|
|
Davut ŞAHİN |
Etikçi mi, tetikçi mi? |
|
Mecliste bütçe görüşmeleri sonrası CHP lideri Deniz Baykal ile Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın atışmaları tansiyonu hayli yükseltti. (TRT 3)
Baykal yaptığı gafı “Sözlerim yanlış anlaşıldı” diyerek telafi etmeye çalıştıysa da söz bir kere ağızdan çıktı.
Baykal’ı izlerken aynı ses tonuyla Menemen mitinginde konuşan Tuncay Özkan’ı hatırladım.
Öyle ki törene katılanlar “Çankaya yolu şeriata kapalı,” “Çankaya laiktir, laik kalacak” sloganları atıyor, Özkan’ı gaza getiriyordu.
Özkan bu, gazeteciliğin vermiş olduğu atraksiyonla bir de “erken seçim” istemesin mi? Hatta bir politikacı edasıyla rakamlar vererek, mevcut iktidarı eleştirdi:
“128 milyar dolar dış borcumuz var. Hükümet katiller demokrasisi, hırsızlar düzenini kurdu” diye...
Dahası:
“Bir elimizde Kur’ân, bir elimizde Nutuk, aklımızda bilim, yüreğimizde inanç var. Onlardan önce Allah’ımızı geri alacağız. Onlar ‘Allah’ım ihale ver, dolar verme, taşıması kolay olsun, euro ver’ diye dua ediyor” diyor.
Alkış ve kıyamet.
Hani biz, “Cumhurbaşkanı madem Kanaltürk’ün resepsiyonunda 4 saat kaldı. O halde, TRT Genel Müdürlüğü için Özkan’ı seçsin” diyorduk ya...
Galiba, Tuncay Özkan’ın TRT Genel Müdürlüğü gibi küçük işlerde gözü yok.
Onun derdi büyük... Ya parti kuracak veya Çankaya’ya çıkacak! Şaka gibi... Aklından ne geçiyor, bilemeyiz... Ama bir insan bu kadar patırtıyı boşa çıkarmaz. Beklentileri büyük olmalı!
Sahi, Tuncay Özkan neden meydanlarda bangır bangır bağırıyor.
O bir siyasetçi mi?
Hayır.
Show-man mi?
Hayır.
Hatip mi?
Hiç değil!
O bir:
Gazeteci!
Peki “gazeteci Tuncay Özkan” neden meydanlarda bağırıyor?
Sahibi olduğu Kanaltürk’ü CHP’nin emrine vermekten zevk alan biri, CHP’lilerin de bulunduğu bir ortamda iktidara yükleniyor.
Peki, Tuncay Öz kan kimdir?
Kendi tabiriyle “kışkırtıcı” biri mi?
Onu ilk kez Uğur Dündar’ın programlarında haber hazırlarken gördük.
Kuşkusuz evveli de var: Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu... Hürgün ve Cumhuriyet gazetelerinde kalem oynattı.
Kanal D Haber müdürlüğünden sonra Doğan Medya Grubu ve ardından Çukurova Medya Grup Başkanlığına yükseliverdi.
Şimdi de Kanaltürk televizyonun sahibi.
Peki, bir haberci nasıl olur da birden bire yükselir? (Yoksa yükseltilir mi demeliydik?)
Kanaltürk gibi bir televizyon sahibi olmak kolay bir iş mi?
Kendisinin ticaretle uğraşmadığı ortada. Acaba Doğan Grubu’ndan Çukurova Grubu’na geçerken aldığı 5 milyon dolar transfer parasıyla mı bu kanalı kurdu? Bir televizyon kanalı kurmak için pek tatmin edici bir rakam değil.
Yoksa yine kendi ifadesiyle, “Bu kanalı parasız pulsuz kurduk. Sadece Oyak Bank’tan özel şartlarla 7.5 milyon dolar kredi aldık”la mı izah edebilir? (Şamil Tayyar)
Hepsi bir yana, Özkan bir an evvel ne olmak istediğine karar vermeli.
Siyasete soyunuyorsa, hodri meydan.
Yok eğer “gazeteciye” zaten bir televizyonu var, işini orada yapsın.
Ya “etikçi” olsun yahut “tetikçi” olsun.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Manevî tahribat |
|
Son YAŞ toplantısında ordudan ihraç edilenlerin çoğunu “esrar içenler”in oluşturduğunu yazmıştık. Aradan fazla zaman geçmedi, bu defa İstanbul’da bazı tanınmış ve zengin ailelerin çocuklarına yönelik bir uyuşturucu operasyonu yapıldığı açıklandı.
Çok ibretli ve düşündürücü gelişmeler.
Öte yandan, devletin sahipsiz çocuklar için koruyucu ve destekleyici tedbirleri içeren yönetmelikleri peş peşe Resmî Gazete’de yayınlanırken, yine devletin kontrolündeki yatılı ilköğretim okullarıyla yetiştirme yurtlarından dehşet verici tecavüz haberleri geliyor.
Hatırlayanlar olacaktır: 28 Şubat’ta “irticaya karşı alınacak en önemli tedbirlerden biri,” barınma yeri arayan gençleri “tarikat yurtları”ndan devlet yurtlarına çekmek olarak ifade ediliyordu. “Laikliği koruma”yı misyon edinmiş bazı “çağdaş” dernek ve vakıflar da çalışmalarını yurtlarda yoğunlaştırmışlardı.
Ama devlet, dilinden düşürmediği o konuda da sınıfta kaldı. Gençleri ağırlayacak yeterlilikte yurtları hizmete sunmayı başaramadı.
Son tecavüz olayları ise, 28 Şubat’ın tetiklediği diğer birçok olumsuzluk gibi bu vahim gelişmenin de, üstelik devletin sorumluluk alanındaki yurtlarda, hem de ilkokul sıralarına kadar indiğini gösteren son derece dehşet verici örnekler.
Yakın zamanlara kadar hiç görmediğimiz ve işitmediğimiz, liselerde bıçaklarla birbirine giren kız çeteleri; başını alıp giden kapkaç, gasp, hırsızlık olayları; sigara, uyuşturucu ve alkol felâketinin ilkokullara inmesi hakeza...
Çocukları ve gençleri hedef alan tuzakların hiç umulmadık ve beklenmedik yerlerden açılan menfezlerle dünyalarımıza sızarak bizi canevimizden vurabildikleri son derece tehlikeli bir ortam ve zamanda yaşamaktayız.
TV ve bilgisayar ekranları, internet ortamı, sokak, okul, çevre adım başı tuzaklarla dolu.
Peki, bu vahim ve ürkütücü tablo karşısında ne yapmamız gerekiyor? Tabiî ki, öncelikle evlerimizi sıkı bir şekilde tahkim etmemiz ve çocuklarımızla sıcak, samimî, sıkı bir irtibat ve diyaloga girerek, onları, özellikle bu tehlikelerden koruyacak bir manevî zırhla teçhiz etme gayretlerini yoğunlaştırmamız.
Vahameti nihayet fark etmiş görünen devlet, yayınladığı yönetmeliklerle çocuklara sahip çıkılmasını istiyor. İstanbul Valisi ailelere “Çocuklarınıza kontör yerine millî manevî değerleri yükleyin” tavsiyesinde bulunuyor.
Ama aynı devlet, öncelikle gençleri tehdit eden manevî dejenerasyonun en tesirli ilacı ve reçetesi olan din eğitimi üzerindeki 28 Şubat tahribatını tamire ve gönüllü din hizmetlerine yönelik engellemeleri kaldırmaya da hâlâ bir türlü yanaşmıyor. Aksine, irtica iddialarını gündemde tutmak suretiyle, toplumun geleceğini dinamitlemeyi sürdürüyor.
Ve esas itibarıyla manevî yozlaşmadan kaynaklanan sonuçları, yalnızca maddî tedbirlerle ortadan kaldırabileceğini düşünüyor.
Ama maddî tedbirleri dahi beceremiyor.
Oysa asıl yapılması gereken, Bediüzzaman’ın ısrarla vurguladığı gibi, manevî tahribata karşı manevî tamirat seferberliği açmak.
Başka bir çıkış yolu var mı?
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Dünyevîleşme hastalığı |
|
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin önemli bir tesbiti vardır: “Yanlışlık, tatbîk-i nazariyât ve mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.” Ülkemizde bu yanlış uygulama, son seksen küsür sene içinde hâlâ yapılmaya devam ediliyor.
Hıristiyanlar, mensubu oldukları dinin icaplarına sıkı sıkıya bağlı oldukları dönemde Orta Çağ karanlığında bocalayıp durdular. Çünkü, İncil tahrif edilmiş ve birden fazla İncil ortalıkta dolaşır olmuştu. Kilise hâkimiyeti ilim adamlarına dünyayı dar etmiş, çoklarını da engizisyon mahkemelerinde idam etmişti. Ne zaman ki ellerini dinlerinden gevşettiler ve kilise hâkimiyetinden kurtuldular, dinde reform, Rönesans, aydınlanma ve sanayi devrimi ile birlikte ilerlediler ve bu günkü medenî seviyeye geldiler. Ancak, Avrupa medeniyetinin seyyiât ve günahları iyiliklerine galebe çaldı ve ahlâksızlık bataklığına saplandılar.
İslâmiyetle Hıristiyanlık arasındaki derin farkları dikkate almayan Tanzimatçılar, hususan Cumhuriyet sonrası aydınlar ve ülkeyi yönetenler, bizim geri kalış sebebimiz olarak da İslâm dinini gösterdiler. Halbu ki, İslâmın getirdiği bütün prensipler âhiret hayatını kurtarırken, dünya hayatının saâdetini, maddî ve mânevî ilerlemenin de gereklerini temin ediyordu. İslâm tarihi buna şahitti. Müslümanlar ne zaman dinlerine bağlanmışsa ilerlemişler, gevşedikleri zaman da gerilemişlerdi.
Muâsır milletler seviyesine çıkmak için, devlet gücüyle din ve dindarların üzerine gidildiği ve batılı bir toplum oluşturmak uğruna nazarların âhiret unutturularak dünyaya döndürülmek istendiği dehşetli bir zamanda, Bediüzzaman mânevî cihad meydanına atıldı. İslâmiyetin sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispatlayan Nur Risâlelerini kaleme aldı. Zor şartlar altında telif edilen bu Kur’ân tefsirleri, milletin önemli bir bölümünü etkisi altına aldı. Nice insanların imanları kurtuldu. Dinsizlik cereyanlarının beli kırıldı. İmandan yoksun olanlar açıktan inkârını söyleyemez hâle geldiler. İslâm’dan olan rahatsızlıklarını irtica ile maskelemek zorunda kaldılar. İman gâlip, inkâr mağlup durumuna düştü.
Ancak, iman ve inkâr mücadelesi kıyamete kadar sürecekti. Bu sefer açıktan din düşmanlığı yapmak yerine, plan değiştirip yeni taktikler ortaya çıktı. Dünyanın câzip şeylerini öne sürüp, nefsânî ve şehevânî duygulara hitap eden şeylerle ve sefâhet ve haram keyif eğlencelerle günahlara bulanan insanları dolaylı yoldan dinden uzaklaştırmayı denemeye devam ediyorlar. Bunda başarılı oldukları da maâlesef görülüyor. Çünkü, “Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nûr-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor” tesbiti çok önemli bir gerçekti. Sefâhet ehlini o bataktan kurtarmanın bir tek çâresi vardı. O da, haram lezzetlerin içindeki elim elemleri gösterip hissini mağlûp etmekti. O keyiflerin zehirli bir baldan farksız olduğunu ispatlamaktı. Sadece, Cehennem azabı ile korkutmanın yeterli olmadığını bilmekti. İşte, Nur Risâleleri bu mesleği takip etmiş ve nice insanların sefahatten kurtulmasına ve günahtan kaçarak amel-i salih sahibi olmasına vesile olmuştu.
Fakat, şer kuvvetler durmuyor, karanlık mihraklar menfur emellerini gerçekleştirmek için her yolu denemekten geri kalmıyordu. Bu sefer, dindar cemaatleri dünyaya alıştırmak ve dünyevîleştirmek için plânlar kuruldu. Çeşitli kılıflara uydurarak verilen hesabı bilinmeyen paralarla dindar kitleler holdingleştirildi. Âhiretin elmas gibi değerli bâkî lezzetleri bilindiği halde, dünyanın kırılacak cam parçası gibi değersiz fâni lezzetleri ona tercih edildi. Böylece, “Onlar, dünya hayatını, severek âhiret hayatına tercih ederler” âyetinin hakikati gözler önüne serildi. Dünya hayatı dindarlara tatlı geldi. Yaşadıkları dindarlığın içi boşaldı ve ruhsuzlaştı. Para bolluğu, sosyete Müslümanlığı diye bir terimin doğmasına sebep oldu. Takvâ unutuldu, hatta fetvânın da dışına taşan haller görülmeye başlandı. İnandığı gibi yaşamayan dindarlar, yaşadıkları gibi inanmaya ve yaşantı tarzlarını savunmaya başladılar. Ölüme sebebiyet vermeyen basit dünyevî zararlar yüzünden ruhsatlar devreye girdi. Halbuki, dinin verdiği ruhsatlar orada geçmezdi. Bazı dindar kitleler kimlik kaybına uğrayıp tanınmaz hale geldi.
Toplumun bir parçası olduğumuz için aynı oyunlar elbette Nur Talebelerine de yansıyabilir. Çok dikkat edilmesi gereken bir zamanda yaşıyoruz. İçe dönük özel misyonumuzu tesbit eden Üstadın şu sözlerini âdeta ezber edip yaşamamız gerekiyor: “Risâle-i Nur gerçi umuma teşmil sûretiyle değil; fakat herhalde hakikat-ı İslâmiye’nin içinde cereyan edip gelen esas velâyet ve esas takvâ ve esas azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle ve hâdisâtın fetvâlarıyla onlar terk edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 48)
Esas velâyet ve velâyet-i kübra, doğrudan doğruya imana hizmettir. İman hizmeti ise esas takvâ ve esas azimet denilen bütün günahlara karşı aşırı hassasiyetle, düzenli her gün Risâle okumak, Kur’ân ve Cevşen okumalarını sürdürmekle olur. Uydu anteniyle uygunsuz filmler seyreden, günahlara karşı hassasiyetini kaybeden ve dünyevîleşen insanlarla bir yere varılamaz. Rûh-u aslîden uzaklaşıp yozlaşanlarla iman hizmeti yapılamaz. Dışarıdan şatafatlı görünen, ama içerisi boşalan bir yapı, dünya ve âhirette kimseye bir fayda vermez.
Kırıkkale ve Ankara’da umumî sohbet ortamında paylaştığımız bu Nur sohbeti, hepimiz için faydalı ve dikkatli olmamıza vesile olmuştu.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Gerilim mi, sağduyu mu? |
|
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesindeki son hesaplaşmaydı.
Bu yüzden bütçenin tümü üzerindeki görüşmelerin ayrı bir önemi vardı.
Ancak Maliye Bakanlığı bütçesi üzerindeki görüşmeler Pazar günü saat 11’de başlayıp Pazartesi günü sabah 11 olmasına rağmen henüz tamamlanamayınca, bütçenin tümü üzerindeki görüşmelerin ertelenmesi ihtimali doğdu. Saat 12 oldu görüşmeler bitmedi, 13 oldu bitmedi. Hatta öğleden sonra tartışmalar azalma yerine biraz daha arttı.
Milletvekillerinin çoğu geceyi sıra kapaklarının üzerindeki ya da kuliste koltuklara uzanarak geçirmişti. Eve gidip iki madde arasında duş alıp gelenler gözleri kızarmış, yorgunluktan turşuları çıkmış, sinirleri gerilmiş bir haldeydi. Hükümet görüşmelere bakan dayandırmakta bile zorlanmıştı.
Liderler düellosuna sahne olacak bütçenin tümü üzerindeki görüşmelere Pazartesi günü saat 11’de geçilmesi planlanıyordu. Heyhat. Daha bir gün önceki bütçe tam 30 saatlik bir gerilimin ardından Pazartesi günü ancak saat 16.00’de tamamlanabildi.
Bu arada kuliste herkes görüşmelerin ertelenip ertelenmeyeceğini soruyordu.
Başbakanla görüşüldü, CHP ve AKP Grup başkanvekilleri bir araya geldi. Takvimin değiştirilmemesi kararlaştırıldı.
Görüşmeler saat 19.00’da başlayacaktı. Bir önceki oturumu kapatırken, Sadık Yakut, kaçta kapatıp kaçta açılacağını dahi karıştırdı. Kolay değildi saatlerce süren gerilimli oturumları yönetmişti.
Bütçenin tümü üzerindeki görüşmelere geçilmesi kararı verildiğinde ise Meclise Başbakanın yakın çalışma ekibi geldi. Baykal’ın saat kaçta kürsüye çıkacağını merak ediyorlardı. Bir de Erkan Mumcu’ya sıranın ne zaman geleceğini. Mumcu konuşurken Erdoğan orayı terk edecek, Baykal’ı ise özellikle dinleyecekti.
İşte böylesine yorgun ve gergin bir ortamda başladı bütçe görüşmeleri.
Baykal kürsüye çıktı Erdoğan genel kurul salonunda yerini aldı. CHP lideri konuştu, başbakan not aldı. Her şey tabiî seyrinde akıp gidiyordu.
Ta ki dikenli o konuya gelininceye kadar.
Baykal Cumhurbaşkanlığı seçimine gelince, başta Erdoğan olmak üzere AKP grubu dikkatle dinlemeye başladı.
Baykal, Erdoğan’a ait sözleri ve ona ithaf edilen tavırları tırnak içine alıp, böyle bir cumhurbaşkanı istemiyoruz dedi. Ama onunla yetinmedi. Her şey iktidar-muhalefet çekişmesinin normal seyrinde gidiyordu. Ta ki Baykal başörtüsü konusunda o talihsiz sözleri sarf edene kadar.
“Değerli arkadaşlarım, bakınız, baş örtüsü sadece saçları örten bir örtüdür, baş örtüsü eşlerin ayıplarını örtmeye yetmez.”
Gerçekten de bu sözler Baykal’a yakışmadı.
İşte o andan itibaren adeta zemberek boşaldı, saatlerin verdiği gerginlik, yıpranmış sinirler ve üstüne üstlük bir de böyle bir söz söylenince, genel kurul salonu karıştı.
CHP milletvekilleri Baykal’ın bulunduğu kürsünün etrafını sardılar, AKP’liler yerlerinden fırladılar.
Hakaretler, küfürleşmeler, itiş kakışlar birbirini izledi. Mecliste birçok gerilimler yaşandı, ama bu dönem de ilk kez böylesine yüksek gerilimli bir ortamla karşı karşıyaydık.
Geçen dönem MHP’lilerle DYP’liler birbirine girmiş, Şanlıurfa Milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu çıkan arbedede MHP milletvekillerinin yumruklarıyla hayatını kaybetmişti.
Bu kez de üzücü bir olayın yaşanmasına ramak kalmıştı.
Ancak Başbakan Erdoğan’ın, “Oturun” uyarısı, Abdullah Gül’ün ayağa kalkarak yaptığı sözlü uyarılar, Hüseyin Çelik ile Beşir Atalay’ın çabaları, CHP’den Mehmet Sevigen ve Ali Topuz’un gayretleri ile tatsızlık daha başka noktalara taşmadan önlendi.
Ali Topuz, Başbakana giderek, “Eşinizi kast etmedi” dedi. Bu etkili oldu.
Sonra tekrar söz verildiğinde Baykal kastının Emine Hanım olmadığını, siyasî mücadeleye eşlerin karıştırılmasını ahlâkî bulmadığını söyledi.
Söz ustası Baykal böyle bir hata yapmamalıydı.
Siyasette her sözün karşılığı var. Siyasetçiler birbirlerine lâf yetiştirmekte ustalar. Ama eşler, çocuklar, aile mahremiyeti oralara taşınmamalı.
Belki Baykal’ın da niyeti o değildi, ama ifade tarzı hoş değildi.
Zaten bir süre sonra söz sırası Başbakana geldi.
“Biraz önce, bu kutlu çatının altında, bu şerefli çatının altında, cumhuriyet tarihinin en seviyesiz provokatif olayına şahit olduk” dedi Başbakan.
“Ben merak ediyorum, acaba, şu son zamanlarda grubunuza dâvet ettiğiniz başörtülü benim sevgili vatandaşlarımı x-ray cihazından geçirmek suretiyle mi içeriye alıyorsunuz?” diye sordu Sonra sözünü söyledi: “Teessüf ederim size. Teessüf ederim. Bakın, bu ülkede başı açığıyla, başı örtülüsüyle bütün halkım benim vatandaşımdır, hepsine saygım var, ama sizde bu yok.”
İşte iş sadece kürsü savaşında kalınca, herkes kendi dağarcığındakini ortaya koyabiliyor. Meclisteki tartışmalar sırasında iyi ki sağduyu ve basiret hakim oldu. Yoksa bugün farklı şeyleri konuşuyor olabilirdik…
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Stadlarda niçin mescid yok? |
|
Zaman zaman hatırlatıyoruz: Türkiye’de bazı kesimlerin sergilediği ‘mescid’ rahatsızlığı; dünyanın başka hiç bir yerinde yoktur! Bir yerden mescid açılması sözkonusu olunca, bu kesimler hemen karşı çıkar ve böyle bir talebin ‘laikliğe’ aykırı olacağını söylerler.
Tabiî, Fransa ve Rusya’dan daha katı laiklik uygulmasına göre böyle bir talep ‘aykırı’ görülebilir. Ancak bu yaklaşım, Türkiye ve dünya gerçeklerine uyar mı? Türkiye’de yaşayan milyonların bu yöndeki haklı talepleri, ‘laikliğe aykırı’ denilerek gözardı edilebilir mi?
İslâma göre yeryüzü bir mesciddir, her yerde namaz kılınabilir. Ancak bu demek değildir ki, müstakil ‘mescid’ler açılmasın! Mescid açılmasına karşı çıkanların sığındığı bir ‘bahane’ de budur. “Mescid olmasa da namaz kılınabilir. O halde niçin mescid açılsın?” derler. Derler, ama verilen cevaplara da kulaklarını kapatırlar...
Eskiden var olan pek çok mescid, çeşitli ‘süreç’ler sonrasında kapatıldı. Mescidleri kapatmak kolay, ama yeniden açmak o kadar kolay olmuyor. Bugün itibarıyla, meselâ her hangi bir okulda mescid açılmasını istemek, ‘yasak’çılara göre ‘suç’tur. Kanunen ‘suç’ değil, ama aleyhte yapılan propagandalar böyle taleplerin sanki ‘suç’muş gibi algılanmasına sebep oluyor. Yakın zaman önce, trenlerde bir ‘mescid yeri’ ayrılmasını isteyen ilim adamına karşı atılan ‘manşet’leri hatırlayalım. Ellerinden gelse, bu ve benzeri şekilde haklı talepleri dile getiren öğretim üyelerini üniversitelerden ihraç etmeye bile çalışırlar!
‘Yasak’çılar istemiyor diye, millet ‘mescid’ taleplerini dile getirmesin mi? Hayır, tam aksine her imkân ve fırsatta bu haklı talepler dile getirilmelidir ve getiriliyor da. Bir internet sitesinin ‘serbest kürsü’süne yazan vatandaş “Stadlarımızda niye mescid yok?” diye sorup şöyle diyor diyor: “Ben bir Fenerbahçe taraftarıyım ve Kadıköy’e veya farklı bir stada gitmeye kalktığımda hep maç saati aklıma takılıyor. Lig maçları genelde namaz vakitleri arasında kalıyor. Bu yüzden çoğu maça gidemiyorum. Stadlarımıza niye mescid koymuyorlar? Sayın yöneticiler, lütfen stadlarımıza mescid yapın.” (haber7.com, 13 Aralık 2006)
Evet, ‘serbest kürsü’ye yazan bu vatandaş Türkiye’de yaşanan bir problemi dile getirmiş. Tabiî mescid olmayan tek stad Kadıköy’deki Fenerbahçe Stadyumu değil. Başka pek çok stadda da (belki de tümünde) mescid yok. Peki, maça giden futbolseverler, maç saatiyle çakışan namazlarını nasıl eda edecekler? ‘Yasak’çılar hemen; ‘kazaya bıraksın’ şeklinde fetva verebilirler. Ama bu doğru bir fetva değildir. “Namazı düşünen maça gitmesin” demek de doğru değil. Maça gitmemelerini arzu ederiz, ama gidiyorlarsa ve mescid talepleri de varsa bu talep mutlaka dikkate alınmalıdır. Evet, aynı soruyu bir defa daha soralım: Stadlarda niçin mescid yok?
Başka bir haber sitesinde yer alan habere göre ise, Balıkesir’e bağlı Dursunbey Meslek Yüksekokulunda mescid açılmış. (http://www.turkhaberler.net/haber/1969.htm) Bu bilgi doğru ise, mescid açılmasına vesile olan yöneticileri tebrik ediyoruz, hayırlı bir iş yapmışlar.
Ama ilgili haber sitesi, mescid açılmasından rahatsız olmuş ve “Yaşasın, bizim de mescidimiz varr” diyerek kendince mescid açılmasını bir yerlere gammazlamış. Haber sitesine göre, Dursunbeyliler ‘olaya’ tepki gösteriyormuş...
“Hayırlı işlerin muzır manileri olur” kaidesince, bir okulda mescid açılmasından rahatsız olanlar olabilir. Ancak bunların, Balıkesir’i Dursunbey’i temsil ettiğine kimse inanmaz. Mescid açılmasına karşı çıkanlar ‘azınlığın da azınlığı’ olabilir.
Eğer bu haber doğru ise, mescid açanları ve açılmasına vesile olanları tebrik ediyor ve bütün okullara örnek olmasını temenni ediyoruz. Evet, niçin her okulda ve stadda mescid olmasın?
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bir “Türkmenbaşı” vardı |
|
Türkmenistan Cumhurbaşkanı Türkmenbaşı, renkli ve aykırı kişiliği ile tanınıyordu. Tam 21 yıl boyunca Türkmenistan’ı yöneten Saparmurat Niyazov, 12 metrelik altın heykelini bile yaptırmıştı. Güneşle birlikte dönen ve parlayan bir özellik vermişti heykeline.
Doğalgaz sayesinde millî gelirini 8 dolardan 8 bin dolara çıkarmıştı. Bağımsızlaşmayla birlikte bu kaynakları, tamamen kendi inisiyatifine aldı, tercihleri, zevkleri ve önceliklerine göre ülkeye kendi şablonunu, kostümünü giydirdi.
Öyle ki, Ocak ayına kendi ismini, Nisan ayına ise annesininkini vermişti. Çok sert kararlar alır ve uygulardı. Bir çok icraatı akıldışı denecek düzeyde kendine hastı ve dikkat çekici tepkileri beraberinde getirirdi.
Uluslar arası algılanışı, diktatörlüğüydü. Bunu da, kimsesizlik içinde büyürken, devlet imkânlarıyla Leningrat’ta okuduğu mühendislik eğitiminden sonra, Komünist Parti saflarına katılmasına borçluydu. Yaptıkları geçmişindeki süreçlerin, düşüncelerin sonucuydu.
1985 yılında Türkmenistan Milletvekilleri Konseyinin Başkanlığına atandığında, su katılmamış bir komünistti. Sıkıydı. Halbuki ailesi, komünist baskıların mağduruydu.
Babasını II. Dünya Savaşında, diğer aile fertlerini ise depremde kaybetmişti. Bu ezikliği ve yetişme ortamları, onu fırsatları kullanan ve değişim baskısı ile kendini tatmin etmeye çalışan bir ruh haline sokmuştu.
Aralık 1991’de Türkmenistan’ın Sovyetler Birliği’nden ayrılmasının ardından cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 99,9 oy alarak, cumhurbaşkanı oldu. Krallığını fiilen başlattı. Türkmenbaşı ünvanını kendine uygun gördü. Muhalefete asla göz açtırmadı. Türkmen parası Manat’a resmini bastı. Referandumla, kendini ömür boyu “Türkmenbaşı” ilân etti. “Ölümsüz” liderdi.
Türkmen kültürünü, değerlerini ve maneviyatını, kendince Ruhname kitabında şekillendirdi, kalıplaştırdı.
Her tarafa resimlerini astı, heykellerini dikti. Birçok kurum ve kuruluşa kendi ismini verdi.
Gençlerin saç ve sakalına bile müdahale ediyordu. Ehliyet alacak olanlar ve üniversiteye girenler Ruhname’yi ezbere bilmek zorundaydı.
Türkmenbaşı Niyazov, “Demir Yumruk”la ülkeyi yönetti. Kendini efsaneleştirmek için elinden geleni yaptı. Adeta bizden mülhem “Türkmenbaşı Krallığı”nı icra ediyordu.
Ciddiyeti, kendini putlaştırmaya yoğunlaşmış bir hırs açlığından besleniyordu.
Çocukluğu yetimhanede geçmişti. Yükselmek için Sovyet döneminde Komünist Partide karar kılmıştı.
Protokollerde, kendine has mizacı ve kontrolsüz tepkileriyle bilinirdi. Keyfiliği, eğlenceye düşkünlüğü ve içki müptelâlığı, zafiyetlerini bastırmasına engeldi. Yanlılarını kamulaştırmış ve hatalarıyla alude bir diktatördü.
Bir o kadar da müsrif ve kaynakları şatafata, lükse ve kendi cesametini yansıtan figürlere harcayan bir megalomandı. Kendince “Türk lideri” idi.
Dünyada doğalgaz üretiminde beşinci ülke olmanın avantajıyla uluslar arası gücünü kullanarak kendini vazgeçilmez tutkusuna kaptıran bir padişah gibiydi.
Kendi heykellerini tonlarca altından yaptıracak kadar ülkenin kaynaklarını, ihtiraslarına ve şöhretine kurban eden tipik bir şark lideriydi.
Bütün dayatmalarını, kendi menfi egosuna tahsis etmiş bir “balyoz”, bir “sapan taşı” veya maruf lâkabıyla “demir yumruk”tu.
“Bizden” olanları merak ediyorum. Bu “başarı öyküleri”ni nasıl yakaladılar(!) diye.
Sizce Türkmenbaşı, bu kadar tecrübeyi(!) nereden kopyaladı. Kimi, kimleri model aldı?
Çağdaş demokrasileri mi, komünist, faşist ve laik karması bir “kral çorbası”nı mı baz aldı?
Türkmenbaşı, Orta Asya’da, Türk dünyası için çok sevimli bir örnek değil.
Orta Asya’daki cumhuriyetler yurdun atasında, diğer portreler gibi maalesef tarihteki yüksek ruhu ve bugünün gereği demokrasi şuurunu geliştiremediler. Zorlukları olduğu ve Sovyetlerin gölgesinde kaldıkları doğru. Ancak özendikleri rol, demokrasi ile çelişiyor.
“Hep bana” dediler. “Ben”e çalıştılar.
Ve fani oldular... Resimleri şimdiden inmeye başladı. Darısı diğer diktatörlerin başına.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Manevî bir eğitim |
|
Mü’min Allah’a ve Resûlüne inanan, Müslüman da Allah ve Resûlünün emirlerine teslim olan insan demektir. Bu îman ve teslimiyet mü’mini kamçılar, ideal ufuk rıza-yı İlâhîye doğru ilerletir. Artık mü’min her nefesinde, her adımında onu düşünür; ona göre yer, içer, yatar, kalkar.
İslâmın öngördüğü bir modeldir bu insan modeli. Hayra, faydalıya, güzele koşan; şerden, kötülükten, zararlıdan, zarar vermekten kaçınan, insanlığın faydası ve saadeti için çırpınan âdetâ meleğe benzeyen bir insan modeli… İbadetler ise böyle bir modeli hedefler.
“Îman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder”1 sırrınca mü’min inancı gereği, herşeyi Kudret Elinde tutan Rabbine teslim olacak, her işinde Ona güvenip dayanacak, bu sûretle dünya ve âhiret saadetini bulacaktır.
Namaz, oruç, zekât, cihad gibi ibadetlerde mü’min hep bu halkalardan geçer. Durum bazan büyük meşakkat, çile ve ıztırapları göğüslemeyi gerektirebilir. Çünkü “Büyük saadetler büyük acı ve felâketlerin neticesidir.”2 Yazın sıcak ve uzun günlerinde tutulan oruç, mal ve candan fedâkârlık gerektiren cihad; düzenliliği, plânlı ve programlı olmayı öğreten namaz ve daha birçok ibadette hep çileleri göğüsleme vardır.
Hac yolculuğu da böyledir. İlâhî eğitime tâbî olan mü’min bu esnada maddeten ve mânen hassas bir eğitimden geçer. Meşakkatleri göğüslemek, zorluklara katlanmak; olup bitenleri sabır ve tahammülle karşılamak zorunda kalır. Bir kısım mahrumiyetlere, sıkıntılara katlanır. Duâsında da bu gerçeğe yer verir: “Allah’ım Senin rızanı kazanmak için haccetmek istiyorum. Onun îfasını bana kolay kıl. Ve onu benden kabul buyur.”
Bu samîmî niyet, duygu, düşünce ve teslimiyet onu, gassalın elindeki bir cenaze gibi kendi duygu ve düşüncelerini terk edip rıza-yı İlâhî çerçevesinde hareket etmeye iter.
Ömürde bir defa farz olan bu vazife, mü’mini öylesine eğitir, cenderelerden geçirir ki, âdetâ mü’min başka bir insan olup çıkar. Çünkü hac ona çok şeyler öğretir, ruh dünyasında büyük inkılâplar meydana getirir.
Hac, bu ve buna benzer sırları ihtiva ettiği ölçüde fonksiyonunu icra etmiş olur. Dünyanın dört bir yanından gelen Müslümanların katıldığı böylesine kutsî bir ibadet o nisbette de katılımcılığı, ortaklığı, bütünleşmeyi gerektirir.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 284.
2- Şuâlar, s. 650.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnsan tüm varlıkların diliyle zikretmeli |
|
İnsan; kâinat - Kur’ân, esmâ ve zikir bağlantılarını şöyle kurmalı:
Şu uçsuz bucaksız kâinat büyük bir insan; insan ise, kâinatın minyatürü. Kur’ân ise, kâinatın yazılımı. Yaratıcı’nın isim ve sıfatları kâinatta tecellî ettiği gibi, insanda da tecellî etmiş ve yazılı olarak da Kur’ân’a yerleştirilmiştir. Kur’ân, insanın programıdır. Kâinat ve insan, Kur’ân’ın açılımı ve cisimleşmiş halidir.
Yaratılanların en üstünü ve halife olan insan, tüm varlıkların penceresinden bakarak, ibadet ve zikrederek, atomların parçaları zerrelerden başlayarak katrilyonlarca hücre, milyarlarca uzuv, unsur, bitki, ağaç, sayısız güneş sistemi, samanyolu, galaksi, nebulaları da vird, zikir, tesbihat dairesine alır; onlar kadar şükür ve hamdini sunar.
Kâinattaki tüm varlıklar adına ve onların özelliklerini yansıtacak şekilde (meselâ namaz, bütün varlıkların ibadetlerinin fihristesidir) ibadet, tesbih ve zikreden bir Müslümanın duyguları, varlıklar sayısınca genişlik ve güç kazanır ve adeta onların olumlu özelliklerini yansıtır. Ve bedenindeki hücreler, yeryüzü ve bütün mevcudâtın atomlarıyla birlikte namaz kılıp tekbir getirir ve sonsuz Kudretle kalbi bağ kurar.
Eğer maddî ve mânevî herbir organını; Kur’ân’ın gösterdiği, yani Allah’ın emrettiği yerde kullanırsa; Allah’a teşekkürün şubelerinden olan şükr-ü örfîyi ifâ eder. Yani, duygu ve organların yapması gereken işleri yerine getirir. Hem de şeriate uyarsa (dinin kuralları, tabiat kanunları ve ahlâk prensipleri çerçevesinde yaşarsa); insanın cevherinde bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecellî eden sıfatla o âlemden tezahür eden (görünen) isme bir ayna olur. O vakit insan; ruhuyla, cismiyle görünen âlem ve gayba (metafizik âlemlere) bir özet olur ve her iki âleme tecellî eden, yansıyan insana da tecellî eder.1 Böylece fikir, ibadet, zikir ve şükrüyle, metafizik âlemlere geçiş yapabilir, imanî bağlantılar kurabilir ve imanını onlar sayısınca derecelendirip yükseltebilir.
Meselâ, Allah Habîr, yâni, herşey den haberdardır. Bu isim insanda da akıl, kalb, göz, kulak gibi herbir duyu ve duyguda çeşitli oranlarda tecellî etmektedir. Eğer insan, aklını, kalbini, duyu ve duygularını şeriat dairesinde işletirse, ibâdetini yaparsa, Habîr isminde mesafe kat’eder. Bu isim, aynı zamanda bütün varlıklarda çeşitli oranlarda direkt veya dolaylı olarak da tecellî etmiştir. Meselâ, Hay veya Rahîm ismine daha ziyade ayna olduğunda, gayb âlemindeki başka türlü olan Hay ve Rahîm isimlerinin tecellîleri de kendi aynasında yansıyabilir ve müthiş bir genişlik ve enerji elde edilir. Ve bu enerji, ihlâs derecesinde katlanır. Şöyle ki:
Veliliğin kerâmeti (olağanüstü, harika hali) olduğu gibi, hâlis (safi, kesin, kararlı, doğru, samîmî, içten olan) bir niyetin dahi kerâmeti vardır.2 Eğer niyetini hâlis ve samîmî tutarsa, pekçok kapılar, pencereler kendisine açılır.
İşte mü’min, tüm Esmâ ve Sıfat’a bu çerçevede bakarak ibadet, tefekkür, zikir ve şükürle imanını kâinat çapında şahlandırarak kuvvetlendirebilir.
Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İcâz, s. 23.; 2-Mektûbât, s. 360-361.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Türkiye'yi sarsan Erzincan depremi |
|
27 Aralık 1939'da Erzincan'da Anadolu tarihinin bilinen en büyük ve en yıkıcı depremi meydana geldi.
Aralık ayının 26/27. gecesinde, gece ortası saat 02.00 sularında, yani uyku gafletinin en derin olduğu vakitte meydana gelen bu depremin büyüklüğü bazı kaynaklarda 7.9, bazı kaynaklarda ise 8 olarak gösteriliyor.
52 saniye kadar devam eden bu yıkıcı depremin merkez üssü Erzincan'dı. En fazla can ve mal kaybı da burada yaşandı. Ancak, bu büyük sarsıntı Sivas'tan Samsun'a, Tokat'tan Kırşehir'e, Amasya'dan Ankara'ya, Kayseri'den, Ordu'ya kadar genişleyip uzayan (400x200 km) büyük bir alanı da etkiledi.
Deprem sonrası yapılan can kaybı ve hasar tesbitlerine göre, yaklaşık 40 bin insanın hayatını kaybettiği, 100 binden fazla insanın yaralandığı ve tahminen 115 bin binanın da yıkıldığı ortaya çıktı.
Önce İzmir, ardından Erzincan
Erzincan'dan evvel, yine aynı 1939 senesi içinde yaşanan bir büyük deprem daha var: İzmir'deki Dikili–Bergama depremi.
22 Eylül'de (Hicrî 8 Şevval, yani Ramazan Bayramından bir hafta sonra) meydana gelen bu depremin 6.5 olarak tesbit edilirken, yüze yakın vatandaşın vefat ettiği, yüzlerce kişinin yaralandığı ve 2000'e yakın binanın da yıkıldığı belirlendi.
O tarihlerde Risâle–i Nur'a da bahis konusu olan İzmir ve Erzincan depremleri arasındaki zaman farkı, yaklaşık üç aydır. Bu her iki büyük deprem de, o senenin Ramazan ayından sonra vukua geldi.
Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle, ülke genelinde o sene Ramazan'ın hürmeti tutulmamış.
Bununla beraber, depremin İzmir ve Erzincan gibi yerleri niçin daha ziyade sarstığı şeklindeki suâllere muhatap olan Üstad Bediüzzaman, On Dördüncü Söz'de şu izahatta bulunur:
"Suâl: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahâli-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyâde ilişiyor?
"Elcevap: Bu hâdise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribâtından intibâha gelmediklerinden, hafifçe gàfilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle, bu hâdise ehl-i imânı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyâza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.
"Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyâde sarsmasının iki vechi var:
"Biri: Hatâları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.
"İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli imân muhâfızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimâli var." (Sözler, s. 161.)
* * *
Ortadaki rakamlar, en büyük yıkımın Erzincan'da yaşandığını açıkça gösteriyor. Ölümlerin bir kısmı da, musibetin kara kışta ve şiddetli soğukların (–30 derece) yaşandığı günlerde meydana gelmesi sebebiyle olmuş.
Zamanın hükümeti, yardım ve kurtarma hizmetlerinde son derece âciz ve çaresiz kalmıştır. Vatandaş kendi başının çaresine bakmaya adeta mahkûm edilmiştir.
Aynı günlerde bir nevi seferberlik ilân edilmiş, hatta takviye için hapishanelerdeki mahkûmlar bile serbest bırakılmış; ancak, yine de gerekli yardım ve kurtarma çalışmalarında had safhada gecikmeler yaşanmıştır.
* * *
İstatistik kayıtlarında, 1939 depreminden evvel 20 bin civarında olan Erzincan'ın şehir merkez nüfusu, depremden sonra 12 bine düşmüş görünüyor. Diğer ölümler ise, Erzincan'ın ilçe ve köyleri ile diğer çevre illerde meydana geldi.
* * *
Bazı kimseler, 1939 Erzincan zelzelesinin Ramazan ayında ve teravih vaktinde vuku bulduğunu tahmin ediyor. Oysa, vak'anın doğrusu yukarıda anlatıldığı gibidir.
Ancak, bu depremin hem karlı bir kış mevsiminde, hem gece karanlık bir vakitte, hem de şiddetli soğuklar altında meydana gelmiş olmasının yanı sıra, o tarihten uzun yıllar sonra (52 sene sonra), yani 1992'de (13 Mart) yine aynı vilayette meydana gelen yıkıcı bir deprem (6.8 şiddetinde) daha var ki, bu, hakikaten hem kışta, hem karlı bir gecede (saat: 19.20), hem de Ramazan ayı ve tam da teravih vaktinde meydana geldi.
Erzincan kan ağlıyor
1939 yılının son günlerinde yaşanan büyük Erzincan depremi, o günlerde pekçok şiirlere, türkülere, ağıtlara da konu oldu. O müthiş zelzeleden bir gün evvel Erzincan'dan ayrılan Zara'lı Aşık Halil, bu elim hadiseden duyduğu derin teessürü bir türküsünde şöyle nidâ edip söylüyor:
Kan ağlıyor Erzincan'ın dağları
Viran oldu mor sümbüllü bağları
Sivas'a geliyor kalan sağları
Şikâyetim kimden kime ne deyim
Niksar'da kalmadı dikili bir taş
Erbaa'yı sormayın, döker kanlı yaş
Tokat da geçirdi çetin bir savaş
Şikâyetim kimden kime ne deyim
Karahisar, Koyulhisar hep viran oldu
Gül yüzlü yavrular sarardı soldu
Ne olduysa bize Mevlâ'dan oldu
Şikâyetim kimden kime ne deyim
Yine aynı tarihlerde yazılmış bir de "Zelzele destanı " var. Halk ozanı Osman Söker tarafından yakılan bu destanın bazı mısraları şöyledir:
Karanlıkta sesler geldi derinden,
Sanki dünya oynamıştı yerinden.
Kadir Mevlâ’m oynatıyor yerleri,
Viran kaldı baykuş öter köyleri.
Aman Allah, yardım eyle bizlere,
Öksüz yetim hep gelinlik kızlara,
Erzincan, Suşehri, Erbaa, Sivas,
Ey Allah'ım sen bizi eyle hâlâs.
Matem tutar Erzincan'ın dağları,
Ölen öldü kan ağlıyor sağları.
Çok gençlerin murat alma çağları,
Lâle sümbül bezendi mi bağları.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Bakıyoruz ama görmüyoruz |
|
Çoğu zaman görmeden yaşadığımızı hiç fark ettik mi? Hani gördüğümüzü, bildiğimizi sandığımız birçok ayrıntıdan bahsediyorum. Bu yazıyı okurken, kapınızın etrafını gözünüzün önüne getirebilir misiniz, ne var ne yok diye? Bütün ayrıntıları hatırlıyor musunuz? Hatırlayamadıysanız, şaşırmayın; yalnız değilsiniz. Ben de birkaç haftaya kadar bir iki ayrıntıyı hatırlayamıyordum.
Bir ara, birkaç site ileride oturan bir bayan, sokaklardaki ve çöp bidonlarındaki kedilerden şikâyet ediyordu. Hayretle sordum: “Hangi kedilerden bahsediyorsun.” Şaşkın bir yüz ifadesiyle bana dönüp, “Görmedin mi kedileri? Sokak onlarla dolu. İleride oturan adam sürekli onlara kasaptan kemik, et getiriyor. Bu sebeple buraya doldular” dediğinde, bu kedileri nasıl fark etmediğime şaşırmıştım.
Dışarı çıktığımda, ilk işim bu kedileri kolaçan etmek oldu. Gerçekten de fazla aramama lüzum yoktu. Biraz dikkat edince, bana bakıp miyavladılar. Çöp bidonlarında, site bahçelerinin köşelerinde saklı saklı bekleşen şişman kedileri görünce, “Gülsem mi? Kızsam mı?” diye düşündüm. O kadar tatlı hayvancıklardı ki bunlar. Yanlarına yaklaşıp tüylerini okşayayım, dedim; ama cesaret edemedim. Şişman ve büyüklerdi, sanırım sevilme yaşları geçmişti. Gerinmelerini uzaktan uzaktan izleyip eve döndüm. Etrafıma dikkat etmediğimi, ayrıntılara takılmadan yaşadığımı fark etmiştim. Oysa en iyi bildiğim cümlelerden biriydi: “Hayat ayrıntılarda gizlidir.”
Şimdilerde fırsat buldukça oturuyorum pencerenin kenarına, etrafı izliyorum. Uzaktaki tepeciklere bakıyorum meselâ. Ve bir kez daha anlıyorum ki hayat başlı başına bir kitap. Okumayı unutan bizler, biraz daha dikkat etsek ne kadar değişik sayfalar keşfederiz bu koca kâinatta. En azından ihmalkârlığımızla öylesine geçip gitmeyiz hayatının içinden.
“Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa: ‘Buraların yabancısıyım’ demiş. ‘Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.’
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra: ‘Ben de buraya ilk defa geliyorum’ demiş. ‘Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.’ Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
Çocuk:
‘Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz?’ diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
‘İyi ama demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?’ ‘Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez’ diye atılmış çocuk. ‘Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.’
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kâğıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
‘Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim’ demiş, ‘Görmeyi o kadar çok özledim ki... Sizinkiler sağlam öyle değil mi?’
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
‘Artık emin değilim’ demiş. ‘Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.’”
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sünnette kurban |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Peygamber Efendimiz (asm) her sene kurban kesmiş midir? Adak kurbanı borcu olan birisi, kurban bayramında kestiği kurbanı adak yerine sayabilir mi? Veya önceliği hangisine vermeli? Önce adağı mı kesmeli? Her birisinin hükmü nedir? Adak niyetine keserse etinden yiyebilir mi?”
* Hazret-i Âişe radiyallahü anhâ rivâyet etmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “İnsanoğlu Kurban Bayramında Allah katında kan akıtmaktan daha makbûl bir amel işlememiştir. O kurban, kıyâmet günü boynuzlarını, kıllarını ve çatal tırnaklarını bile kaybetmeden gelecektir. Çünkü kan yere düşmeden Allah’ın kabûl mahalline düşmektedir. Artık kurbanlar hakkında gönlünüz hoşnut olsun.”1
* Atâ bin Yesâr radiyallahü anh demiştir ki: “Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye (ra): ‘Resûlullah (asm) zamanında kurbanlar nasıldı?’ diye sordum. Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra) dedi ki: ‘Kişi kendisi için ve evinin halkı için bir koyun kurban eder; onun etinden kendileri yer ve başkalarını da yedirirdi.’”2
* Celebe bin Süheym (ra) bildirmiştir: Adamın biri İbn-i Ömer’e (ra):
“Kurban kesmek vâcip midir?” diye sordu. İbn-i Ömer (ra):
“Resûlullah (asm) ve Müslümanlar kurban kestiler” dedi.
Adam tekrar:
“Kurban kesmek vacip midir?” diye sordu. İbn-i Ömer (ra) bu defa:
“Sen ne dediğimi anlamıyor musun? Resûlullah (asm) ve Müslümanlar kurban kestiler diyorum. Resûlullah (asm) Medine’de on sene ikamet etti ve her sene kurban kesti” dedi.3
* Bera bin Âzib radiyallahü anh bildirmiştir: Resûlullah (asm) kurban bayramında bize hitabette bulunarak:
“Sizden hiçbiriniz bayram namazını kılmadan önce kurban kesmesin” buyurdu.
Bunun üzerine dayım ayağa kalktı ve:
“Yâ Resûlallah! Bu gün etin bol olduğu bir gündür. Bundan dolayı ben aileme, evimin halkına ve komşularıma yedirmek için kurbanımı önceden kestim” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):
“Yeniden kurban kes!” buyurdu.
Bunun üzerine dayım:
“Yâ Resûlallah! Dişi bir süt oğlağım var ki, et bakımından iki koyundan daha üstündür. Onu kurban edebilir miyim?” diye sordu.
Resûlullah Efendimiz (asm):
“Evet! Onu kes. Çünkü bu diğer kestiğinden daha hayırlıdır ve senin için yeterlidir” buyurdu.4
* Abis bin Rebîa radiyallahü anh dedi ki: “Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’ye (ra) sordum ki: ‘Resûlullah (asm) kurban etlerini üç günden fazla bekletmeyi yasaklar mıydı?’
Hazret-i Âişe (ra):
‘Hayır. Fakat halktan kurban kesen azdı. Bu yüzden kurban kesmeyenleri yedirmek istemişti. Nitekim biz hayvanın paçalarını kaldırır ve on gün sonra yerdik.’”5
* Hazret-i Âişe ve Ebû Hüreyre radiyallahü anhümâ bildirmişlerdir: “Resûlullah (asm) Kurban bayramında kurban keseceği zaman iri, semiz, çift boynuzlu, alaca ve yumurtaları burkulmuş iki adet koç alırdı. Bunlardan birisini Allah’ın birliğine ve O’nun elçiliğine şehâdet eden ümmeti için, diğerini de kendisi ve âl-i beyti için keserdi.”6
Adak kurbanı ayrı, Kurban Bayramında kesilmesi vacip olan kurban ayrıdır. Her ikisi de vaciptir; fakat birisi adayan kimse için vaciptir, diğeri gücü yeten kimse için vaciptir. Her ikisinin de sebepleri, illetleri, şartları ve niyetleri farklıdır.
Bir kimse daha önce adamak sûretiyle adak kurbanı kesmeyi kendisine vacip kılmışsa, Kurban Bayramını beklemeksizin günü geldiğinde adak kurbanını keser. Adak kurbanını Kurban Bayramı günlerinde kesmesinde bir sakınca yoktur. Fakat kurban bayramında da kesmiş olsa, bu kurbanın etinden kendisi ve ailesi yemeksizin tamamen fakirlere dağıtmalıdır.
Fazla imkânı varsa kendisi için kurban bayramına mahsus olmak üzere ayrıca kurban keser. Bu kurbandan ise, kendisi ve aile fertleri yer.
Fakat imkânları kısıtlı ise adak kurbanını, etini ailesiyle ve çocuklarıyla yiyemeyeceği için, sonraya, imkân bulduğu ilk fırsata bırakır. Adak kurbanını sonraya bırakması Kurban Bayramı için kurban kesmeyeceği mânâsına gelmez. Dilerse ve imkân da bulabilmişse, Kurban Bayramı için niyet ederek kurban keser.
Dipnotlar: 1- İbn-i Mâce, Edâhâ. 3; Tirmizî, Kurban, 1 2- İbn-i Mâce, Edâhâ, 10; Tirmizî, Kurban, 8 3- Tirmizî, Kurban, 9 4- Tirmizî, Kurban, 10; Müslim, Edâhî, 6; Nesâî, Kurban, 17 5- Tirmizî, Kurban, 1547 6- İbn-i Mâce, Edâhâ, 3122
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İstanbul Konferansının rövanşı |
|
13-14 Aralık 2006 tarihleri arasında Kaya Ramada Oteli’nde yapılan Iraklı Sünnilerin ve destekçilerinin toplantısı öyle görünüyor ki, İran’ı ve Iraklı Şiileri fena halde rahatsız etmiş ve üzmüş. Keşke karşılıklı olarak üzecek ve üzülecek şeyler yapmasak. Rahatsız olmamak için rahatsızlık verecek şeylerden uzak durmak ve kaçınmak gerekir.
Esbabını hazırladıktan ve ortaya koyduktan sonra rahatsızlığı ortaya koymak yanlışa tüy dikmek olur. Bunun yerine yanlışın nerede yapıldığına bakılmalı ve orasının tamir edilmeye çalışılması lazım. Oldu bitti ile işgal gölgesinde elde edilen kazanımları sabit hale getirmek ve kaybetmemek için tek yanlı ve mağdur tarafı temsil eden Sünnileri suçlamak, kolay yolu tercih etmek olur. Ama netice getirmez. Yanlışın izini sürmek yerine doğrunun izini kaybettirmeye çalışıyorlar. Esasen İstanbul Konferansı basının gölgesinden çok uzaktı. Arap medyasından sadece El Cezire gibi kanallar iltifat etmişti. Türk basınına da zaten doğru dürüst haber verilmemişti. Hem bir baskı, hem de bir endişenin izleri taşınıyordu. Bu kadar sınırlı bir konferans bile muhataplarını rahatsız ediyorsa o taktirde gerçekten de ortada rahatsızlık verecek bir şeyler dönüyor olmalı.
Bunların açığa çıkarılmasından korkuluyor demektir. Aksi taktirde, görebildiğim kadarıyla İstanbul Konferansının bir cirmi yoktu. Ve bu şunu da gösteriyor: Karşı tarafa hayat hakkı tanınmak istenmiyor. Asıl vahim olan nokta da burası. Aynı günlerde Bağdat’ta milli uzlaşma konferansı yapılmıştı ve orada alınan bazı tavsiyeler gecikmiş olsa da doğru yolda atılmış adımlardı. Hem gecikmiş hem de yetersiz adımlardı. Bu adımların hem hızlandırılması hem de genişletilmesi Şii-Sünni uzlaşmasının önünde bir zaruret olarak duruyor. Bağdat’taki konferansın ardından bir de Mekke’de Irak Halk konferansı tertip edilmiş ve tertip heyetine yakın kaynaklara göre, bu toplantıya Türkiye kasten davet edilmemiş. Bununla İstanbul konferansının rövanşı alınmış.
***
Acaba bu konferansla birlikte bölgede İran-Suud cepheleşmesi arayanlar sukutu hayale mi uğradılar ve baltayı taşa mı vurdular? Yoksa Mekke’de yapılan böyle bir konferans gerekirse Suud ve İran’ın Türkiye karşısında müşterek bir zeminde hareket edebileceklerini mi gösteriyor? Cevap verebilecek durumda değilim ama soru ortada. Bu da din-mezhep üzerinden siyasal bir mücadele verildiğini gösteriyor. Burada din ve mezhep siyasi amaçlar doğrultusunda kullanılıyor. Asıl üzücü ve vahim olan nokta da burası. Tertip heyetindeki Şiiler özellikle İstanbul Konferansından dolayı Türkiye’nin dışlanmasını ve cezalandırılmasını istemişler. Hariciyeye yakın kaynaklar ise ‘Laik bir ülke olarak hem Sünni hem de Şiilere aynı nispette mesafeliyiz. Bundan dolayı çağrılmamamız yerinde oldu ve bu yönüyle umurumuzda bile değil’ şeklinde değerlendirmede bulunmuşlar. (Ankara ‘Cool’ Over absence of İnvitation, daily news, December 26, 2006).
Hekim ailesinden Ammar el Hekim Türkiye’nin neden dışlandığıyla alakalı olarak şunları söylemiş: “Biz bu konferansa Türkiye’yi davet etmedik. Zira Türkiye’de yapılan konferansa (anılan İstanbul Konferansı) Sünni ve Kaide ile bağlantılı teşekküller katılmıştı ve Türkiye böylece Irak’ın içişlerine karışmış oldu...” Demek ki İran onların hiç içişlerine katılmıyor. Benim merakım da şu: Neden acaba bu defa sözkonusu konferansı Londra veya Tahran yerine Mekke’de yapmayı tercih ettiler? Zira savaş öncesinde tercihleri yerleri Londra idi. Mekke Konferansına Kürtler de dahil olmak üzere bölge güçlerini temsil eden unsurlar katılırken Türkiye davet edilmemiş. Ammar el Hekim’in red gerekçesi de şunu gösteriyor ki, ‘İran yanlısı’ olarak anıan Şiiler ile ABD aslında Iraklı Sünni direnişçiler karşısında karam birliğine varmışlar. Onları, Kaideciler ve teröristler diye nitelendiriyorlar.
***
Türkiye toplantının gayri resmi olduğunu ifade ederek bu yönüyle resmi düzeyde kendilerini ilgilendirmediğini ifade ediyor. Keza İstanbul Konferansı’nın da sivil toplum örgütleri tarafından tertip edildiğini ve Türkiye’de her gün onlarca benzerinin tertip edildiğini ve kendileriyle bağlantılı olmadığını ifade etmiştir. Bununla birlikte SCIRI’nın silahlı kanadı olan Bedr Organizasyonunun (eski adıyla tugayları) Başkanı Hadi Amiri ile Talabani bu nedenle Türkiye’ye vermiş veriştirmişlerdi. Mekke konferansı yerine bölgesel bir Irak konferansı tertip edilmesi daha iyi bir fikir olmaz mıydı?
Ama ilginçtir: İsrail ve onun Neocon yandaşları Ortadoğu ve Filistin meselesiyle alakalı uluslararası bir konferans fikrini sürekli veto ederken Iraklı sekterist hükümet ve yandaşları da bir karanlık anda elde ettikleri kazanımları heba etmemek tasasıyla Irak için de böyle bir konferansa muhalefet ediyorlar. Allavi de böyle bir uluslararası konferansın kirveliğini, bezirganlığını ve pazarlamasını yapmak için Ankara’ya gelmiş. Elbette Allavi doğru bir seçim değil ama uluslararası Irak konferansı doğru bir adrestir. Ve bu yapılırsa İstanbul veya Mekke’deki gibi tekilci veya tek yanlı konferanslara ve rövanş ve misillemelere de gerek kalmayacak. Hakkaniyet sahipleri bunu istesinler. Aksi taktirde, kah işgalin arkasına sığınıp kah önüne geçerek bir yerlere varmak mümkün değil. Bunu yapanlar sadece kendilerini kandırırlar. Önce kaybolan güvenini tesis etmek gerekiyor.
Aynı anlayışı yansıtan bir başka güncel haber de şu: İran Türkiye’ye satılan doğal gazının ikinci el olarak İsrail’e satılmasından endişe ediyormuş. Haklıdır. Zira bunun böyle yapılabileceğini en iyi kendisi bilir. İrangate skandalında olduğu gibi İsrailliden gizlice silah temin eden herhalde Türkiye değildi. Gelin hep birlikte dürüst olalım ve dürüst kalalım. Aksi taktirde, parçalı ve seçici dürüstlük, parçalı doğrunun yalanın en koyu şekli olması gibi sahtekarlığın en uç noktasıdır.
27.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|