler kimlik kaybına uğrayıp tanınmaz hale geldi.
Toplumun bir parçası olduğumuz için aynı oyunlar elbette Nur Talebelerine de yansıyabilir. Çok dikkat edilmesi gereken bir zamanda yaşıyoruz. İçe dönük özel misyonumuzu tesbit eden Üstadın şu sözlerini âdeta ezber edip yaşamamız gerekiyor: “Risâle-i Nur gerçi umuma teşmil sûretiyle değil; fakat herhalde hakikat-ı İslâmiye’nin içinde cereyan edip gelen esas velâyet ve esas takvâ ve esas azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle ve hâdisâtın fetvâlarıyla onlar terk edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 48)
Esas velâyet ve velâyet-i kübra, doğrudan doğruya imana hizmettir. İman hizmeti ise esas takvâ ve esas azimet denilen bütün günahlara karşı aşırı hassasiyetle, düzenli her gün Risâle okumak, Kur’ân ve Cevşen okumalarını sürdürmekle olur. Uydu anteniyle uygunsuz filmler seyreden, günahlara karşı hassasiyetini kaybeden ve dünyevîleşen insanlarla bir yere varılamaz. Rûh-u aslîden uzaklaşıp yozlaşanlarla iman hizmeti yapılamaz. Dışarıdan şatafatlı görünen, ama içerisi boşalan bir yapı, dünya ve âhirette kimseye bir fayda vermez.
Kırıkkale ve Ankara’da umumî sohbet ortamında paylaştığımız bu Nur sohbeti, hepimiz için faydalı ve dikkatli olmamıza vesile olmuştu.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|